FRANTZ

images

FRANTZ :

“-Çok acı çekmiş olmalısın!
-Tek yaram Frantz.”

“Affını istemeye,
Yükümden kurtulmaya,
Öldürdüğüm adamı tanımaya geldim.” Adrien

“Cebindeki mektupta yazılanları içime kazıdım.” Adrien

“Oğlum, oğlun, senin oğlun, senin iki oğlun. Onları cepheye kim gönderdi? Cephanelik taşıyıp süngüleri bileyen kimdi? Bizdik. Babaları. Hem bizim hem de onların tarafında bu böyleydi. Biz sorumluyuz. Onların binlerce evladını öldürürken zaferimizi biralarımızı içerek kutladık. Onlar evlatlarımızı öldürdüklerinde de şaraplarını içerek kutladılar. Evlatlarının ölümlerine içen babalarız biz.” Frantz’ın babası Dr. Hans Hoffmeister

Francois Ozon’un, Ernst Lubitsch’in de bir tiyatro oyunundan uyarladığı 1932 yılı yapımı Broken Lullaby isimli gişede fiyaskoya uğramış tek dram filminden bir kez daha fakat bu kez farklı bir karakterin bakış açısıyla ve bir başka temaya parmak basarak uyarladığı filmi, yönetmenin enteresan filmografisinde, özellikle de son zamanlarda izlediklerim arasında, en başarılı bulduğum eseri olmuştur kısaca(cümlemin uzunluğunu bastırmaya çalışıyorum “kısaca” kelimesinin cılız gölgesine ve kurmakta olduğum uzun cümlelerin nedensizliğine yaslanarak; bu sonradan kazanılmış meziyetimi artı olarak haneme ekleyiniz lütfen ve sonra da o verdiğiniz artıyı özenle atınız çöpe, sakın ola da sakınmayınız, bense gücenmek bilmeyeceğimdir nasılsa). Sekiz kadın ve Dans la Maison vardı bundan önce Ozon Sineması denildiğinde, şimdiyse daha kestirmeden “Frantz” var sadece. Bir parça geç izlemiş olmaksa benim kusurumdur. Telafi etmek için her tür numarayı yapacak ve olmayan gizli güçlerimi devreye sokacağım derhal. Eğer gerekirse de ışın kılıcımla sayfayı ortadan ikiye ayırıp rahatça okumanızı sağlayacağım. Frantz ve naif ve bir o kadar gerçekçi senaryosu melodramlara taş çıkartıyor. Abarttığımı düşünenler için abartmak çok içten bir kelime, inandırıcılığımızı yitirmediğimiz sürece.

images-3

Frantz’ı Ozon’un diğer filmlerinden ayıran en büyük özellik Bergmanvari açılışı ve karakterleri oluyor ilk etapta. Yönetmenin ara ara renklenen ilk siyah beyaz filmi imiş kendisi. Filmin etkileyici serbest uyarlamasını güçlendiren diyalogları, savaş karşıtı söylemleri, özellikle duygu geçişlerini başarıyla verebilen Paula Beer’ın oyunculuğu ve bambi bakışları, kırılgan vücuduyla canlandırdığı Adrien rolünde Pierre Niney sizi sarıp sarmalıyor hararetle. Liv Ullmann canlanıyor gözümde Paula Beer’ın göründüğü her sahnede. 1919 Quedlinburg’una yükseklerden bakılan bir sahneyle açılıyor film. Sonra pazarında, dükkanlarının arasında dolaşıyoruz siyah beyaz, rehberimizse siyahlara bürünmüş Anna. Biricik nişanlısını Birinci Dünya Savaşı’nda kaybetmiş ve şimdi onun ailesiyle birlikte yaşıyor. Merhum Frantz bir ailenin bir oğlu. Ailesinin onun yerine koyabileceği bir başka tesellileri de yok. Anna bir gün ellerinde çiçekler, Frantz’ın mezarı başına gittiğinde taze çiçekleri görüyor ondan önce bırakılmış olan. Mezarlık görevlisine verilen bahşişten onun bir Fransız olduğunu anlıyor. Bir akşam kapıları çalınıyor yüzünü göstermek istemeyen genç bir delikanlı tarafından ve belki de şehrin tek oteline gidiyor Anna, Adrien’ın kimliğini öğrenebilmek için. Adrien bu noktadan sonra sakladığı sırrıyla dahil oluyor Frantz ve ailesinin hayatına. Bizlerse yavaş yavaş bir şeyler öğreniyoruz hem Frantz hem de Adrien hakkında. Anna’ysa tanıdıkça sever oluyor Adrien’ı. Yaşlıca ve onu seven Kreutz’u tek kelimeyle reddederken, Frantz’ın arkadaşı olduğunu söyleyen Adrien’la ortak konuları ve bağları olan Frantz hakkında konuştukça tutuluyor ona. Adrien bu acılı oyunun yaratıcısı ve oyuncusu olarak Frantz’a dönüşmekten şikayetçi görünmüyor. İlk başlarda oğlunu öldürenin bir Fransız askeri olmasından ötürü, onun yerine ölmüş olmayı dileyen ve bu yüzden Adrien’ı kabullenmekte zorlanan doktor baba bile zamanla alışıyor yeni duruma ve seviyor bu kırılgan ve utangaç kemanisti. Annesi oğlunu çok iyi tanıyan ve seven bir arkadaşıyla tanışmaktan duyduğu memnuniyeti gizleyemiyor.  Teselli buluyor aile zamanla Adrien’ın varlığıyla.

Mevsimlerden en çok sonbaharı, dillerden Fransızcayı ve şehirlerden de Paris’i seven, aynı zamanda pasifist, vurulduğu esnada tüfeği dolu bile olmayan, Verlaine’in şiirlerine tutkun, hatta Rilke’ci Anna’ya onun “Sonbahar Şarkısı” adlı şiirini ezberletmiş Frantz’ın olduğu sahnelerde ve sevginin varolduğunu hissettiğimiz anlarda film renkleniyor bir anda baharda açan çiçekler gibi. Aile Frantz’ın döndüğünü farz ediyor Adrien’ın bedeninde. Eve huzur geliyor ilk defa Frantz’ın ölüm haberinden sonra. Adrien aynaya baktığında Frantz’ı görüyor. Frantz yaşıyor sanki onlarla birlikte. Göz kırpıyor ona. Halbuki mezarının altında değil cesedi, Fransa’da cephede gömülüvermiş diğer askerlerle birlikte, isimsiz bir şekilde.

downloadfile

Adrien’ın aile ile olan ilişkisi derinleştikçe bir zamanlar okullarında birbirlerinin dillerini öğrenen iki komşu ülkenin oğullarının cephelerde birbirlerini vuran erkeklere dönüşmek zorunda bırakılmaları anlatılıyor alttan alta. Miıyonlarca genç ölmüş her iki taraftan bu ilk dünya savaşı esnasında. Her ikisi de pasifist olan Frantz da, Adrien’da kaderin bir oyunuymuşçasına gidiyorlar cepheye. Adrien küçük yaşlarda kaybetmiş müzisyen olan babasını. Filmin sonlarına doğru karşımıza çıkan dominant annesine kalmış çiftliği yönetmek ve tek çocuğu Adrien’ı yetiştirmek. Frantz’sa babası tarafından gönderilmiş cepheye, vazifen diye, vatanına hizmet etmen gerek diye. Şimdiyse oğlundan yadigar ve onun yüreğine benzettiği kemanı veriyor Adrien’a ihtiyar bir Alman vermişti dersin diye. Hiç duymadığımız Frantz’ın sesi oluyor keman film boyunca. Film renkleniyor müziğin sesiyle birlikte. Müziğin mutlulukla bir alakası olması yeryüzünde. Frantz’ın görünmediği sahnelerde ama sanki varlığı etraflarındaymışçasına her hissedildiğinde yine renkleniyor film. O hissi bilir misiniz? Seversiniz, kaybedersiniz. Varlığı değil de, onunla geçirdiğiniz anlar canlanır gözünüzde. Filmdeyse Frantz’ın kendisi var oluyor bir anda, yaşıyormuşçasına. Geçmiş şimdiden güzel, şimdiyse anlaşılmaz bir şekilde geleceğe ait bu filmde.

images-1

Filmin dönüm noktası olan Adrien’ın itirafının ardından, Anna kendisini bir dizi kurtarıcı yalanın içerisinde buluyor. Her geçen gün Frantz’ı daha çok seven ve bu yüzden de acısı derinleşen Adrien artık içinde taşıyamaz olduğu yükü, Anna’ya teslim ediyor. Hal böyle olunca Frantz’ın yaşlı anne ve babasını korumak Anna’ya düşüyor. Adrien’ın ani gidişi ve sonrasıyla ilgili onun ağzından mektuplar yazıyor, bir bahane yaratıyor vedasız gidişine. Frantz’ın cepheden gönderdiği mektubunu okurken Adrien’ın sesi karışıyor mektuba bir sahnede. Frantz mutlu bir hayat yaşamasını vasiyet ediyor mektubunda kendisine bir şey olduğu takdirde. Anna manen boğuluyor ve nehre girip intihar etmekte buluyor çareyi. Fakat kurtarılıyor. Sevdiklerini kaybetmekten yorgun, sakladığı büyük sırrı taşıyamaz hale geldiğini görüyoruz. Sık sık karşımıza çıkan intihar olgusu Manet’nin İntihar tablosunda da çıkıyor karşımıza. Ve Anna ile Adrien arasındaki ufacık bir sevgi olasılığı sevimsiz bir şekilde sonlanıyor. Anna Adrien’ı bulmak için Fransa’ya trenle gidiyor. Genç adam evindeki bir sürü sorun, kafasındaki bir sürü soru işaretiyle karşılıyor onu. Birbirlerini sevmek ve ortak bir hayat kurmak için çok geç kalmış, çok yanlış zamanlarda karşılaşmış genç insanlar belki de onlar. Tıpkı Frantz gibi Adrien’da Anna’ya mutlu olmasını tembihliyor. Onu mutlu etmekten o kadar uzak ki. Adrien bir parça saplantılı bir aşkla bağlanmış olduğu Frantz uğruna, hiç yaşanmamış ortak mazilerini yeniden yazarak geçmişte yaşarken, Anna’nın serüveni ve büyümesi Adrien’ın ardından yaptığı tren seyahatiyle başlıyor. Bu yolculuk esnasında yaşadıkları hayattaki yalnızlığını doldurmak ve aynı hislerle kendisini karşılayacağını düşündüğü Adrien’ı görmek olsa da, Adrien’ın bu boşluğu doldurmaktan fersah fersah uzakta olduğuna şahit oluyoruz üzülerek. Anna’ysa teselliyi ona yaşama gücü veren tabloda buluyor. Film Louvre’da, Edouard Manet’nin “Le Suicide” tablosu karşısında sona eriyor. Yüzünde mutluluk okunmayan genç kadının yine de hayat karşısında dimdik durduğunun sinyallerini veriyor bu son sahne adeta. Bu tablonun ona anımsattıklarından yola çıkarak dünyanın tüm acımasızlığına inat içgüdüsel bir yaşama tutunma dürtüsüyle teselli buluyor Anna.

Sonbahar Şarkısı
“Sonbahar kemanlarının uzun hıçkırıkları monoton bir ağırlıkla kalbimi yaralar.
Saat çaldığı zaman, bitkin ve solgun eski günleri hatırlayarak ağlar
Ve kendimi kuru bir yaprak gibi oradan oraya sürükleyip götüren
Hain rüzgâra kaptırırım.” Paul Verlaine

IMG_0010

ANLAR VE İNSANLAR : DÖRDÜNCÜ BÖLÜM, KARS’A DOĞRU

 

ANLAR VE İNSANLAR : DÖRDÜNCÜ BÖLÜM, KARS’A DOĞRU

Sivas’tan Kars’a aktarmasız giden bir otobüs bulamadığımdan, ilk önce Erzurum’a gitmemin en doğrusu olacağı söyleniyor otogara açmış bulunduğum sayısız ve umutsuz birçok telefon görüşmesinden sonra. Razı oluyorum kaderime. Nasılsa alıştım parça parça dolaşmaya dünya üzerinde. Bir kız arkadaşım arıyor, tam da ben on’a doğru otogara girip, yolcu aldıktan sonra da on gibi kalkacak olan otobüsümü bekliyorken. Bu kız arkadaşımın belirgin bir özelliği hep Avrupa’ya gidiyor olmasıdır. Atlar uçağa ve Avrupa’ya gider. Fransa’yı şehir şehir bilir ve ne nerede onu da bilir. En iyi Fransız, Ortadoğu ve Uzakdoğu lokantalarını bilir. Versailles’i, Louvre’u defalarca dışarıdan tavaf etmiş, içeriden fethetmiştir. Ressamların, heykeltraşların özel hayatlarına dair trajik anları, büyük aşklarını seyahatlerini anlatırken araya tatlı tatlı sıkıştırmasını bildiğinden, ondan sonra gidip de gezdiğimiz her yerde onun ayak izlerinin ve hikayelerinin üzerinden geçeriz adım adım. Rodin, Camille Claudel, Leo, Picasso, büyük aşkları ve tuhaflıklarıyla yanıbaşımızdadır onun sayesinde. Yine bu kız arkadaşım sayesinde keşfetmiş olduğum ve hep uygular olduğum bir başka sanat eseri değerlendirme düsturumsa ondan sonra bir tabloyu incelerken o tabloya bakarken ressamın neler çektiğini düşünmemdir. Ne büyük aşk acısıyla ama ne büyük bir ilhamla, yasak aşkın kollarında ya da savaşın tam ortasında yüreği kan ağlarken ve tüm bunların yansımasında oluşan tablonun gerisindeki hikayeye odaklanmaya çalışırken bulurum kendimi onun sayesinde. Tablodaki göçmen kuşların, o karanlık dev dalgalarıyla bakanı yutmaya hazırmış gibi görünen denizin ressamın ruh haliyle bir ilişkisi olduğunu bilirim her zaman. Müsaadenizle, kız arkadaşımla yaptığım bu tuhaf konuşmanın metnini olduğu gibi sizlere aktarıyorum. Kız arkadaşımın mahremiyetini korumak adına şaşırtmacalı bir isim veriyorum, Ayşe babaannemin adıdır ve dolayısıyla da çok sevdiğim bir isimdir.

Ayşe : Selam, nerelerdesin, görüşemedik.
Ben : İyiyim, ben Anadolu oldum, gezmekteyim.
Ayşe : Aa yine mi?
Ben : Yine.
Ayşe : Neredesin peki?
Ben : Sivas.
Ayşe : Gitmemiş miydin? Sivas’a?
Ben: Gitmiştim ben Sivas’a. Gene geldim ben Sivas’a.
Ayşe : Ne zaman döneceksin? Görüşelim sen gelince.
Ben : Şimdi yola çıkmak üzereydim, on otobüsüyle Erzurum üzerinden Kars yapacağım.
Ayşe : Aa… İşin mi yok kızım ya? Roma, Amsterdam varken? Üstelik bu havada. Pes diyorum sadece.
Ben : Derinlik arıyorum ben.
Ayşe : Aklını mı kaçırdın sen? Derinliği bulmaya bir uçtan bir uca hem de otobüsle mi gidilir? Yollarda telef olduğunla kalacaksın. Vakit varken dön gel geri. Gel beraber Paris’e gidelim.
Ben : Bu kadar yaklaşmışken olmaz. Altı saat sonra Erzurum’dayım. Akşama da Kars’ta. Üstelik aşıklar şehrine seninle gitmeyi düşünmüyorum.
Ayşe : Buldun mu bari?
Ben : Neyi?
Ayşe : Aradığın derinliği.
Ben : Henüz değil, çalışıyorum.
Ayşe : Bir koca bulalım sana.
Ben : Sen buldun ne oldu?
Ayşe : Buldum en azından. Bulmuştum en azından. Bir başkası benimkini bulana kadar diyelim.
Ben : Ben almayayım.
Ayşe : Neyi alacaksın bilelim de. Mülteciler bir yanda, PKK’sı, Işid’i… Kızım korkutuyorsun beni. Hiç bilmedin canının kıymetini. Böyleydin sen. Alem gider Mersin’e, sen gidersin tersine. Kör kuyuya atla deseler, ilk sen atlarsın.
Ben : Artık atlayamam, çünkü yaşlandım. Mülteciler her yerde. PKK beni ne yapsın? Annem gibi konuştun. Otobüsüm kalkmak üzere.
Ayşe : Ondaydı otobüsün, daha yarım saat var.
Ben : Erken geldi, erken de gidecektir.
Ayşe : Nereye? Off tamam, kendine dikkat et.
Ben : Ederim.
Ayşe : Ben şimdi ne yapayım?
Ben : Ne gibi?
Ayşe : Senin için.
Ben : Yasin oku.
Ayşe : İnşallah trafik terörüne kurban vermeyiz seni. Öne geç de bari, şoförleri takip et.
Ben : En önde giderek, şoförü ayık tutmayı nasıl başarabileceğimi söylersen tam olacak. Sen pilot kabinine giriyor musun?
Ayşe : Eskiden kazalar öyle olmaz mıydı? Adamcağız yorgun olurdu, transa girer ve uyurdu.
Ben : Trans mı?
Ayşe : Sözün gelişiydi. Neyse sen kendine dikkat et yeter.
Ben : Tamam. Tamam. Binlerce, milyonlarca kez tamam. Yeter ki sen tamam.

Gidenin yolundan döndürülemeyeceğine dair iyi niyetli bir telefon görüşmesi daha son bulmuş olup, yoluma bir başka engel daha çıkmasına fırsat vermeden perona yaklaşmış olan otobüsün içine kendimi atmamla, gerisin geri dışarı atmam bir oluyor. Uzun yolculuklardaki en mühim kuralı unutuyorum. Eğer bir otobüse ilk duraktan binmiyorsan, sakın ola kendini darda kalmışlar gibi içeri atma. Tabii eğer buna fırsatın varsa. İzmir’den yola çıkıp, Erzurum’a gitmekte olan Esadaş firmasına ait otobüsün uzun saatler boyunca süren çileli ve havasız kalmış yolcularının besmeleler çekerek ve şükür sesleriyle boşalttıkları ve gecenin tortusunun silinmesinin öyle kolay mümkün olmadığı otobüsün daha ilk basamaklarında burnuma gelen ağırlaştırılmış müebbet yağ ve ter kokusuyla nasıl başa çıkacağımı bilemeden tıpkı Ayşe’nin dediği gibi transa geçiyorum bir anda. Herkes uyumuş uyanmış ya da daha uyukluyorken, uykularının tatlı bir anında, yolculuklarının biteceği anı ümit etmekten yorulmuş, saçları başları dağılmış yolcular, kendine gelmeyi başaramayacak gibi görünen muavin ve ikinci kaptan dökülerek ve sallanarak iniyorlar aşağıya. Küçük çekçekli valizimi emanet etmeye çalışıyorum muavine bir gayret. Muavinde benim balizimi kaldıracak hal yok. Sadece bakıyor küçük mor valizime. Karşılığında bilet vermeyecek misiniz diyorum, kim ne yapsın senin bavulunu dercesine omuz silkiyor. Adamın saçlarına takılıyor gözüm. Sağ tarafına yattığı ve ellerini dayandığı yere siper ettiği yüzündeki kızarıklıktan belli oluyor. Saçları yukarı doğru havalanmış, gözlerindeki mahmurluğu atamamışken, üzerine gelen güneş ışınlarının hedefi oluyor bir de benim sayemde. Yüzünü buruşturup lavaboya doğru kaçıyor.

Nihayet yola çıkıyoruz. Otobüsün içi tenha. Önümdeki ikili koltukta bir anne kız oturuyor. Onların yanında da ilk önce dedeleri olduğunu sandığım ama kavgalarından karı koca olduklarını kavradığım çiftten adam karısına bağırırken yakalanıyor bana. İtaat edeceksin bana diyor, aklınca sert bir çıkışın karşı tarafa ders vereceğini düşünerek. Aralarında çok yaş farkı var ve evde işler kim bilir nasılsa, kavgaları sokakta da dinmiyor. Genç kadın kapalı da olsa itaat etmiyor adama. Bağırıveriyor sinirlerine hakim olmaya çalışmadan. Adam kadına bağırırken kızarıp bozarıyor, kadın her defasında kontrollü bağırıyor. Ee yeter beee ve ne yaparsan yap derkenki çıkışları ciddi anlamda tutarlı ve kadın ses tonuna hakim. Göz göze geldiğimizde adam gözlerini kaçırıyor, kadın umursamadan hem adama çıkışıyor hem de beni süzüyor bir taraftan. Bunlar molalar esnasında paylaştığımız gizli anlarımız oluyor. Bu garip evliliğin, dışarıdan tek güzel görünen tarafıysa dedenin pardon babanın torununa off kızına sevecenlikle yaklaşıyor olması. Küçük kızlarıysa uykusunu almış olduğundan bir şeyler atıştırdıktan sonra yerinde duramaz hale geliyor. Annesiyse oralı bile olmuyor, takıyor kulaklığını dizi izliyor, akan manzarayı izliyor. Kız kendi kendine oyunlar uyduruyor çaresiz. Adamın enerjisi olsa kızıyla ilgilenecek ama yaşlılık ve yorgunluktan bayılıp bayılıp ayılıyor. Bazen gözünüzün önünde cereyan eden olaylar sizi bir takım şeylerden soğutur ya, ben de evlilikten soğuyorum.

Yaşam enerjimi düşüren çiftten uzaklaşmaya çalışıyorum her ne kadar gözümün önünde olsalarda ve dışarıda akan manzarayı izliyorum uysal uysal. Tülü, Sarhan ve Şaip köylerinden geçiyoruz. Burası Erzincan, Refahiye. Çok az haneli köyler bunlar. Yönleri, yolları şehirlerarası karayoluna bakıyor. Karlar örtmüş evlerinin damlarını. Tülü’deki sakinliği anlamaya çalışıyorum. Nedenini izlediğim bir video söylüyor. Göç yüzünden köyde sadece dört ihtiyar kaldı diyor. Onlardan biri muhtardır. Kalanlar da ona oy vermiştir. Herkes birbirini bilmektedir, nasıl bilmesin ki? Zaten onlar da akrabadır. Kız almış vermiştir. Birbirlerini en yakın hastaneye götürüp getirip, sonra da gömeceklerdir köyün mezarlığına. Hayat işte. Burada da böyle geçiyor. Dağları aşa aşa geliyoruz Erzurum’a. Sabahattin Ali’nin dizeleri var dilimde; “Benim meskenim dağlardır ” diyordu Ali, güzel Ali.

“Bir gün kadrim bilinirse
İsmim ağza alınırsa
Yerim soran bulunursa:
Benim meskenim dağlardır”

Dediği de çıkmıştır en sonunda. Meskeni dağlar olmuştur başı dağ, saçları kar, deli rüzgarları seven, kadri aslında çok çok iyi bilinen am herkesçe söylenmeyen Kürk Mantolu Madonna’nın Tanrısının. Bir medeni vardır bu coğrafyanın içine doğmuş olmasının, bir nedeni vardır Sinop Cezaevinde yatmasının, bir süre sonra aynı topraktan ekmek yiyemez olmasının, dışlanmasının, örselenmesinin. Aldırmaması gereken kendisidir, aldırması gerekense geride kalan hepimizizdir.

Nihayet Erzurum’a gelmiş bulunuyorum. Etrafta evin barkın olmadığı rüzgar sesinin mesken tuttuğu otogarında iniyoruz. Nasıl soğuk anlatamam. Çok da esiyor. Başıma kapişonumu geçiriyorum, önümü ilikliyorum telaş içinde. Dağdan gelen esinti başka şeye benzemiyor. İnsan buz kesiyor bir anda. Beni Kars’a giden bir firmaya bırakın diyorum. Merkezde bir yazıhanenin önüne teslim ediliyorum. Esadaş Turizm’in içindeki iki yağız ve esmer delikanlıya biletimi kestiriyorum yirmi liradan. Bavulumu bırakıp çevreyi anlamak için dışarı çıkıyorum. Bir sürü kafeteryayı doldurmuş bir sürü genç var yürüdüğüm bulvar boyunca. Bir büyükşehir burası. Usulca girdiğim kafelerden birinin tuvaletini kullanıyorum kimselere belli etmeden. Önümde uzun bir yol var ve ne olacağı, başıma neler geleceği hiç belli olmaz.

Ucu ucuna Esadaş’a gidiyorum. Sizin minibüs geldi diyorlar. Yarın Lgs sınavı varmış ya da Ygs. Öğretmenler dolduruyor bu yüzden otobüsü. Sınav görevi çıkmış hepsine. Hemen arkamdaki dörtlü koltukta oturmakta olan üç bayan öğretmen kendi aralarında kıkırdıyorlar. Bir tanesi telefonunu bagaja düşürüyor. Komik şeyler söylüyorlar. Hizamdaki tekli koltukta elinde hakimlik giriş sınavı belgesi olan esmer bir genç var. Şoför ve muavin onu öne çağırıyor bir süre sonra. Neden diye soruyor, burada daha rahat edersin diyorlar. Çaresiz öne geçiyor genç. Haremlik, selamlık bir oturma planı yaratılıyor. Hava kararıyor, göz gözü görmüyor, karanlıkta Kars’a ineceğim. Hayatta en sevmediğim şey ilk defa göreceğim bir şehre kör karanlıkta inmek. Asabım bozuluyor. Arkadaşımla konuşmalarımız geliyor aklıma. Al sana derinlik diyorum. Karanlık derinlik. Ne işim var Kars’ta? Ne işim var Doğu’da? Herkes bir yerin batısına gider, bense hep doğusuna. Berbat bir müzik çalınıyor kulağıma açtıkları kanaldan ya da koydukları cd’den gelen. Gene geliyor o. “İç sesim”. Nerelerdeydin diyorum, bana Deep Purple mı bekliyordun diyor. Tarif edilmez bir yalnızlık içerisindeyim, bir teselli ver diyorum, oh olsun sana, bana, bize diyor. Çok gaddarsın diyorum, önce kendi kendine acımayı öğren diyor. Ben herşeye rağmen seni seviyorum diyorum, sen zaten anca kendini seversin diyor. Sonra da gidiyor. Beni de bir başına bırakıyor. Gaddar pislik. Nedeni belirsiz bir huzursuzluk ve endişe taşıyorum yüreğimde. Bir daha gelme, istemiyorum artık seni diyorum. Derin bir sessizliğe gömülüyor. Ben de susuyorum.

İn bin, koştur, düşün, ürk, kork, hayaletleri kovala dur derken seyahatimin bu aşamasında hiç fotoğraf çekmemiş olduğumu görüyor ve bunu size hissettirmek için tüm perişanlığımla çekmiş olduğum selfie’mi bari diyorum paylaşayım da renk olsun yazıma. Kars’ta buluşmak umuduyla.

20160313_102547

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑