I’M NOT A WITCH : BEN CADI DEĞİLİM

02C6A242-28C8-41ED-840E-C741E551665B

I’M NOT A WITCH : BEN CADI DEĞİLİM

“Öldüğüm zaman öldüreceğim seni. Ruhum uyandığında bütün aileni öldüreceğim.” Yaşlı bir Cadı

“-O sıradan değil. Bir cadı o. Bir cadının mutlu olması söz konusu değildir.
-Ya o sadece küçücük bir kız çocuğu ise?”

GİRİŞ :

İki kız arkadaşın arasında geçen şu anlamsız diyaloğa şahit olacaksınız sayılı dakikalar sonra. Benden söylemesi, yol yakınken dönmek sizin tercihiniz, tercih yapmaktan aciz misiniz? O halde kaderiniz. Yani tek seçeneğiniz. Aşağıdaki konuşmayı yapmakta olan iki hanım kızımızdan bir tanesi az sosyeti(seviyorum kelimelerle oynamayı), macerayı “fikren” seven icraata gelince ne edeceğini bilmeyen ama hep dillendiren, hayatta kaybolduğunu hayatta kabul etmeyen, ne aradığını da bilmeyen, elbette bekar, bir o kadar kindar bir bayan iken, diğeri daha oturaklı görünüp, göründüğünden daha yargılayıcı olabilen ama eleştiriye gelemeyen bu iki kadının yaşları otuz artı, vücut ölçüleri orantılı, arkadaşlıklarının geçmişi göz önüne alındığında tutarlı ve istikrarlı bir tablo çizmektedirler. İşte filmi izlemiş olan bu hanım kızlarımızın film ertesi “meşum” diyalogları :

-Afrika’ya gideceğim.
-Ne şekilde?
-Turla.
-Hımm. Neden Afrika peki?
-Çok izledim sağda solda. Masai Mara, yerli kabileler, siyah bedenler, çitalar filan.
-Siyah beden ve çita ha?
-Özkalitemi dışa vuracağım, başarılı fotoğraflara imza atacağım, kendimi ispatlayacağım bir tatil pardon tur pardon bir iç yolculuk olacağını hissediyorum şimdiden. Bol bol da yerli insan fotoğrafı çekmek istiyorum. Zimbabve, Zambiya, Kenya, Uganda, Tanzanya en çok merak ettiklerim. Oradan da ver elini Madagaskar.
-Tüm bunlara tur var mıymış peki?
-Bulunur elbet.
-Ben kapitalistim. İşçi Bayramı’nda Küba’ya gideceğim.
-Küba kapitalist bir ülke değil ki! Sosyalist Cumhuriyet.
-Olsun. Gider sosyalist görürüm ben de.
-Burada da onlardan var ki.
-Buradakiler çok mutlu görünmüyorlar ama.
-İyi ama bunun için Küba’ya gidilmez ki. Hem sosyalist cumhuriyetçi bir yapısı olan bir devlet diye halkı da tüm kalbiyle bunu yaşıyor denemz ki.
-Tamam işte ben de onu gözlemlemeye giderim. Anlamıyor musun gitmek istiyorum ve de bahaneler üretiyorum. Bir kapitalist olarak gideceğim Küba’da yaşayan mutlu insanları gözlemleyeceğim. Nokta.
-Bir şey diyeyim mi? Bence sen kapitalist değilsin.
-Ben neymişim peki?
-Elitistsin.
-Elit kulağa çok hoş geliyor doğrusu. Olabilirim bu anlamda.
-Kulağına hoş geldiği için mi?
-Aynı zamanda insana kendini klas hissettirdiği için ve de zengin bir aileden geldiğim için.
-… Ne düşünüyorum sürekli biliyor musun? Biz galiba yeterince derin düşünemiyoruz.
-Kendi adına konuşursan sevinirim. Her konuda.
-Öyle olsun. Ben yani yeterli duygusal yoğunluğa sahip değilim mesela. Çabalıyorum ama olmuyor. Bir yerden sonra sığlaşıyorum ama herhangi bir yere de sığamıyorum. Bir an geliyor kendim kendimden hoşlanmaz oluyor mesela. Kendi kendimi irkilten bir yanım var ve insanlar bunu görüyorlar. Bu yüzden de ister istemez insanlarla arama mesafe koymak zorunda kalıyorum. Geldiğim o noktadan sonra ayağımın altındaki çakal pardon çakıl taşları yüzünden kayarak düşüyorum aşağıya. İşin enteresan yanı düşerken hiçbir şey hissetmiyorum. Sonra kendimi yerde buluyorum. Yara bere olmuş yüzüm gözüm vücudum. Morarmış her yerim. Kendime kızıyorum sadece. Sonra fikrim değişiyor ve onları kabahatli görüyorum. Onlar suçlu, onlar kötü, onlar pislik.
-Bu düşünceler ne kadardır var sende?
-Kendimi bildim bileli. Hep aynı şeyler oluyor. O yüzden Afrika’ya gideceğim. Orada bu düşüncelerden sıyrılacağımı düşünüyorum. Eminim bundan.
-Siyah bedenler ve çitalar…
-Evet. Siyah bedenler ve çitalar.
-Bafta’da da ödül almış “Ben Cadı Değilim”.
-Evet en çok da adını beğendim. “Ben Cadı Değilim”.
-Aynen.
-Ben cadıyım.
-Hadi ordan! Gerçi bazen ben de…neyse.
-O anlamda demiyorum. Cadı halleri var bende. Yıkıcı bir tarafım var. İksirden, büyüden anlamam ama bu uyumsuzluk hallerini başka türlü açıklayamıyorum.
-Her uyumsuz cadı olacak diye bir şey yok ki.
-Her uyumlu da insan olacak diye bir şey yok ki.
-…

5A3529FD-8505-42A1-ADA9-9FF5E04468C9

 

BEN RUNGANO NYONI :

Film biçare siyahi bir kızın sesli sessiz haykırışlarıyla geçiyor “Ben Cadı Değilim” diye diye. Sonunda bir cadı olmadığına inandırabiliyor mu peki etrafındakileri? Nasıl bir son bekliyor peki izleyicileri? Dünyanın yükünü uzuun zamandır omuzlarında taşıyormuş gibi görünen kederli yüzlü Shula bir parça huzur bulabiliyor mu doğduğu topraklarda? Zaman mekan baki kalsın, yediğiniz içtiğiniz sizde kalsın, bilgisizlikten doğan fırsatçılık değişir mi bir kıtadan bir kıtaya, bir ülkeden bir ülkeye, komşu köyden komşu köye, bir tenden bir tene? Bu filmi yapan o toprakların insanıysa nasıl bir kısım çıkabiliyorken aydınlığa, diğeri kalıyor kör karanlıkların ortasında? Ve tüm bunların cevabını verebiliyor mu yönetmen? Evet. İlk önce de kendi hayatıyla. Zambiya’nın başkenti Lusaka doğumlu yönetmen Rungano Nyoni, üniversitede öğrenci olan annesiyle beraber Cardiff’e taşınmış sekiz yaşındayken. Kendileri gibi birçok göçmen ailesinin yer aldığı Riverside’da annesi tekrar evlenmiş, bu defa beyaz bir İngilizle. Annesi, babası, erkek kardeşi ve kendisinin aynı odayı paylaştığı stüdyo tipi bir dairede yaşarken hissedemediği fakirliklerinin farkına büyüyünce varabilmiş ancak. Röportajında, farklı yerlerin farklı kuralları vardır diyor genç yönetmen. Örneğin Zambiya’da kendisinin hala daha evli olmaması ve bir çocuğunun olmamasıyla ilgili bir takıntılı bir hal varmış ve her gittiği yerde aksan problemi yaşamış. Aktrist olmak isterken, kamera arkasının kendisine daha yakın olduğunu düşünmeye başlayan Nyoni çektiği kısa filmlerle adından söz ettirmeyi başarmış. Son ama ilk uzun metraj filmini izleyenlerden beklentisiyse gülerken, yaşanan trajediyi de hissetmeleri imiş. Nitekim hissediyorsunuz da bu satirik filmde. Pek çok anlarda ve en çok da Lars Von Trier’nin “Dalgaları Aşmak” filminin sonunda çalan çanların bir benzeri olan ve bir süredir beklenen yağmurun en nihayet bardaktan boşanırcasına yağdığı anlarda en çok da. Büyülü gerçekçilik dalgalanıyor sanki rüzgarda uçuşan beyaz kurdelelerin yerine. Bir ilk film içinse bundan iyisi Şam’da kayısı olur olsa olsa. Ve de 1000 çocuk arasından Shula rolü için seçilen Maggie Mulubwa’nın kederli ve içli yüzü damgasını vuruyor içinde olduğu her kareye.

5DC1211C-C898-44E7-8461-A1B058C39076

89F73C2E-47DF-469E-927A-3A1CAF04D309

BEN CADI DEĞİLİM :

İçinde siyah ve beyaz turistlerin bulunduğu kırık dökük yolcu otobüsünden inen yolcular, hayvanat bahçesinde yer alan ve kendilerine ayrılmış yerlerde müşteri beklemekten sakinleşmiş hayvanlar ya da halllerde sergilen meyve sebzeler, bir benzetmem daha var ama Manukyan’a kadar gider… Her neyse konuyu fazla saptırmadan bu yaşlı, boyalı yüzlü ve bir örnek giydirilmiş, sırtlarında yer alan düzenekle metrelerce kurdeleyle belli bir mesafeye mahkum olmuş siyahi kadınların kendilerini turistlere sunuşlarına tanık oluyoruz filmin ilk dakikalarında. Aralarında beyaz bacaklı tombik beyaz bir kızın bulunduğu absürd kafilenin insanları, bir yandan bu manzaranın fotoğrafını çekerken, o kurdelelerin ne için olduğunu sorup öğreniyorlar merak içerisinde. Uçmalarını engelleyen kurdeleler sayesinde insan öldürmeye gidemeyecekleri söylenen cadılar bu sayede zararsızmışlar. Bundan böyleki varlık nedenleriyse turistlere toplu halde gösteri yapmakmış. Kahramanımız olan filmin başlarında bir ismi bile olmayan dokuz yaşındaki Shula, başının üzerinde su dolu bir kovayı taşırken takılıp düşen kadının arkasından kuyudan su çekerek tekrar doldurduğu kovayı binbir zahmetle taşıyarak kadının kapısının önüne bırakır çocuk aklıyla, sırf iyilik olsun diye. Kadınsa onun uğursuzluğuna inanmıştır bir kere. Onu polisin ve köy halkının önünde cadılıkla itham eder. Ona göre Shula’nın ilk geldiği günden beri köyde daha önce hiç yaşanmamış tuhaf şeyler yaşanmaktadır. Kızın ne bir akrabası ne de arkadaşı vardır. Artık kimseler o kuyudan su çekmez, içmez ve suyuyla yıkanmaz olmuştur. Bir yandan portakal soyan kadın polis, diğer yandan köylü bir tanığın rüyasında gördüğü safsatalarla kızı cadılıkla itham edişini dinleyip, bu boş ithamların sahibini karşısından kovalarken, kızın bir cadı olduğunu ne inkar ettiğini ne de kabul ettiğini anlatır telefonda hükümet yetkilisi olan Mr. Banda’ya. Bulduğu cadı doktoruyla kızın bir cadı olup olmadığını en ilkelinden yötemlerle test eder Mr. banda da. Komik yerli kıyafetleri içerisindeki güya cadı uzmanı ve doktoru olan adam önce donuna kadar soyunur sonra da beyaz bir boyayla ufak bir daire çizer yere. Elindeki beyaz tavuğu boğazından keser ve dairenin orta yerine koyar. Eğer tavuk o küçücük dairenin içinde ölürse cadı değildir. Boğazı kesilen kanatlı hayvan elbette ki can havliyle sağa sola sıçrayacaktır ve nihayetinde dairenin dışında ölür. Hükümet yetkilisi cadı ilan edeceği kızı kaptığı gibi köye gider. Kendisine yüz vermeyen prensesin huzurunda hükümetin bu köy için getirdiği büyük hizmeti anlatır önce: turuncu yeni bir kamyon. Ne çok seviyordur hükümet bu köyü! Sonra da yeni cadı kızı takdim eder. Şapkadan çıkan tavşan gibi köyün ileri gelenlerine sunulan Shula’nın ilk yaptığı şey var gücüyle kaçmak olur. Tabii bağlı bulunduğu kurdelesinin miktarı el verdiğince. Yaşlı cadıların arasına konan Shula’ya ismini veren de onu ileride koruyup kollayacak olan cadılardan biri olcaktır ve Shula da bundan böyle diğer cadılar gibi bir devlet cadısıdır. Shula bizim bildiğimiz memur olmuştur. O gün bir teste tabii tutulur cadılığı mı yoksa keçiliği mi seçeceği hususunda. Eğer keçi olmayı seçerse kurdelesini kesecektir, cadı olmayı seçerse de kurdelesini ellemeyecektir. İkinci seçeneği kabullenen Shula takdirle karşılanır. Yaşlı cadılar yaşı küçük olduğu için, onun tarlada çalışmasını protesto ederler. Okul yaşında olan kıza plastik bir huni verirler ki, yakınlardaki bir okuldan rüzgarın getirdiği sesleri dinleyebilsin. Bu şekilde okula gitmiş kadar olsun. Bütün gün ninesi yaşında kadınlarla bir arada bulunmak zorunda bırakılan Shula’dan, kurulan mahkemede hırsızın kim olduğuna dair öngörüde bulunması istenir. Ne yapacağını bilmeyen Shula yaşlı cadıların telefondaki tavsiyelerini dinler içi sıkıla sıkıla. Karşılarındakinin dokuz yaşında bir çocuk olduğunu görmeyen aptallar sürüsü karşısında Shula yaşadıklarıyla baş etmekte son derece güçlük çeker. Canlı yayın yapan bir televizyon programı için getirildiği stüdyoda gözyaşları içindedir. Hiç arkadaşı olmadığı gibi tam okula gittiğinde yine cadılık yeteneklerini kullansın ve kuraklığa çare bulsun diye kurdelesinden çekiştirile çekiştirile getirilir gerisin geriye. Bu yetmezmiş gibi ağzı açık, boyalı dev bir istiridyeyi andıran yerde turistlere teşhir edilir fotoğrafı çekilsin diye. Devlet, malını dilediğince kullanmaktadır ve tüm bunlar da yetmezmiş gibi halk onun uğursuz olduğunu düşünüp cadıyı öldürün diye slogan atar onu gördükleri her yerde. Bir tanesi akrabalarını yediğini düşünüp otobüste kıstırır onu. Bir taşlanmadığı kalmıştır. Kaçınılmaz sona doğru ilerleriz bu şekilde. En acıklı sahnesiydi belki de küçük kız’ın tıpkı cadı doktoru gibi dans ederek yağmur yağdırmaya çalıştığı sahne. Tıpkı kesilen bir tavuk gibi can çekişmektedir Shula. Cadılık, istenmemek, bir maymun gibi sergilenmek, yaşından büyük kararlar vermek zorunda olması ve her zaman kendinden büyük insanlarla birlikte oluşundan ötürü ona ağır gelen yükü daha fazla taşıyamaz hale gelir küçük kızı. Mutsuzluğunun nedenini keçi olmayı reddedişine bağlar küçük kız dili döndüğünce. Çünkü bir keçi özgürce gezebilir ve de canı isteyince yer. Shula ise mutsuzluktan ölür sonunda. Onu tek önemseyenlerse kendi gibi cadı olarak fişlenen yaşlı cadılardır. Tek onlar vardır arkasından ağlayan, cenazesini kaldıran.

“Bu son kutlama.
Herkes gelsin Shula için söyleyelim.
Bir doğum günü kutlaması,
Bir düğün günü kutlaması
Ama bu o kızın son kutlaması.” Yaşlı ve gözü yaşlı cadılar korosu

MOZART IN THE JUNGLE, BİRİNCİ SEZON

 

images-5

MOZART IN THE JUNGLE:

“Ardımda hiçbir şey yok, her şey karşımda duruyor. Tıpkı yollarda olduğu gibi.” Jack Kerouac

“Muazzam yeteneklere sahip bir adam sonsuza dek aynı yerde kalırsa yeteneklerini kaybeder.”

“Gerçek sanat bütün önyargıların önündedir.”

Ölüm olmadan yaşam olmaz.”

Nefesli çalgılar ailesinden, 1170 yılından önce “hautbois”olarak anılan yani haut/yüksek ve bois/ahşap nefesli çalgı bileşik kelimelerinden türetilen obua adlı müzik aletini çalan Stanford’da gazetecilik, Berkeley’de ise müzik eğitimi almış Blair Tindall’ın yirmi üç yıllık müzikal geçmişi boyunca yaşamış olduğu tecrübelerinden faydalanarak kaleme aldığı 2005 yılında yayınlanan aynı adlı romanının televizyon adaptasyonu “Mozart in the Jungle”. Parlak bir ilk sezon ve iki adet Golden Globe adaylığı var. Adaylıklardan biri şahsına münhasır maestro Rodrigo’yu başında poşusuyla, Yaser Arafat’ı anımsatan Gael Garcia Bernal canlandırıyor tüm çılgınlığı, dehası ve karışık aklıyla. Latin kökenleri, Latin aksanlı İngilizcesi, rejoice reklamıymışçasına pazarlanmaya çalışılan çılgın saçlarıyla kabul etmek gerekirse son derece egzantirik bir kişilik. Dehası küçüklüğünden beri taşıdığı altın bileziğiyken, onu şekillendirebileceği bir parça ilham peşinde koşup duruyor, beraberinde de New York Senfoni Orkestrası elemanlarını sürüklüyor. Kendisinden önceki yaşlı, kuralcı ve sürmeli maestro Thomas rolünde ise “Otomatik Portakal”ın başrol oyuncusu Malcolm McDowell var. Kırk üç doğumlu aktörün mesleki geçmişi destan niteliğinde. Kah upuzun filmografisi, kah bembeyaz saçlarıyla aynı jenerasyondan ve kendisi gibi İngiliz olan meslektaşı Derek Jacobi’yi anımsatıyor. Sezonun ilk bölümünün hemen hemen ilk dakikalarında başlıyor Rodrigo ile aralarındaki çekişme. Joshua Bell’in müthiş keman solosunun ardından eski maestro tahtını yeni maestroya devredecek ve bunu hazmetmesi çok kolay olmuyor giderek eskimekte olanın. Ona karşı hep iğneleyici ve aleni kıskançlık besliyor. Üstelik düşman çok büyük, çünkü Rodrigo hem seyircinin hem orkestra elemanlarının gönlünü almayı iyi biliyor ve onları gülümsetebiliyor. Her daim orjinal bir fikirle çıkıyor orkestrasının karşısına. Provaya papağan getiriyor, kestikleri çitlerin gerisinde, açık havada, halka açık prova niteliğinde bir performans sergilerken, pizzalar eşliğinde dans ediyorlar gösteri sonrasında. Özel mülke girdikleri polis tarafından keşfedilip, gözaltına alınmazdan önce oluyor elbetbütün bunlar. Rodrigo bir tarafıyla The Knick’in başhekimi deneysel doktor John Thackery gibi, biraz da 221B Baker Street’in bekçisi Sherlock’la benzer özellikler gösteriyor. Liderlik, deha, yaratıcılık farklı bünyelerde benzer sonuçlar gösterebiliyor ve beraberinde farklılığı getiren başarıya, dikensiz yollardan geçilerek varılamayacağını gösteriyor. Rodrigo’nun bir farkı ise dehasına rağmen mütevazı olması ve sonunda manyak ama o da kendi çapında çok başarılı bir kemanist olan eşi sayesinde emsallerine oranla nispeten daha az olan egolarından sıyrılıp doğru kararı vermesi yani orkestranın ve deneyimin ön plana çıkmasını sağlayabilmesi. Şefliği Thomas’a bırakıp, soloya birinci kemanı çıkartıyor ve kendisi onun yerine oturup keman çalıyor. Ama bu arada yüksek bilinçli olsa da kişinin bünyesinin, egosuz, böyle bir mesleği hayata geçirmeye el vereceğini sanmıyorum onu milyonların, milyarların arasından sıyrılmasını sağlayarak bir ve tek yapacak mesleğini icra ederken. Kendini beğenmeden tek kişilik bir şov, önünde orkestra elemanların geride bir sürü seyirci ve beklenen yüksek başarı yani doğru notalar öyle kolay gelmeyebilir. Kısaca herkesin her şeyi yapabilirim dediği bir ülkede, ben de diyorum ki her şeyi yapar görünebilirsin ama sadece tek bir şeyi iyi yaparsın. Bunu yaparken de bir parça güven eksikliğini gösterdiğin anda harcanırsın bir şekilde. Hep tetikte olmak gerek köpekbalıkları tarafından ısırılmamak için. Gençlik hızlıca geçiyor ve çağırmakla gelmiyor. Bir yerlerdeki geride kalmayı sindiremeyen bir ihtiyar senin toprağını eşeleyebiliyor. Ama aynı zamanda sana iyilik yapan saray müzisyencisi olarak hatırlanan Salieri’n de olabiliyor. Hayat işte.

image

image

image

image

image

Thomas’ın veda konuşmasında ailem olarak nitelendirdiği orkestra elemanlarının hepsi ayrı alem. Evlatlar otoriter bir babanın koruyucu kanatları altından sıyrılıp, eğlenceli bir babanın 60 santimlik yeleğinin altına giriyorlar. On dakikalık tuvalet molalarını hiç usanmadan hatırlatan sabırsız birer ilkokul öğrencileri gizli aralarında. Prova aralarında çocuklarından, hava durumundan bahsediyorlar. Yevmiye usülü çalışıyorlar, geçinebilmek için ek işlere gidiyorlar. Başroldeki obuacı Hailey ile aynı zamanda senfonide çalan çellist Cynthia bu ucuz şovlardan birinde tanışıyorlar. Hailey senfonide çalmak için yanıp tutuşurken, ara ara kendini sorgulayıp duruyor o kadar yetenekli olup olmadığına dair. Hailey sayesinde obuacı olarak beşinci sandalyenin sahibi olabilmek için biraz da akşamdan kalma haliyle son dakikada seçmelere gidiyor ama iş kabul edildikten sonra bile o kadar kolay olmuyor. Yılların obuacısı yan koltuğundaki saati dört yüz dolardan özel ders veren Betty, bir yeni yetmenin bir anda yanındaki koltuğa geçmesine şüpheyle bakıyor. Maestroyla uyuduğunu(ne yani yattığını mı deseydim?) ima ediyor ona açık açık ve her fırsatını bulduğunda kızı rencide ediyor. Orkestrada kıdemlilerin çaylaklara çok da sevecen davranmadığını görüyoruz. Betty yalnız yaşlanmanın keyifli olduğunu düşünenlerden. Yeğeni var, kendi çocuğu yok. Fotoğrafını çerçevelettiği ölmüş bir kedisi var, köpeği yok. Güzel döşenmiş bir evi, zengin bir plak koleksiyonu ve evde hazır bulundurduğu otları var gelen misafirlerine ikram ettiği. Hayatından hiç de şikayetçi değil bu bağlamda. Yalnız yaşlanmanın keyfini sürüyorum diyor. Olasılılıklar onu korkutmuyor ya da aklına getirmek istemiyor. Onun bu cümlesinden sonra Cynthia’nın da gülüşü dudaklarında donuyor yavaş yavaş.

image

image

Çaylak ilk profesyonel provasını batırdıktan sonra Rodrigo’ya asistanlık yapmaya başlıyor. Aralarında kelimelere dökülmemiş bir çekim var. Rodrigo ruhunu araştırıp, bastıramadığı öfkesiyle keman parçalayan bir kaçıkla evli, Hailey’se evini eski kız arkadaşıyla paylaşmaya devam eden ve onunla sahnede yakın ve sıcak performans sergileyen bir dansçıyla çıkıyor. Bir umudu tekrar sahneye çıkmak ama yeteneğinin farkında olsa da ara ara üzerine yapışan güvensizliği ve Betty’nin tacizleriyle olduğu yerde duruyor.

image

image

Kariyerinde belli bir yere gelmiş olan Cynthia ise eski maestro Thomas’la uyuyor(ne yani yatıyor mu deseydim?). Thomas evli. Eşi kendi yaşlarında(ne yani yaşlı mı deseydim?) ve çocukları var. Uzun süredir devam etmekte olduğunu hissediyoruz bu ilişkinin. Karısının da Cynthia’yı bildiği ortaya çıkıyor. Cynthia ise Thomas hiç habersiz ortadan yok olduktan sonra bir gecelik bir ilişki yaşamak için gene yaşlı bir adam tercih ediyor. Bir, bir baba istiyor olabilir bir sevgiliden çok, iki, yaşlı adamları güvenilir buluyor olabilir, üç ikisi birden ve dört tüm bunlara ek olarak alışkanlıktan. Belki de aradığı ve istediği hala Thomas’tır, kim bilir? Nitekim orkestranın pikolocusu(küçük flüt) Bob bile şaşırıyor Cynthia’nın kendisiyle flört etmesine. Bob’un pikolosu onda kompleks yapmış sanki biraz. Halbuki Cynthia’nın vurmalı, yaylı ve hem caz hem klasikçilerle engin tecrübeleri olmuş zamanında. Bu seferlik bir pikolo neden olmasın? Bob’un sabah kalkar kalkmaz keyifle söylediği Sia’nın Chandelier’inin klasik usül versiyonu ise çok hoştu doğrusu.

image

images-4

images-8

Mozart_104_day_02_3564.NEF

Dizide tatlı tatlı üzerinde durulansa aradaki uçurumlar. En bariziyse yaş farkları ve beraberinde getirdiği mevki farkları ve hayata bakış açıları. Bir diğeri sanatı satın alan zengin kesimle, emekçi müzisyenler. Çellist Cynthia ve pikolocu Bob. Thomas kendisiyle röportaj için gelen programcıya(kendisi aynı zamanda dizinin yaratıcılarından Jason Schwartzman) kameraların nerede olduğunu soruyor. Hepsi çantamda bu bir podcast olacak derken Thomas hayal kırıklığına uğruyor. Thomas teknolojiden bihaber. Bir başka türlü hayal kırıklığını ise röportaj esnasında yaşıyor. Şaşırtıcı şekilde röportajın odak noktası Rodrigo oluyor. Klasik müziğin kalıpları içerisine sığmayan, tartışmalı politik kararları ve halk onayına sunduğu halüsinojenlerle adından söz ettirmeyi başaran değnekli şaman, takım elbiseler içindeki beyaz adamdan daha çok dikkat çekiyor. New York’un sanatsal kültürünün yüreği göçmenlerin getirdiği yeni tecrübelere bağlıdır dediği ’88 yılındaki kendi beyanını hatırlayamıyor Thomas. Üzerinden çok yıllar geçmiş ve o, artık statükocu bir adam olmuş çıkmış bile. Müzisyenlerinse dile getirmekte zorlandıkları, evrensel bir sorunları var ve buna tüm gerçek sanatçıların da pekala da dahil edilebileceği. Bu insanlar müziği para için mi yapıyorlar yoksa para kazanmak için mi müzik yapıyorlar, bir zaman sonra sorgular hale geliyorlar. Kendi kuyruğunu yiyen yılan gibiler ve bu bir kısır döngü, bir paradoks. Zira yönetim hastalık ödeneklerini %40 azaltmaya ve emeklilik maaşlarını da yarıya indirmeye çalışıyor. Pek de mütevazı olmayan bir malikanede bağış toplanmadan önce varlıklı ev sahibesi Rodrigo’nun kulağını büküyor biraz eğlence olmadan bağış olmayacağına dair. Bir dahi de olsan bir gün ödün vermen gereken şeyler çıkabiliyor karşına. Onların da eski zaman saraydan beslenen yazarlardan ve bestecilerden bir farkları kalmıyor ve Orson Welles’in sarf etmiş olduğu “Hayatım boyunca enerjimin ve yeteneklerimin ancak %2’sini kullanabildim. Geri kalan %98’i küçük insanlarla itişmekle geçti.” söz öbeğinin içerisinde geçen ilk yüzdenin daha çok olmasını diliyor insan, elinden gelen bir şey olmadığı zaman, gökyüzüne doğru bakarken yada benim gibi eğmiş başını yazmaya çalışırken.

images-3

Hailey bocalıyor, saçmalıyor, küçük düşüyor, kahveci güzeli, şoför, kırtasiyeci, sekreter oluyor. Ama yine de bu dünyadaki en önemli şey olan kendini bulma hikayesi onun bir şekilde başarmış olduğunu gösteriyor. Ve ilk sezonun son bölümü herkes için olumlu bitiyor. Hailey Rodrigo’nun ayarlamasıyla ilk performans gecesinde sahne alıyor yanında Betty olmadan ve hem düzgün hem de iyi çalıyor. Cynthia ve orkestradan bir arkadaşı ise erkenden açılış gecesine geldiklerinde ne yapacaklarını bilmez haldeler, çünkü uzun zamandır, ilk defa Thomas’sız sahne alacaklar ve nasıl olacağını onlar da kestiremiyor gibiler. Bir kez daha anlıyoruz ki aslında kalıpları yıkmak mümkün, adetleri ve alışkanlıkları değiştirmek de. Ama öyle kolay kolay olmuyor her şey. Yılların alışkanlığını yok etmek ve bir yerde yeniden başlayarak tutunmak, kimyaların tutması, dokuların uyuşması çok zor ve Rodrigo’nun çok güç bir işin üstesinden geldiğini görüyoruz. Bu dizinin ana temalarından birisi ve en önemlisi bu: Tutunmak ve tutulmak. Bir boşluğu doldurmak ve kendi tarzını ortaya koyarak bunu yapabilmek. Rodrigo bağış gecesine katıldığı gün bir kaçış olarak belki de Beyaz At’ı ve Alice’i görüyor. Alice’le oturup sohbet ediyor. Kütüphanede ise ilham peşindeyken Mozart’la konuşuyor. “En şanslı kişiler, en küstah olanlardır, hiç kimsenin ne yergisine ne de övgüsüne değer veririm.” diyen Mozart’ın sözleri, kendi kafasındaki düşünceler aslında. Yolunu bulmaya, kendi kendine yol açmaya, bir çözüm bulmaya çalışan tek ses kendi iç sesi. “Ben senin yaşındayken ölüydüm.” diyor Mozart uzaktan seslenirken. Bu doğru işte. “Daha dün annemizin kollarında yaşarken”in de bestecisi sadece otuz beş yaşında iken hayata gözlerini yummuştur. İlk bestesini beş yaşında yaptığı düşünülürse yeterince yaşamıştır. “Tüm dünya bir sahnedir.” diyen Thomas’sa bir çeşit metamorfoz geçirdiği Küba seyahatinden sonra başarılı geçen açılış gecesinin ardından Cynthia’nın övgü dolu sözleri karşısında “Bunu senin söylemen benim için geri kalan herkesten daha fazla şey ifade ediyor ve geri kalan bütün adamlar ve kadınlar yalnızca birer oyuncuydu.” sözleriyle önemsenilen ve sevilen olmanın karşılığında önemsediğin ve sevdiğin bir kişiden duyabileceğin en güzel sözlerden birini sarf ediyor Cynthia’ya. Dünyanın Bütün Sabahları’ndaki “Müziği kimin için yaparız?” sorusunu getiriyor akıllara.

images-6

images-7

image

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑