DARKEST HOUR

7B2DFA89-795B-4376-94F3-31E27FEEBF47

DARKEST HOUR :

“Başarı son, başarısızlık ölüm değildir. Önemli olan devam etme cesareti gösterebilmektir.” Winston Churchill

“Başınız kaplanın ağzındayken onu ikna edemezsiniz.” Winston Churchill

Ruhsal savaşlar seni bu an için eğitti. Kusurlu olduğun için güçlüsün. Şüphen olduğu için bilgesin.” Clemmie Churchill

“İnsanın eline böyle bir güç gençken verilmeliydi. Kanı hızlı akarken. Kuvveti yerindeyken. Giden gençliğin yerini bilgeliğin doldurması dileğiyle.” Winston Churchill

“Hiç otobüse binmedim. Hiç ekmek için sırada beklemedim. Yumurta kaynatabilirim çünkü bir kez kaynatılışını gördüm. İlk defa metroya genel grev zamanı binmiştim.”

“Halifax bir kontun dördüncü oğlu. Dördüncü çocuklar hiçbir şeyi geri çevirmezler.” Winston Churchill

“Bütün bebekler bana benzerler.” Winston Churchill

“Fikrini hiç değiştirmeyenler, hiçbir şeyi değiştiremezler.” Winston Churchill

Savaşan uluslar tekrar yükselirler. Uysalca teslim olanlarsa yok olur giderler.” Winston Churchill

“Sizin hayatta kalmanız önemli. Başbakanlar gelip geçici.” Churchill’den Kral Altıncı George’a methiye(desem de Churchill methiyeler adamı değildir, olsa olsa gerçekçi bir yaklaşım diyebiliriz)

GİRİŞ :

Sinema çıkışı izledikleri filmi tartışmakta olan iki üniversiteli delikanlının konuşmalarına kulak misafiri oluruz:
-Ben beğendim Abi.
-Ben de.
-…

Bu iki üniversiteli delikanlının memnuniyetleri geveze olmadıklarından sizi tatmin etmeyeceğinden iki alımlı genç kızın konuşmalarına kulak vermeyi deneriz bu kez de:
-Gary Oldman iyi oynamış ama ben en çok Call Me By Your Name’deki Timothee’yi beğendim.
-Asıl Armie Hammer neydi o öyle?
-Di mi?
-Oscar adaylarını merak edip geliyoruz da bu filmlerin başrolündekiler ya canavar ya gay ya da böyle ağır makyaj altında tanınmayacak haldeki aktörler oluyor hep. Hiç şöyle gönlüme göre bir aktör bulamıyorum.
-Adam başbakan nasıl yakışıklı olsun ki zavallıcık? Aktörüne göre gelelim bir dahaki sefere, öyle de filmlere gelelim. Olmuyor böyle.
-Aynen ya uffff. Kesmedi bu film beni.
-Ama Armie evet yaa… Şeftali yaa…
-…

Kazandıkları bedava sinema biletiyle ne akla hizmet girdikleri Darkest Hour’dan memnuniyetsiz çıkan iki liseli kız da sizi tatmin etmemiş olacak ki, farklı mizaçlara ve hayattan farklı beklentilere sahip olan iki delikanlının konuşmalarına kulak misafiri oluyoruz şimdi de:
-İyi filmmiş Abi.
-Aynen. Nasıl es geçtik biz bunu yahu?
-Gary Oldman ağır makyaj altında tüm ödülleri topluyor dediler. Halbuki adam beden dilini layıkıyla kullanmış, tombul toraman bir Churchill olmuş. Eve gittiğimde Churchill’in sesini dinleyeceğim. Gary Oldman’ın bu rol için çok çalışıp, çok araştırma yaptığı söyleniyordu çünkü.
-Gerçekten de çok iyiydi adam.
-Bu sene ne çok Dunkirk’ün konusu geçti.
-Aynen. Ne mühimmiş yahu meğerse. Dunkirk’te Dunkirk, burada Dunkirk, bir dizide bile Dunkirk’ün son gazilerinden diyordu. Algım Dunkirk’e açık olduğundan nerede olsam hemen bu Dunkirk o Dunkirk diyorum.
-Ona kültür emperyalizmi de deniyor. Endüstriler konuşuyor. Sen izliyorsun ancak. Bizim Gelibolu’nun da birkaç yerde adı geçti. Gelibolu hezimetinden çok dertliymişler meğerse.
-Öyle. Ne dikkatimi çekti bir de bak, Churchill’in portresi hiç o kadar kusursuz çizilmemişti. Hem alkolik, hem obur, hem de sözünü sakınmıyordu ve aklına geleni söylüyordu ulu orta. Kral bile zamanla alışabildi, başlarda tiksiniyordu bundan. Başbakan olduktan sonra haftada bir kez görüşecek olmaları bile zul geliyordu ona. Usülden elini öptürdükten sonra, sırtına siliyordu göstermeden.
-Kraliyet ailesi Churchill’den de garip. Aristokrat olmalarına aristokratlar da, çok da sinamekiler. Kral gönlüne göre başbakan istiyor mesela. Kral ya. Churchill güne domuz pastırmasıyla başlıyor skotch eşliğinde. Öğle yemeğinde bir şişe şampanya, akşam yemeğinde bir başka şişe şampanya, geceden sabaha kadar da şarapla takviye ediyordu hiç durmadan. Frengiden aklını yitirmiş bir babanın oğlu olarak bir günde yüz tane fikir üretebilme kapasitesine sahip bir adam üstelik. Uyku saatleri düzensiz, çok baskı altına girdiğinde kimsenin anlamayacağı şekilde mırıldanmaya başlıyor. Ne yapıp, ne edeceği, ortamlarda ne söyleyeceği de belli olmuyor. Ben istenmiyorum diyordu bir yerde. İstenmiyor ve sevilmiyor gerçekten de, son şans olarak görülüyor. Güçlü karakteri sayesinde ezik görünmüyor sadece.
-Öyle dedin de…dur bakayım…oh oh oh…obeziteye ve alkolizme rağmen doksan bir yaşına dek yaşamış. Biz boşuna tıp okuyoruz biliyor musun? Öldürmeyen Allah öldürmüyor işte.
-Ne yapalım yani mesleği mi bırakalım? İyi bakılmıştır başbakan diye, genetik de mühim malum. Biz müdahale kısmında varız sadece.
-Bugün nöbet yok. Gel gidip birer tek atalım Kordon’da Churchill’in şerefine.
-Olurdu ama ben Asya’yla buluşacağım.
-Yaa!
-Aynen.
-Ne bal var Abi sende!
-Soyadım Ballı unutma.
-Churchill ne demek acaba?
-Bilmem ki. Kilise ve tepe’nin birleşimi sanki. Church ve Hill. Lordlar Kamarası’ndaki tarihi konuşmasında Tanrı’nın da yardımıyla Hitler’e karşı tepelerde, denizlerde, okyanuslarda savaşacağız diyordu ya…
-Ne bağ kurdun abi sen de… Ama filmin en etkileyici sahnesiydi. Pofuduk adam Tanrılaştı bir anda. We shall fight in seas, we shall fight in oceans, we shall fight in hills…”
Başlamak üzere olan yeni seans için bekleşen izleyiciler genç adamın heyecanlı heyecanlı yaptığı el hareketlerine bakarlar. Sözlerine devam eder umursamadan:
-“Dünyayı değiştirecek bir işi olmalı insanın. Dünyaya “iyi anlamda” şekil verme yetisine, insan hayatını değiştirebilme gücüne sahip olmalı insan. Tarih beni nasıl hatırlayacak  bilmiyorum mesela. Hatırlayacak mı, onu da bilmiyorum mesela. Operatör doktor olmak isterdi, ameliyatlara girerdi, hırslıydı, yapardı. Bu mu? Bu kadar mı? Bu kadar mıyım ben? Tarih yapraklarının ilk sayfalarında yerim olabilecek mi acaba? Büyük oynamalı insan, sonuna kadar gitmeli. Ne yapıp edip bu uğurda yaşamalı ve yaşlanmalı insan.”
-“Benim o kadar büyük hırslarım yok. Ben doktor olmak istedim, yani memur olayım istedim. Oldum. Uzman doktor olmak istedim. Onu da oldum. İyi bir teklif gelirse de, ileride özele geçerim. Sanırım geçebilirim.”
“Ben bilim adamı olmak istiyorum. İnsanlığa faydası dokunacak bir araştırmanın başında olmak istiyorum. Aziz Sancar gibi olmak istiyorum.”
-“O isteklerini bu ülkede gerçekleştiremeyebilirsin. Yurtdışına gitmen ve hatta orada kalman gerekebilir çok uzun bir süre. Hatta hatta o ülkenin vatandaşı olman bile gerekebilir.”
-“Olsun kalırım.”
-“O zaman bir başka ülke adına çalışmış oluyorsun ama.”
-“Hiç değil. Düşünsene İngiltere’de yaşayan Nobel ödüllü Türk. Kulağa havalı geliyor. Ben sevdim bu fikri.”
-…

Dünyayı değiştirecek ve de yön verecek haliniz de yok, ufkunuz da bu genç doktorumuz kadar geniş değil, öyle mi? Mühim değil, bir yapan çıkıyor nasıl olsa, üstelik bunu en sıkışık, en karanlık saatlerde gerçekleştirebiliyor. Biraz öngörü, biraz bilgelik, biraz empati yeteneği, biraz şans, hata yapmaktan korkmama cesareti ve en çok da seçilmişlik. Darkest Hour’da bütün bu yönlerine teker teker değiniliyor Churchill’in. Yoksa çok başka türlü çizilmiş bir Avrupa haritası ile gelecektik bugünlere. Churchill o dönem İngiltere’sinin ve tüm Avrupa’nın şansı   olmuş, onun da misyonu bu karanlık saatlerde Dunkirk’teki askerlerin tahliyesini sağlayacak olan fikrin sahibi olmak imiş. Bu sayede bir savaşın gidilatını ve insanların kaderleri değiştirmiş. Tüm bunları başarabilecek derecede yüksek iradesi, karşı durma cesareti ve çalışan bir aklı varmış.

F2B928B2-8FDB-400A-B858-E813853AB0B0

DARKEST HOUR :

İkinci Dünya Savaşı’na ait siyah beyaz görüntülerle açılıyor film. Önce Nazi Almanyası askerlerini, sonra da koca koca haritaların başındaki Hitler’i yüksek rütbeli askerlerle yan yana görüyoruz. Tarihler 9 Mayıs 1940’ı gösteriyor. Üçüncü Reich İmparatorluğu Çekoslovakya, Polonya, Danimarka ve Norveç’i işgal etmiş durumda. Üç milyon Alman askeri Belçika sınırında Avrupa’nın kalanını fethetmeye hazır vaziyetteler. Britanya’da ise Lordlar Kamarası’nda kıran kırana bir mücadele verilmekte. Meclis, liderleri ve başbakan Neville Chamberlain’e inancını kaybetmiş durumda ve buldukları ilk fırsatta var güçleriyle üzerine gidiyorlar acımasızca. Yeni bir lider arayışı varken, başbakan Nazi saldırısına karşı hazırlıksız olmakla ve tembellikle suçlanıyor. Açıkça istifası isteniyor ki kendilerine yeni bir lider seçebilsinler. Winston nerede diyor birisi, silah üzerinde parmak izi kalsın istemiyor diyor bir başkası. Kral’ın, Lordlar’ın ve herkesin ve hatta Halifax’ın da tercihi Halifax iken, Viscount Halifax, Chamberlain’in istifasından sonra gelen başbakanlık teklifini reddediyor. Bir yerde kendini hemen ateşe atmıyor. Bu ülkenin bağrında yetişmiş, Avrupa’da barışı sağlayacak ve de en önemlisi muhalefetin kabul ettiği ve desteğini alabildiği bir isim olmalı yeni gelen diyor. Alternatifsiz bu tek isimse Churchill oluyor. Fakat daha ismi dahi geçmeden olumsuz sesler yükselmeye başlıyor masada. Ona mı kaldık diyebilecek kadar cüretkarca oluyor bu çıkışlar. Böyle mühim günlerde ülkenin başına bir ayyaşın getirildiğini düşünüyorlar en çok da.

Churchill hakkındaki kararlar yuvarlak bir masanın etrafında toplanmış büyük büyük adamlarca verilirken, Churchill cephesine geçtiğimizde onun da kimi mühim kararları yatağında verdiğine tanık oluyoruz. Üstelik skotch, puro ve domuz pastırmalı kahvaltı eşliğinde. İstediğinde atom karınca olabilen Churchill’in, bir parçasını Oblomov’dan aldığını görüyoruz bu sayede. Hayatında çok önemli iki yere sahip kadınlardan biri olan sekreteri Elizabeth Layton’da bu en kritik zamanlarda giriyor hayatına. Bir diğer isimse karısı Clemmie. Başbakan olmasına ramak kala kocasını kibar ve esprili olması hususunda uyarıyor. Kristin Scott Thomas her daim ikinci planda kalan ama en az kocası kadar sivri dilli eş rolüyle çıkıyor karşımıza. Churchill’se bu görevin tam da bu zamanlarda ona verilmesinin nedeni olarak açıkça geminin batmakta olduğunu ve de bu pozisyonun ona hediye olsun diye değil de, intikam olsun diye önerildiğini düşünmekte. Geçmişi felaketler yığını olarak görülen Churchill Gelibolu’daki 25000 ölümden, yanlış Hint politikasından, Rusya İç Savaşı’ndaki genel tutumundan, Altın sisteminden, Norveç olayından ve daha da bir sürü kararından ötürü suçlanıyor. Muhakemesinin yetersiz olduğu düşünülse de, Hitler konusunda haklı çıkıyor. Öngöremediği bir başka şeyse önümüzde aylarca sürecek bir mücadele var derken aile arasında şampanya patlatarak kutladıkları Başbakanlığının ilan edildiği tarih olan 10 Mayıs 1940’ın üzerinden tam beş sene geçmesi gerekiyor savaşın sonunu görebilmek için. Bu arada yersiz yurtsuz yedi milyon mülteci yürüyüş halinde olup, Avrupa korkunç bir çöküşün eşiğinde korku içinde bekliyor. Churchill’in politikasıysa bir başka diktatör Mussolini’nin aracılığı ile yapılacak olan barış antlaşması değil, savaşa devam etmek oluyor. Deniz, kara ve havadan yapılan saldırılarla insanlık suçlarının karanlık ve acı kategorilerinde hep birinci sırada yer alacak olan ve tarihin görüp göreceği en büyük canavar zorbaya karşı zafer kazanana dek savaşmaktan yana davranıyor. Radyodan canlı yayınlanan “Özgürlük Davası” isimli konuşmasında son on yıldır dokuz köyden kovuluşuna yönelik saldırıların nedeni olan doğruculuğunu bir yana bırakıp halka moral olsun diye yaptığı konuşmasının aksi bir tablonun varlığını, berbat bir durumda olduklarını ve de en korkuncu kıyımın kapıda olduğunu eve geldiğine karısına itiraf etmek zorunda kalıyor.

A241A526-F506-427F-926E-409DDF6BBCFB

F21620FC-0F1F-43B3-8879-434F22A033EE

Fransa kıyısında yer alan Dunkirk’te sıkışıp kalan 300.000 İngiliz askerinin akibeti oluyor savaşın gidişatını belirleyen en mühim olay olarak. Calais’deki 4000 asker Almanlar’ın ilgisini çekmek üzere yem olarak kullanılıyor 300.000’in selameti için. Ve eğer birkaç gün içinde bu tahliye gerçekleştirilemezse tüm ordu yok olabilecekken günde 100 fikir üretebilen Churchill, Eisenhover’ın desteğini alamasa da onun kafasında çaktığı ışıkla, savaşın kaderini değiştiren fikri üretiyor. Bu şekilde on metreden büyük tam 840 tekne Fransa’ya doğru yola çıkıyor. Umutsuz durumdaki sesin sahibi olan Amiral Ramsey, Churchill’in talebiyle ama son derece isteksiz bir şekilde isimlendirdiği “Dynamo” operasyonunun ismini yanıbaşındaki vantilatörün markasından alıyor rastgele ve dediğim gibi zerre heyecan ve umut beklentisi içine girmeden.

FFF187AD-638A-4B13-A9CF-A2EDEC7029E1

Kral cephesinden bakıldığında, eğer Hitler ülkelerini işgal edecek olursa, ailesiyle birlikte bir an önce Kanada’ya nakledilmesi gerekecek ve buna da gönlü el vermiyor. Bu noktada Hitler’e kafa tuttuğu için belki de en çok desteğini veriyor bir zamanlar mesafeyle ve şüpheyle yaklaştığı Churchill’e. Bir şekilde memleket meselesinde uzlaşıyorlar nihayet. Arada azarını, arada iğnelerini yediği Altıncı Kral George’un kimi öğütlerini kulağına küpe yapan Churchill’se halkın öngörüsüne kulak vermek için gittiği metrodan tereddütlerini ortadan kaldıran bir kararla çıkıyor son anda. Lordlar Kamarası’ndaki tarihi konuşmasını gerçekleştirmesine yönelik kritik karara giden yollar metronun kompartımanında alınıyor halkın icazeti ve sağduyusuyla. Aksi takdirde Orta Avrupa’ya derebeyi olmak isteyen ve Alman Sömürge İmparatorluğu’nu geri getirmek isteyen Hitler’in razı geleceği olası barış antlaşmasıyla ne İngiltere’yi bağımsız bırakacağı var ne de mevcut sıkıntılarından kurtaracağı. Aralarında yer alan tüm şehirleri düşürmüş, tüm ülkeler teslim bayrağını çekmiş, Dunkirk ve Calais hariç tüm limanları Almanya kontrol ederken, yani başları kaplanın ağzındayken, Hitler’i ikna etmenin mümkün olamayacağının farkında olan Churchill halk desteğini de alarak tek bir umuda sığınıyor bundan böyle. O da “zafer”. Bir başka seçenekleri yok çünkü. Chamberlain de dahil olmak üzere büyük çoğunluk Churchill’e destek veriyor. İngilizceyi silahlandıran Churchill, savaşa gönderiyor böylelikle, Halifax’ın tabiriyle. Zaferse ancak beş yıl sonra sekiz mayıs tarihinde geliyor. Britanya ve müttefikleri zaferlerini ilan ediyorlar. Winston’a gelince hemen ertesi sene seçimleri kaybedip meclis dışı kalıyor. Böyle de vefasız bu insanlar!

459E87A5-0F9F-48E7-B41F-2E49554C2F9F

Joe Wright’ın yakın takipçisi olarak ailevi sorunlar ve bir takım hastalıklar yüzünden geri plana ittiğim bir film olmuştu “Darkest Hour”. En nihayet izleyebildim ve de marifetmiş gibi hakkında bir şeyler yazarak böbürlenmek fırsatı buldum kendimce. Her zamanki gibi yönetmen yönetmen olunca film de film oluyor demekten ve de inşallah bir gün bizim de tarihimizi ve tarihi kişiliklerimizi karikatürize etmeden başarıyla peliküle aktarabilecek yönetmenlerimizin çıkmasını dilemekten başka da bir temennim kalmıyor son söz olarak. Gary Oldman’a gelince, serçe parmağını oynatsa da Oscar alsa dediğim Daniel Day Lewis çok başarılı olsa da, Winston Churchill’i böyle başarılı bir filmde tüm kusurlarıyla oynamak şansı da Oldman’ın kaderinde varmış demek düşüyor sadece. Osacarlarda bu senenin en güçlü ve ödülü almaye en yakın adayı gibi görünüyor en iyi aktör dalında. Oldman dışındaki tüm oyuncular da benzerlikleriyle tam bir casting harikası olarak çıkıyorlar karşımıza. Halifax’dan Chamberlain’e, özellikle de bire bir benzerliğiyle Kral Altıncı George çok başarılı bir arayışın sonucu olarak, filmin gerçekçiliğine zemin hazırlayan karakterler olarak çıktılar karşımıza yan rollerde. Bu filmin literatürüme kattığı en derin bilgiyse Churchill’in zafer işaretini tersten yaptığında yoksul mahallelerde ne anlama geldiğini öğrenmek oldu. Ara ara bu hareketi yapmayı istediğim o kadar çok insan var ki… Eminim bana karşı aynı hareketi yapmayı isteyen de bir o kadar çok insan vardır. Neyse ki sorun etmiyor insan hislerin karşılıklı olduğunu bildiği sürece. Her neyse, o işaretin anlamı için bile izlenmeye değer bir film var karşınızda neticede.

BD8D7F01-7B6C-4CAE-B098-3D5DC4498D32

E0C23077-768F-467E-8878-619F18870B70

PATMOS

P.Ö.(PATMOS’tan ÖNCE):

image

Hızlı feribotla geçmeye çalışıyoruz karşı yakaya. Yolda tam dört defa stop ediyoruz. Motorların çekiş gücü yetersiz imiş; bunun üzerine denizin üzerinde bir süre beklemeye koyuluyoruz bakalım ne olacak der gibisinden. Bir şekil kaptan sarsıyor, ayıltıyor, hale yola sokuyor minik gemisini ve yokuş çıkmakta zorlanan ve azar azar kızıp, bol bol homurdanan beygir gücü düşük, Rus iklimine yatkın Şirince’ye çıkarken bin dereden su getiren bir Lada gibi, yükü ağır bir arabaymışçasına molalarda kendine geldikten sonra ha gayret yola koyuluyoruz bir daha, bir daha. Köpük köpük oluyor pencereler dalgalardan, dışarıyı görmek ne mümkün! Yanımdaki adam hep konuşuyor, hiç susmuyor. Onun yanındaki adam ise daima susuyor. İyi bir ikili olmuşlar sanki. Aynı iki adamdan daima konuşan sıkıntılı da. Perdeleri çekiyor, nerede olduğuna bakıyor. Kah telefonda kah ayakta, hanımlarsa arkada; bir içeride bir dışarıda, terasla evin içi arasında mekik dokuyormuşçasına da rahat, yerinden her kalkışında bermudasını düzeltiyor ve balkondan edindiği mahalle dedikodularını aktarırcasına anlatıyor denizin ortasında görmüş olduğu tüm adaları, tekneleri, olayları, denizciliğe dair tüm bilgileri öğreniyorum kendisinden bir anda ama ne ben Moby Dick’i yazacak olan Melville’im, ne de Kaptan Ahab olabilirim. Derken bir Ahab geliyor işte. İsmi Şafak, Arnavut Şafak. İri gövdesini sığdırdığı bir tabureye geçip bu iki adamı karşısına alıp başlıyor anlatmaya Adaları Modaları… Şimdi herkes susuyor, tek Şafak konuşuyor, Arnavut Şafak. Adalardan hepsi birer şehirmişçesine bahsediyor. O şehir şöyle, bu şehir böyle diyor. Anlatıyor da anlatıyor. Mayorka’da bir gecede 1350 euro yemiş, diskoda barda, o zamanlar kuyumcu dükkanı varmış. Herkese kızıyor ve yüksek sesle cüretkarca söyleyebiliyor bunu. Yanımdaki iki adam, ikisi de susmuş, meraklı gözlerle anlamaya çalışıyor gibiler ne ile karşı karşıya olduklarının. Ama uslu uslu da dinliyorlar Şafak’ı.

Nihayet Leros’tayız. Fırlayarak çıkıyorum içeriden ama gene de vize kuyruğunda ortalardayım. Mussolini’nin evinin olduğu ada burası. İtalya’ya gelmişim gibi hissediyorum. Limandan çıkar çıkmaz Patmos biletimi alıyorum. Dodekanese’lerle gideceğim ve bir saatten az vaktim olduğunu öğreniyorum. Aynı feribottan indiğim çiftten kadın nefis bir Yunanca ile konuşuyor görevliyle. Ne yapabiliriz diye bakıyoruz birbirimize. Onlar kalacaklarını söylüyorlar bu adada en az bir gece, bense Patmos için sabırsızlanıyorum durduğum yerde. Oradan ayrılır ayrılmaz karşıda durmakta olan hani şu hep ağır ağır giden, üst katında yer tutmak gayretindeki beyaz tenli İngiliz turistlerin saatlerce süren seyahat sonucu kıpkırmızı bir burun ve pespembe bir tenle karaya ayak basabildikleri iki katlı tekneye gözüm takılıyor. Onlar iki buçukta kalkacaklarmış ve evet, Patmos’a. Pişman oluyorum bileti aldığıma. Gerisin geri gişeye gelip bilet iadesi yapıyor, ikide geri gelmenin planlarını yapıyorum tilki tilki. Limandan ayrılır ayrılmaz bilet ve tur satan bir çeşit turizm enformasyon bürosu buluyorum. İçeri girdiğimde çat pat ingilizcesiyle görevli Yunanlıyla konuşan bir adam buluyorum ve ne cümlelerinin sonu geliyor ne de sitemlerinin. Yüzünü bana döndüğünde bir çift çakır gözle göz göze geliyorum ve arkasını dönerken bile hiç susmayan çenesiyle. Oturmaya giderken de konuşuyor. Bense gitmek istediğim yerlerden ve az vaktimden şikayetçi olduğumdan ve anlamsız sitemlerimi en iyi aynı dili konuştuğum biriyle paylaşacağımı hissederek dönüyorum çakıra. Ona Mussolini’nin evini görmek istediğimden bahsediyorum. Adanın öte tarafında olduğunu ve hiç gerek olmadığını, taksi parama yazık olduğunu söylüyor. Agios Isidoros şapelini soruyorum, şapel, mapel, manastır aynı şey, zaten oranın da bir özelliği yok diyor. Sonra da ekliyor Türkler buraya hiç gelmesin, ben bıktım onlardan, kaçıyorum durmadan diyor. Adamın tipliği bana da sirayet ediyor. Adam gidip görmek istediğim her yeri baltalamış oluyor. Hevesimi kaçırıyor, adadan soğuyorum ve beni kaçırmayı başarmış oluyor. Soluğu bilet alıp, sonra iade edip verdiğim görevlinin minik kulübesinin önünde alıyorum. Beni vurmayacaksınız ya diyorum ve tekrar bilet kestiriyorum. Sinir geldi bu adadan, sinir geldi Art Nouveau’dan. Feribottaki yol arkadaşlarım Kos’a bilet alırken, suskun olanın eşi sitem ediyor bu sefer, İstanbul’dan uçakla daha ucuz olurdu bunca yol parası verip duruyoruz diyor. Hak veriyorum ama bizim paramız yenik euro karşısında ve her şeyi üç katıyla çarpıyorsun ister istemez çok tutuyor yekun. Suskun adam, çok konuşana para vermeye çalışıyor, diğeri sen zenginsin biliyoruz, sonra verirsin diyor, çok enteresan bir espri anlayışı var bu kimsenin ve acaba bu da bana sirayet eder mi diye düşünmeye başlıyorum. Önceden ayarladıkları taksilerine binip, gene önceden ayarlanmış otellerine gitmek üzere yola koyuluyorlar. Bir kadın yaklaşıyor yanıma, İngilizce sormak istediklerini benim aracılığımla iletiyoruz karşı tarafa. Buradan Patmos’a geçmek istediğini söylüyor, bugün dönecekmiş tekrar. Bugün pazartesi ve tatil günleri diyorum. Kalmanız gerek diyorum. Bir saatliğine onca yol çekilmez diyorum. Leros’u gezmeye karar veriyor. Bir günlüğüne Rodos’a gidiyor insanlar. Saatlerce yol gidip, geldikten sonra ise geri dönüyorlar. Bir gece bir yerde kalmdadan hiçbir şey anlamıyorsun halbuki. Hayalet gibi gezip dönüyorsun oraya buraya atlayarak, bir sürü güzellikleri de atlayarak. Bense geciken Dodekenese’e ait katamaranımı beklemeye koyuluyorum diğer yolcularla birlikte limanda. Beklerken de güvenliğin çokluğu çekiyor dikkatimi. Sanki 70’lerden bir Costa Gavras filmindeymişimcesine…20140915_120710

Leros bir hayalkırıklığı gibi geliyor ve her ne kadar şehir pardon ada kaybı pardon zaman kaybı yaşamış olduğuma dair kendime kızsam da zira Kos üzerinden de gidebilirdim Patmos’a, güverteye çıktığımda her şey, hepsi siliniyor bir anda. Güvertenin ön tarafındayım. Ve arkası dönük bir adam var rüzgara karşı dimdik duran. Sımsıkı tutunmuş demirlere. Rüzgar gömleğinin yakasını uçuruyor. Rüzgar gömleğini havalandırıyor. Rüzgar deli gibi esiyor. En çok kulaklarından çarpıyor insanı. Kimisi kulaklarını tıkayarak durabiliyor. Ama o rüzgara karşı “I’m the king of the world!” der gibi(Umarım batarsak da yüzeyde kalan tek kişilik yerini bana verir ve Titanic’in müziği ağlamsak şarkı ile sulara gömülmeyiz!) kımıldamadan duruyor. Yolculardan bazıları yere oturmuş, kimisi kitap okuyor, kimisi hiç konuşmadan kendisiyle, dünyayla hesaplaşıyor. Ben de bu kategoriye dahil oluyorum hemencecik. Yorulanlar ayrılıyorlar aramızdan. Lipsi ilk durak, ilk liman. Şirin görünüyor uzaktan. Telaşlı kalabalığı aldıktan sonra yola koyuluyoruz tekrar. Tekerlekli bavullar, sırt çantaları, omuz çantaları, ayaklı ayaksız dünyalar taşınıyor bir yerden diğerine. Ne çok kirli çamaşırlar saklı kim bilir içlerinde?

20140915_131029

P.(PATMOS):

20140916_084426

20140915_120717

20140916_112412

Nihayet. Nihayet en çok görmek istediğim adadayım. Nihayet Patmos’tayım. Thomas’ın aile işletmesi Rodon Otel’in çatı katında, hiç fırsat bulup oturamayacağım çift cephe manzaralı odasının balkonundan bakıyorum şehre pardon adaya. Tanıdıkça daha çok seveceğim hissi doğuyor içime. Burası Skala merkez, Chora(Kora) ise tepede. Thomas’ın motorunun arkasına binip, bir Fiat Panda kiralıyoruz beraber acenteden. Otel merkezden iki sokak geride ve sayılı adımlarla deniz kenarında buluveriyorum kendimi. Her şey yakın, hayat kolay burada. Limandan in, oteline gir, arabanı olmadı motorunu kirala, denize git, yemeğini ye, kahveni iç, alışverişini yap, huzurla daya ayaklarını trabzanlara, şükret sonra da burada olduğuna. Şükür şükür şükür… Verdiklerine, yaşattıklarına şükür. Minnet minnet minnet… Gözümü açtığım her yeni gün için, mutlu birkaç an için, burada olduğum için. Çarşaf gibi deniz, parlayan güneş için, etrafımda düzgün insanlar olduğu için. Daha da mutluluk nedir ki?

20140915_143644

image

20140916_112859

20140915_213212

20140915_123527

20140915_144730

Denize girmek için bulduğum iki koyun ikisi de birbirinden bakir. Bir tanesinde tek bir kişi var sadece denize giren. Bense acıktığımdan yakınında restoran olanı seçiyorum, yani nispeten kalabalık olanını. Hesabı ödüyorum ve tüm eşyamı arabada bırakıyorum. Üzerimde incecik bir peştemal, ve elimde arabanın anahtarı var. Ouzo etkisini gösteriyor, uzanıyorum mütebessim. Tek sırıtan benim. Yanımdaki yalnız Fransız kadına soruyorum etrafta duş olup olmadığını, ana aksanının gülünçleştirdiği bir İngilizce ile yanıtlıyor sorumu. Yok. Denize giriyorum ve çıkıyorum. Bir erkek sesi gene çat pat İngilizcesiyle iyi yüzücüsünüz diyor. Nereli olduğunu soruyorum. Alman ve Hannover tarafından imiş. Beni soruyor. Türkiye cevabım onu o kadar şaşırtıyor ki bu sefer dehşetle havlunuz yok diyor. Yok. Ne yapabilirim? Arabaya ıslak ıslak oturuşuma bakıyor yüzündeki aynı dehşetle. Gözlerindeki bana dair soru işaretleri birer şimşek gibi çakıyor art arda. Onu benimle ilgili kaygılarıyla başbaşa bırakıp yola koyuluyorum.

Duş alıp sokağa çıkmamla beraber havayı kararmış buluyorum. Ahtapot sevdası burada da bitecek gibi değil. Deniz ürünlerini tüketmek insanların aklını kurcalayan bir mevzu burada da. Avrupa’daki restoranların mutfaklarından yayılan domuz etinin kendine has kokusu sokak aralarında sıcaktan bunalan mutfak personelinin havalandırmak için kapılarını açtığında burnunuza çarpmıyor çoğu zaman. Herkes balık tüketiyor buralarda çünkü.

—-.—-

20140916_091828

image

Sekizde açılacak manastır için heyecandan altıda uyanıp, kahvaltı bulamayacağım ihtimaline karşılık saat yediye yirmi kalaya kadar gözlerimi dinlendirip, işlerimi ağırdan alıp, balkonumun manzarasından birkaç dakika manzarayı seyre koyulduktan sonra ancak düşüyorum yola sabırsız içinde. Kutsal Kıyamet Manastırı ilk durağım oluyor. Giriş ücretini veriyor ve aşağıya iniyorum merdivenlerden. İçeride ayin var ve sabahın erken saatlerinde duyduğum rahibin sesi bana uzun zamandır kendi kendime sorduğum sorunun cevabını veriyor. Kutsal olan insan sesi, büyü gibi, enstrümansız, yalın, hiç anlamadığın dilde, hiç anlamadığın sözler ve belki çok şeyler söylüyorlar. İçli ve düzgün bir insan sesi ve onu duyduğun anlar kutsal sadece.

image

Son basamağa indiğimde rahibi görüyorum cübbesi üzerinde, arkası dönük; uzun boylu ve azametli. Kıyafet zorunluluğunu anımsıyorum. Üzerimde askılı blüz, altımda dizlerimin az üzerinde kloş bir etek, ayaklarımda parmak arası terliklerim ve kırmızı ojelerim var. Beni böyle görmesin istiyorum. Arkasını hiç dönmesin istiyorum. Uzun rahibe etekleri var üç adım ötemde. Hamle yapıp yapmamak arasında gidip geliyorum. Ya eteğe uzanacağım yahut beni görmesini engellemek üzere duvarın ardına gizleneceğim. Yanlış hamleyi yapıyorum bile. Artık çok geç. Elimde etek başımdan mı geçireyim, altımdan mı giyeyim diye çekiştirip dururken rahip dönüyor tüm görkemiyle. Göz göze geliyoruz. Beni baştan aşağı süzüyor ve tüm ciddiyetiyle lastik kısmından çekiştirdiğim eteğe bakıyor ve arkasını dönüyor tekrar. Etek çok uzun ve göğsümün üzerine kadar çekiyorum. İçeri giriyorum. Bir kişi var. O da yaşlı bir kadın. Alelade kesilmiş, ojesiz tırnakları var. Yarım kollu bir elbise giymiş, arada burnunu çekiyor ama hep yere bakıyor düşünceli düşünceli. Onun yanına oturuyorum, çantamı dışarıda bırakarak. Çanları çalan zangoç, ilahiyi okuyan bir adam daha var içeride ve akustik olağanüstü. Sesler duvarlara çarpıyor ve aksediyor, papaz ve adam düet yaparcasına okuyorlar ilahileri. Dinliyorum, dinliyorum. Bir mum yakıyorum. Geri oturuyorum. Rahibin ciddiyeti beni vuruyor. Hiç göz temasımız olmuyor. İçeri gidiyor, oradayken ezberden okuyor, dönüyor dolaşıyor upuzun haçlarla süslenmiş esvabı, uzun sakalları bana Tolstoy’u çağrıştırıyor. Küçük gözleri var ve ara ara sağ eliyle sağ gözünü ovuşturuyor. Ağır ağır hareket ediyor. Kendi hayat telaşımı ve oraya buraya koşturup duruşumu düşünüyorum. Oysa ki burada zaman durmuş gibi.

İnsanlar ayin dinlemeye yeni yeni geliyorlar, tur otobüsleri ve insan kalabalığı başlamış demek ki gün henüz daha yeni başlamış. Bense Aziz Yuhanna Manastırı’na doğru yola koyuluyorum. Hazine yani müze kısmı henüz açılmamış ve burada da kıyafet zorunluluğu var. Şallardan birini etek yapıyorum kendime, kollarınız diyor bir görevli. Bir diğer şalı da kollarıma doluyor, Meksikalılar’a benziyorum bu halimle. Müzede fotoğraf çekmek yasak. Çıkışta genç rahip adaylarına “Kali mera!” deyip geçiyorum önlerinden. Hevesle cevap veriyorlar bana. Şallardan kurtulup yola çıkıyorum. Arabaya biniyorum son kez muhteşem manzaraya bakarak. Elli metre ileride az evvel bana selam vermiş olan rahip adaylarından birini alıyorum arabaya. Skala’ya götürebileceğimi söylüyorum kendisini. Bir de buraya  çocuk sahibi olmayı dileyen kadınların gelip, dua ettiğinden ve dileklerinin gerçekleştiğinden bahsediyorum. Nerede olduğunu soruyorum. Ayin için geldiğim yerde olduğunu söylüyor. Tekrar mağaraya gidiyoruz. Dünkü peştemalimle omuzlarımı örtüyorum. Eteği belime geçiriyorum bu sefer kapıda. Sabah ayinini dinlediğim rahiple göz göze geliyorum. Gene mi sen derken bile ihtiyatlı ve sert. Bir kabuğu var ve beni meraklandırıyor bu vakur tavırları. Gülsün istiyorum. Sussun gene ama bir ancık gülsün. Ben tebessüme de razıyım. Genç Rahip adayı beni anlatıyor baş rahibe. Müslüman diyor, Türkiye’den gelmiş(sanki bu kısmın üzerinde durmasaydı iyi olurdu) diyor ve çocuğu olmuyormuş buraya onun için gelmiş diyor(bu kanıya nereden kapıldı anlamıyorum, ben sadece bunun gerçek olup olmadığını sormuştum kendisine) ve ben bir anda ayin bitiminde haç farizelerini yerine getirmiş olmanın huzuru yüzlerini kaplamış nur yüzlü Hıristiyanların önünde buluveriyorum kendimi. Tanrım bir baba aday adayım bile yok. Tanrım ben çocuğum olmasını istediğimden bile emin değilim, zaten bu dünyaya çocuk getirmek istediğimden de hiç emin olmamıştım, hareketli bir şeyle ne yapar, nasıl başa çıkabilirim hiç bilmiyorum. Bir fren sistemleri bile yok basınca duran. Neden buradayım onu bile bilmiyorum ama başrahip beni yanına çağırdığında kendimden geçercesine yanına gidiyorum zaten başka çarem de yok ve kırk devletten, kırk milletten, kırk türlü insanın önünde şaşkın şaşkın rahibin karşısına geçip kendimi teslim ediyorum. Benim iyi niyetli rahip adayım ise topluluğa dönüp, İngilizce olarak ne kadar çok çocuk sahibi olmak istediğimi filan söylüyor. Rahip beni kutsuyor. Bir tülbent geçiriyor başıma, duasını okuyor, kafamın içinde atlar koşturuyorlar dörtnala dizginleyemediğim, ne yapacağımı bilemiyorum. Sonra eşiği öpmemi söylüyor, dizlerimin üzerine çöküyorum ve öpüyorum. Sonra dua etmem gerektiğini söylüyorlar. Besmele mi çeksem, şu durumda uygun olur mu acaba diye düşünüyorum. İyice sersemlemiş şekilde ayağa kalktıktan sonra rahip camekanın arkasındaki ikonayı öpmemi söylüyor. Can havliyle onu da öpüyorum. Ama fazla sert yapıştırıyorum dudaklarımı, camı kıracağım nerdeyse. O anda hep ciddi olan rahibi gülümsetmeyi başarıyorum. Bana gülüyor. Hiç bilmiyor ki ne istediğini hiç bilmeyen bir dünyalı burada dizlerinin üzerinde onu buraya savurtan hayata boyun eğmiş duruyor karşısında. Kendi payıma düşen ayin kısmı bitiyor. Arkamı dönüyorum ve ellerinde peçeteler gözyaşlarını silmeye çalışan ve beni izleyen kadınlarla göz göze geliyorum. Hepsi bana içten dileklerini sunuyorlar. Tanrım hepsi benim bu emeğimin karşılıksız kalmamasını istiyor ve yüreklerinden yakarıyorlar Tanrı’ya bir çocuğum olsun diye. İbretle izlenmişim bana saatler gibi gelen dakikalar boyunca. Teşekkür edip, gün ışığına kavuşuyoruz nihayet. Genç  rahip adayı bana böyle bir ritüel olduğundan habersiz olduğunu, ilk defa böyle bir şeyle karşılaştığını söylüyor ve o da bana denk gelmiş. Bakar mısınız? Zangoçla karşılaşıyoruz, sohbet ediyorlar ayaküstü. Herkes bana bir değişik bakıyor sanki. Hediyelik eşyalar satılan yerden bir bilezik hediye ediyor bana rahip adayı. Elbette ki çocuğum olması için. Görevlilere de soruyor. Onlar da en uygun hediyeyi buluyorlar benim için. Elbette ki çocuğum olması için. Cüzdanımda taşımam gerektiğini söylüyorlar. O zaman çocuğum olabilecekmiş. İyi ama…

20140918_220907

Arabaya bindiğimizde iyice sersemlemiş olduğumdan tuhaf sorular sormaya başlıyorum:
-“Son derece uzun ve irisiniz. Güçlü görünüyorsunuz. Buradaki tüm rahipler öyle. Seçilmiş gibisiniz.”
-“Evet. Sizin din adamlarınız farklı mı?”
-“Bizde imam olmak için gerekli fiziksel şartlar yok(Dışımdan). Hiç yakışıklı ve karizmatik imam görmedim hayatımda ama düzgün din adamları tanıdım okuyan, düşünen, aklı başında, sofulukla yobazlığın ayrımında olan ve Kur’an’ı kalpten sevdirebilecek kadar donanımlı olan(İçimden).
-“Rahipler içki içebilir mi?”
-“Evet bir kadeh, yemekle beraber ama her gün değil ve sarhoş olmayacak miktarlarda.”
-“Hiç Türkiye’de bulundunuz mu?”
-“Evet, Kuşadası, İzmir, Antalya, Ayvalık ve İstanbul.”
-“Hiç Kur’an’ı okudunuz mu?”
-“Sekiz defa. Meryem Ana’nın annesi bizde Anna, Kur’an’da ise Ümran olarak geçer. İçeride o kısmı okundu İncil’in.”
-“Sizler evlenebiliyor muydunuz?”
Bu son soru asla sorulmadı. Asla. Aklımı, yarım kaçırmış olabilirim az evvel yaşadıklarımdan ötürü; ama az bir kısmı benimle birlikte ve Patmos’a gelip hiç hesapta yokken çocuk sahibi olmak için çektiklerim ortadayken ve hiç tanımadığım insanlar bütün bu yaşadıklarıma tanık olmuşken ve ben figüran olarak çıktığım sahnede bir başına ve bir şey bilmeden ve bir şeyden anlamadan komutlarla rolümü oynarken ve seyircilerim tarafından kalpten ve ilahi bir coşkuyla içten içe alkışlanırken ve bunca gerçekçiyken, her şey bunca gerçekken, birde evlilik konusunu açsam yanlış anlaşılabilirim gibi geldi bir an.

image

Kendime gelmek için denize giriyorum aynı sahilde başka başka insanlarla. Su pırıl pırıl önümde. İki kez giriyor, çıkışta aynı peştamalime sarınmadan önce üzerine uzanıveriyorum birkaç dakikalığına bir ağacın altına ve işte o ağacın altı size:

20140916_111735

Bir an aklımdan genç rahip adayı geçiyor Skala’ya geldiğimde. Düşündüğüm anda ellerinde torbalarla geçiyor önümden. Öne doğru kaykıla kaykıla yürüyor bir başına. Ben ara sokakta olduğumdan beni görmüyor. Söylemiş olduğu gibi manastır alışverişini yapmış, merkeze geçiyor. Bu dünyadayken asla çözemediğim gizemleri var hayatın. Bu anda onlardan biriydi. Geldi ve geçti.

Otel ücretini ödüyorum, pasaportumu alıyorum, arabayı teslim edip, limana bırakılıyorum ve nihayet meydandaki Plaza Cafe’ye geçip oturuyorum. Elinde siparişleri kime getirdiğini hiç bilmeyen aklı karışmış bir garson var burada. İhtiyar delikanlı turlayıp duruyor masaları ve siparişler kimindi acaba diye sorup duruyor her masada nazikçe. Bir genç var onu takip eden. Böyle bir siparişin hiç verilmemiş olması şüphesi var sanki gözlerde.

Limana yaklaşan ve Leros’tan gelmekte olan gemiden inenler arasında bir geçe geçirip dönmek isteyen çifti görüyorum. Seslenmek istiyorum ama isimlerini bilmiyorum. Onlar da öylece geçiyorlar önümden. Hiç konuşmamamız gerekmiş belki de.

P.S.(PATMOS’tan SONRA):

image

Dönüşte ise üç liman var uğradığımız Kos’a gelirken: Lipsi, Leros ve Kalimnos. İki buçuk saatlik yolculuk esnasında gene güverteye çıkıyorum. Limanlara geri geri yanaştığımızdan arka tarafa geçip inen binen yolculara bakıp, rüzgara karşı ön tarafa geçiyorum. Tek ayağı sarılı bir adam gelip oturuyor yere. Sırt çantasını sırtına dayanak yapıyor önce. Satın almış olduğu sandviçi yere koyuyor. O kadar pasaklı ki. Bereket naylon poşetin içinde olduğunu görüyorum, seviniyorum. Naylon poşeti dişleriyle açınca tekrar başa dönüyorum. Perişan ama mutlu görünüyor. Mutlu mesut yiyor sandviçini. Arada yere koyuyor, arada ısırıyor. Titiz insanın dayanacağı şeyler değil yaptıkları. Ne yaparsın? Hayat onun hayatı. Sandviç onun sandviçi.

20140916_145706

Kos’ta iner inmez ferribot saatini öğrenip, karnımı doyurmak için her zaman gittiğim restorana gidiyorum. Kalamari ve bir bira söylüyorum. Dükkanın sahibi gelip benimle sohbete başlıyor. Bana tek bir adamın ki o da İtalyan’mış yaşadığı adadan bahsediyor. Bir de karısı varmış. Sonra da on sekiz kişilik diğer adadan. Pserimos’muş bu ada ve kışınmış bu rakam. Bir okul varmış adada, tek bir de öğrencisi. Kalanların kimler olduğunu düşünmeye başlıyorum; bir öğretmen(her sınıfa hitap etmesi gerek ya da her şeyi bilmesi), bir rahip elbette aynı zamanda zangoç olsa, doktor belki ve bir eczane(eczacı bu insanlara ilaç diye ne satar ne kazanır, o ayrı konu), hastane yokmuş zaten. Bir kişi ölse kalan on yedi kişi o kişiyi gömse; cenazeyi yıkasa, kefene koysa, mezarını kazsa, haçını dikse, üzülse arkasından, ağlasa, bir yudum şarap içse, şerefine kadeh kaldırsa, böyle böyle ömrü tüketse bir adada…

20140915_141142

Adalar malum Osmanlı’nın ve İtalyanlar’ın boyunduruğunda ayakta kalma savaşı vermişler. Osmanlı gitti din kardeşi geldi derken, farklı farklı zulümler görmüşler. Kos’taki Türk mahallesinin varlığından bahsediyoruz.  Bir sürü Türk var burada yaşayan, belki biraz da ondan elini atsan Türk etrafta. Tanıdığını, eşini dostunu görmeye gelen Türkler her yerde. Nüfus çok olduğundan da butik zihniyetinde değil buradaki dükkanlar Patmos’taki gibi. Leros ve Patmos’a Türk gitmiyor, alışverişin olmadığı yerde bizimkiler barınamıyor demişti bir kadın. Gerçekten de çeşit çeşit baharatların, hediyelik eşyaların satıldığı Kos’ta, Patmos’taki rafine tatları bulmak öyle kolay olmuyor. Patmos’taki Nektar’ın sahibi Irene ve yardımcısı Küba’lı dev gibi bir adamdan aldığım zeytinlerin tadını ise asla unutmam.

http://www.patmos-island.com/shopping/nektar/1#.VBnciWIaySN

Kalimnos’tan ve Saint Savvas’tan bahsediyorum restoran sahibine. Buralarda çok sevildiğinden bahsediyor, benim ondan bahsetmeme şaşırıyor sadece. Kos’a da geldiğini söylüyor yaşarken. Onu tanıyan insanların varlığından da bahsediyor. Sonra tüm din adamlarını sevmediğini söylüyor. Bense doktorunda iyisi var, kötüsü var diyorum. Aynı noktada birleşiyoruz. Nihayetinde Tek bir Tanrı var. Aynı Tanrı var. Ve hepimiz Aynı Tanrı’nın Çocuklarıyız. O yaka bu yaka diye değişmiyor işte.

Özet olarak dönüşte Dimitri Enişte’nin kestiği biletle ve onun tanıdığı ayrıcalıkla ancak vize kuyruğundan bir sürü insandan önce geçip zar zor yetişiyorum feribotuma. İyi ki var imiş. Ve ben de iyi ki Patmos’ta diretmişim, iyi ki gelmişim buralara. Daha bir sürü güzellik, binbir türlü insan, bir sürü derin düşünceyle ayrılıyorum adadan. Hiç unutmayacağım ve sanırım asla unutulamayacağım izler bıraktık karşılıklı olarak. Hala anne olmak istemiyorum ama herkes o kadar istedi ki benim adıma, benim için, sanıyorum kalırsam da çok sürpriz olmayacaktır. Şimdi şimdi yapma fırsatı buluyorum yaşadıklarımın muhasebesini. Ben çok seviyorum Yunan Adalarını ve dokunarak konuşan Yunan halkını, biraz(!) çapkın Rum erkeklerini, cin gibi kadınlarını, gevezeliklerini, sabah sabah hiç üşenmeden bir şapele, bir kiliseye gidip bir mum yakışlarını, kalpten dua edişlerini, ağız dolusu gülüşlerini, tarihin içtenliksiz gölgesine rağmen bütünleşmiş hikayelerimizi…

image

Sevgiler…

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑