FLEABAG, İKİNCİ SEZON

CE78A107-6954-49F7-9E6A-988B281980F3

FLEABAG, İKİNCİ SEZON :

“-Bana kalbini sıkıştıran şeyi anlatacaksın. Günah çıkar!”
-Bir şeyleri unutmaktan korkuyorum. İnsanları unutmaktan. Sadece ne istediğimi bilmemekten. Birinin bana neye inanacağımı, kime oy vereceğimi, kime aşık olacağımı ve bunu onlara nasıl söyleyeceğimi söylemesini istiyorum. Sadece birinin bana hayatımı nasıl yaşayacağımı söylemesini istiyorum. Çünkü bugüne kadar ben hayatı yanlış yaşadım ve biliyorum ki insanlar kendi hayatlarının içinde sevilmek istiyorlar…bana ne yapacağımı söyle peder!
-Diz çök!”

“Cenaze ayetinde hayatın bittiği değil, değiştiğini yazar.” Rahip

“Kafamın içindeydin sanırım.” Rahip

“-Bununla ne yapacağımı bilmiyorum. Ona karşı sahip olduğum sevgiyle. Şu an o sevgiyi nereye koyacağımı bilemiyorum.
-Ben alırım. Bir yere gitmek zorunda sonuçta.”

“-…annem öldüğü, babam bu konuda konuşamadığı, kardeşimle, kardeşimin kocası benimle yatmaya çalıştığı için bir sene konuşamadığımız ve yetişkin hayatımın çoğunu bomboş kalbimden yükselen çığlıkları susturmak için seks yaparak geçirdiğim için olabilir.” Fleabag

“-Kadınlar içlerinde acıyla birlikte doğuyorlar. Bu bizim fiziksel kaderimiz. Adet sancıları, acıyan memeler, çocuk doğurmak falan. Ve hayatımız boyunca bunları içimizde taşıyoruz. Erkeklerse taşımıyor. Arayıp bulmak zorunda kalıyorlar. Bütün bu şeytani ve iyi şeyleri icat ediyorlar ve bu şeyler hakkında suçluluk hissediyorlar. Ki biz bunu kendi başımıza da başarabiliyoruz. Ve sonra savaşlar başlatıyorlar…bizse her şeyi içimizde yaşıyoruz. Yıllar, yıllar, yıllar süren bir acı döngümüz var. Ve sonra kendinle barışık yaşamaya çalıştığın anda ne oluyor? Menopoz geliyor. Bu dünyadaki en muhteşem şey. Evet bütün pelvik kısımların dökülüyor. Son derece seksi oluyorsun, kimseyi umursamıyorsun ve özgür kalıyorsun…” Aaahh Belinda

D8C8B27D-5173-417E-91CD-A80DEB084158

GİRİŞ :

Yeni sezonunun başlamasını iple çektiğim nadir dizilerdendi Fleabag, ama ne yazık ki bu sezonun da sona ermesiyle erken bir final izlemiş oldum. Aslında herşey yerli yerine oturdu oturmasına ama yine de benim hevesim kursağımda kaldı. Ve benim gibi düşünen pek çok izleyicinin varlığını da yabana atmamak gerekiyor. Otuz dakikayı aşmayan toplamda altı bölüm boyunca, kısaca üç saati aşmayan ekonomik süresiyle, çılgınca esprileri ve Fleabag’in çılgın mimikleriyle; aslında hiçbir mevzuyu uzatıp içimizi baymadan, banalleşmeden, sıradanlaşmadan anlatıyor derdini ilk sezonda olduğu üzere. Bu sezon daha başarılı çünkü Fleabag’in de söylediği gibi bu defasında gerçek bir aşk hikayesi barındırıyor içinde. Bu imkansız aşkın nasıl nihayetlendiği değil de, nasıl tatlı bir imkansızlık içinde yürüdüğü mevzubahis. Ona nasıl giyinmesi gerektiğini söyleyen bir ilişki yaşayan adama aşık olmak kolay değil neticede. Ve bu adam bir rahip ve bu durumda ona nasıl giyinmesi gerektiğini söyleyen de tanrı olunca, baş etmesi bir hayli zorlu bir ilişkinin içinde, öyle de bir rakiple karşı karşıya gelmek her babayiğidin harcı değil. Ama, söz konusu kişi tuhaf şeyleri hırs edinmiş Fleabag olunca, rekabet de artıyor ister istemez. Dediğim gibi gidişat daha mühim kimin kazandığındansa.

Her defasında bu defa son dediğim ama yazmaktan da geri durmadığım diyalog bölümümüze gelecek olursak, karakterlerimiz bir kadın ve bir erkek. Fleabag’inkine benzer cinsel dürtülere sahip bu kadın ve din görevlisi ciddi bir duruş sergilemeye çalışan bir erkek ciddi bir ilişki yaşıyor ve evlenmeyi de düşünüyorlar. Görelim bakalım, kimmiş karakterlerimiz! Umarım seversiniz, tıpkı Fleabag’in dediği gibi insanlar kendi hayatlarının içinde sevilmek, dolayısıyla da onay almak isterler:

K – Sevgilim!
A – Kalabalıkta bana sevgilim demezsin değil mi?
K – Cemaatin karşısındayken mi?
A – Kati suretle. Yalnızken ne dersen de ama cemaatimin karşısında yakışık almayabilir.
K – Amin. Yani tabii demek istedim. Ama ya ağzımdan kaçarsa?
A – Kaçmasın lütfen.
K – Söylemekle olsaydı keşke.
A – Beraber dua edelim o halde: La ilahe…
K – Çıldırdın mı sen, bunun için dua mı edilirmiş?
A – Neden olmasın? Yarabbim beni, bizi utandırma, mahçup etme cemaat karşısında diye dua etmeliyiz şu aşamada.
K – Sonra etsek sevgilim!
A – Nasıl istersen sevgilim. Çay içelim beraber, demlersen…
K – Sana bir şey itiraf etmek istiyorum, ben ara sıra alkol kullanıyorum.
A – Yapma.
K – Yaptım, yani çoktandır yapıyordum.
A – Bırakırsın evlendiğimizde.
K – İstesem…yani arada sırada fena olmuyor demek istiyorum. Hem sen yaşam biçimlerine karışmak bize yakışmaz der durursun.
A – Kur’an ne derse odur.
K – Kur’an öyle mi söylemekte?
A – Aynen.
K – İçme diyor öyle mi?
A – Diyor.
K – Geçmişimi düşündüğümde yani biliyorum beni affediyorsun ama ben hızlı bir takım hamlelerde bulundum her zaman. Evlendim, ayrıldım. Birkaç kez de ikincinin kıyısından döndüm. Elbette bunlar senden önceydi ama malum…işte…kariyerini etkilemesin benim mazim?
A – …
K – Sustun!
A – İçimden düşündüm ve diyorum ki tövbenin eri geçi olamaz. Tövbe edip, nedamet getirirsen Allah affedecektir.
K – Benim zaaflarım var.
A – İnsanız. Hepimiz zaaflarımızın toplamıyız. Tüm bunlar insani değerler. İnsanın iki yüzü vardır: biri melek diğeriyse şeytan. Hangisiyle yola devam edeceğin sana kalmış. Kalbini çürütmeden, geçmişten feyz alarak yeni bir dünya kurmalıyız beraber.
K – Çok doğru söylüyorsun da, bazen akla yakın olmayan şeyler de olabiliyor bu dindarlık kapsamında. Ben saçma buluyorum pek çok şeyi.
A -Tövbe de! Benim sözlerimi tekrar et: “Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne muhammeden abduhu ve resuluhu”
K – Tıkanıyorum.
A – Tıkanma, de hadi.
K – Ama sevgilim
A – Sevgilim ve eşhedu bir arada olmaz. Olamazzz…
K – Ne olur peki?
A – Bilmiyorum. Söyle! Eşhedu…
K – Olmuyor.
A – Ne olmuyor?
K – Eşhedu…nefes alamıyorum. Allah kahretsin. Bir anda dine dönemiyorum.
A – Ooo bir anda neler olmadı neler? Söyle eşhedu…
K – Olmaz. Sorumluluklarım var benim.
A – Cihat ilan etmiyoruz şurada. Haydi söyle!
K – İbo gibi mi?
A – İbo kim?
K – Nasıl bilmezsin?
A – Camiden mi, eşraftan mı?
K – Genç kızlığımda bir arkadaşım vardı, bir gün fuarda gazinoya gidelim diye tutturmuştu. Sırf onu dinlemek için.
A – O kim?
K – Düşünüyorum da keşke gitseymişik rakıları çift yudumda bitirip…(ra’dan sonrasını içinden geçirmiştir)
A – Sonra ne…neler oluyor?
K – Bilmiyorum, şu diziden etkilendim.
A – Hangi dizi?
K – Katolik rahibe aşık edepsiz kızın maceralarına yer veren dizi. Yıllar evvel de imamla rahibenin aşkını anlatan bir film izlemiştim yanlışlıkla.
A – Yanlışlıkla mı?
K – Açmıştım, vardı, izlemiş bulunmuştum. Sarmış olsa gerekti, sonuna kadar büyük bir coşkuyla izlemiştim.
A – Rahibeyi nerden bulmuş imam?
K – Filmdi.
A – Bir saniye…bir saniye…müezzinmiş sadece.
K – Kim?
A – Senin dediğin film.
K – Adını nereden bildin?
A – İmamla rahibenin aşkı, film dedim, çıktı.
K – O kadar kolay, he mi?
A – He ya. Karşı dairesinde oturuyormuş.
K – Kim?
A – Rahibe.
K – Ha filmde!
A – Ya filmde. Söyle senin aklın nerelerde? Nerenle izledin bu filmi ayrıca?
K – Eşhedü’den başlayıp geldiğimiz noktada bana filmi neremle izlediğimi soran adamla karşı karşıyayım. Bana önünde hem de tanrı huzurunda diz çöktürtmeyi de başaramadın. Dizideki rahip yapmıştı.
A – Mesleki başarım senin gibi kafirlerin yola getirilmesiyle ölçülseydi…Mekke’deki kum tanelerinden biriyim ben sadece.
K – Neden Mekke, neden Antalya Lara Plajı’ndaki bir kum tanesi değilsin?
A – Kariyerim için Mekke daha uygun.
K – Ben neyim peki? Cehennemdeki bir kıvılcım mıyım?
A – Eh, ateş, kıvılcım, cehennem…uymuyor değil sana.
K – Yaaa…
A – Olsun. Yine de umut var. Kurtulacaksın.
K – Neden?
A – İçindeki hayvandan. O vahşi yanından. Seni yanlış yollara götüren tutkularından. Hamd etmen yakın, bunu kalpten hissediyorum, derinlerden bir yerden.
K – Peki güzel ama bir ben miyim bunu hissedemeyen, hissetmesi gereken ilk ben olmama rağmen!

1A01A026-93CC-4A39-8E4E-9AB94E01EFF9

211CC886-CBD7-426B-AA4C-6BB770782D22

NEREDE KALMIŞTIK?

Tam 371 gün, 19 saat ve 26 dakika geçmiş diyor dizinin başlangıcında. Böylelikle ikinci sezonda kaldığımız yerden yola koyuluyoruz. Rehberimiz Fleabag. Otuz üç yaşındaki kahramanımız henüz durulmamış. Durulmaya da niyeti yok, daha çok erken. Bu zaman zarfında değişen ufak tefek şeyler de olmuş elbet karakterlerin hayatında ama bir senede ne, ne kadar değişebilir ki bir insan diyecek olursanız eğer, size söyleyeyim herkes bıraktığınız gibi mizaç olarak. Bunun ispatı olarak ilk bölüm az kanlı bir sahneyle açılıyor. Yemek masası etrafında vaftiz annelerinin üvey anneliğe terfi etmesini sağlayacak olan düğün öncesinde bir araya gelmiş olan aile bireyleri şaraplarını yudumluyorlar. Sohbet tatlıdan çok iğneli ve ekşi kıvamda ilerliyor. Garson dışında göz aşinalığımızın olmadığı tek sima bu evliliği kutsayacak olan Katolik rahip. Huzursuz ruhlu, gergin ve pasif agresif kız kardeş Claire ve patavatsız kocası Martin’in karşısında sessiz ve sakin kalmaya çalışan Fleabag’in bir süre sonra zıvanadan çıkışına şahit oluyoruz. Rahip rolündeki Andrew Scott’sa şahane. Rahipliğe geç başlamış, arkadaşı olmayan, kitapkurdu ve havalı bir insan olarak tanımlıyor kendisini. Aynı zamanda hem alkolik, hem de avukat olan ebeveynlere, birde tır şoförü pedofil bir erkek kardeşe sahip olduğunu öğreniyoruz masada. Onun tercihiyse cin tonik.

Rahibin daveti sayesinde Fleabag de kilisenin yolunu bulmuş ve cemaate(dil alışkanlığı naparsın) esenlikler diliyor samimi tavırlar içerisinde. Yapmakta oldukları içtenlikli bir sohbet esnasında Fleabag tanrıya inanmadığını söylediğinde, tanrı bir güzel dersini veriyor ona, dizide de bir kez daha karşımıza çıkacağı üzere ve de her zaman hepimizin karşılaştığı ve görmezden geldiği şekilde(hadi ama, dindar olmayabilirsin, dinlerle alakadar da olmayabilirsin-olma da, ama azıcık da olsa o ses, şu ses, o hep var olan sessiz ses, seni dizlerinin üzerine çöktürecek kadar güçlü o sessizlik, tüm acılarının kaynağı, bütün gözyaşlarının ve sebepsiz sandığın varoluşunun nedeni, dünyadaki tüm kötülüklerin ilacı, işte o ses, sana dününü unutturan, anından uzaklaştıran, gelecek planları yaptıran o sessiz ses).

Fleabag’in haşin bir kafa ve onu takip eden kaş hareketini, seyirciden başka gören tek kişi var; o da Rahip. Bir yere kaçtığını, görünmez olduğunu söylese de, anlamamazlığa geliyor karşı taraf. Bu anlarda Fleabag bizi bir yandan kendi gerçekliğine çağırırken, diğer yandan Rahibi bir başka boyuta taşıyor. Bizler başroldeyiz bu dakikalarda, seyirciyse ne gördüğünü ve bunun ne olduğunu anlatmakta güçlük çeken hisli Rahip.

50FAB20E-D1D5-46F3-A89B-4F9629490FFE

B2F815FF-77CC-4CF0-997A-7C692CB82132

Fleabag’in acılarının kaynağı olan şeyse annesinin iki defa mastektomi yaptırmasına rağmen, hastalıktan kurtulamayışı. Cenazesinin ayrıntılarını hatırladığı dördüncü bölümde, aklının en önemli kısmında yer alan Boo da çıkıyor karşımıza. Hayattaki tek arkadaşının ölümüne sebep olduğu gerçeğiyle yüzleşemiyor bir türlü. Ya bunun için henüz erken, yahut utanıyor ya da yüzleştiği takdirde bununla baş etmesi ve yaşamına devam etmesi mümkün olmayacak. Tüm bunlarla kiliseye gittiğinde, J Lo dinleyip, cin tonik içen rahiple düzenledikleri bir günah çıkarma seansından sonra tam da O’nun evinde girdikleri bir takım ateşli hallerden, onun uyarısıyla kendilerine gelebiliyorlar ancak.

Gelelim bacılık hallerine. Yani Fleabag ve kız kardeşi Claire’in arasındaki anlaşmazlığın nedenlerine. Tam ilişkilerini düzeltecek gibi olduklarında, illa ki bir şeyler oluyor ve bozuşuyorlar. Bundaki en temel sebepse enişte değil, aralarındaki mizaç farkı. Babasının da dediği gibi Flea eğlence genlerini annesinden almış ve iyimser kalabiliyor her şeye rağmen. Olayları iyi tarafından görmeye bakıyor, eğlenceli, muzip, karşı tarafa kendini rahat hissettirtiyor. Claire’se hep daha gerçekçi, statükocu, arkadaş olamayacaklarının ve kardeşten öte kız kardeş olduklarının farkında. Girdikleri ortamlarda kardeşinin öne çıkmasını kadınca bir dürtüyle istemiyor(insanca demek daha doğru aslında, kim ister ki sonuçta?), en çok da onun kendisini başarısız ve ruhsuz hissettirmesinden kaçınıyor. Bir kardeş doğuştan gergin, diğeri rahatlık geniyle ve uçarılıkla bu dünyaya gönderilmiş özetle.

78D09E2B-5983-4637-9E1B-43C8CF905FB5

66988BDF-D64A-4B41-8B9A-1ADBE2F19702

Gelelim SON SÖZ‘lerime: Muhakkak izleyin! En azından kaçırmayacaksınız. İzlemezseniz eğer, kaçırmış olacağınızdandır tüm telaşım. Belki Kutsal Kitaplar’da bulamadığınızı bulacaksınız sınırlı süreli bir dizide. Sınırsız ve sonsuzmuş gibi görünen evrende, ilk defa rahat bir soluk alacaksınız belki de. Belki Flea’nın edepsizliklerinde, cinsel hayatının kimi detaylarında kendi kendinize vicdan yaptığınız, pişmanlık duyduğunuz kendi deneyimlerinizin de hayatın akışında kabullenilebilinir olduğunu göreceksiniz. Belki Flea’da kendinizi bulacaksınız. Sevmenin binbir halinden en az dokuz yüz tanesini bilen ve buna içgüdüsel olarak sahip olan bir kadının nasıl olabileceğine şahit olacaksınız. Ben o kadar hızlı değildim deseniz de, derisi kalınlaşmış, evini taşımaktan gocunmayan ama başını sokacak da bir yuvası olmanın hak edilmiş gururunu taşıyan bir kaplumbağa telaşsızlığıyla hayatınıza kaldığınız yerden daha kolay devam edeceksiniz. Aşk hakkında orijinal bir söz bulmakta Rahip kadar zorlandınız belki, ama sözlerine katılmakta güçlük çekmeyeceksiniz. Ve o şeyin aslında aşkla yapılanının en güzeli olduğunu iliklerinize kadar hissedeceksiniz. Ya da Henry gibi aslında kötü bir adam değilsinizdir de sadece tanrı vergisi kötü bir kişiliğiniz vardır. Kim bilir yahu!

Andrew Scott, Sherlock’tan beri takibime aldığım bir isimdi. Harika bir iş çıkarmış. Phoebe Waller Bridge’e gelince, yerine “kimseyi” koymakta zorlanıyorum. On iki bölümün on ikisinde de onun imzası var. Bütün o mimiklerde de onun imzası var. Dördüncü bölümün sonunda yer alan günah çıkarma sahnesi, Kristin Scott Thomas’ın, Fiona Shaw’ın sadece bir bölümcük varlıklarıyla diziye kattıkları değerse unutulmazdı. Fleabag inanılmaz derecede zekice yazılmış, özgün, cesur, başına buyruktu. BBC 3’ün ve İngiliz hoşgörüsünün ardına sığınan Bridge herhangi bir Müslüman ülkesinde bu kadar yaratıcı ve cesur olamayabilirdi kanımca. İzlemiş olmak bile bir şanstı; ve de keyifti aynı zamanda. Paylaşmasam olmazdı: sevgi neydi, aşk ne demekti; bu defasında tüm yollar umuda çıkmaktaydı, benden söylemesi. İyi seyirler!

”Aşk berbattır. Acı verici. Korkutucu. Kendinden şüphelendiriyor, yargılatıyor. Hayatındaki diğer insanlardan uzaklaştırıyor. Seni cimrileştiriyor. Sapıklaştırıyor. Saçınla takıntılı oluyorsun. Zalimleştiriyor. Asla yapmayacağını düşündüğün şeyleri yaptırıp söyletiyor. Hepimizin istediği bu ve bulduğumuzdaysa tam bir cehennem! Bu yüzden, yalnız yapmak istediğimiz bir şey olması çok normal. Bana öğrettiler ki, insanlar aşk ile doğar ve hayat aşkı doğru yere koymayı bulmaktır. İnsanlar bu konuda çokça konuşur. ”Doğru hissettirmesi”. Doğru hissettiriyorsa kolaydır. Ama bunun doğru olduğundan emin değilim. Doğru olanı bilmek güç gerektirir. Ve aşk, güçsüz insanların yaptığı bir şey değildir. Romantik olmayı ve bolca umut gerektirir. Bence demeye çalıştıkları şey sevdiğin birini bulduğunda umut gibi hissettirir.” Rahip

6A819157-22C1-401E-98F3-634A14F31352

005F4BC4-8E46-47C0-B8CA-5B414DB6B16C

DARKEST HOUR

7B2DFA89-795B-4376-94F3-31E27FEEBF47

DARKEST HOUR :

“Başarı son, başarısızlık ölüm değildir. Önemli olan devam etme cesareti gösterebilmektir.” Winston Churchill

“Başınız kaplanın ağzındayken onu ikna edemezsiniz.” Winston Churchill

Ruhsal savaşlar seni bu an için eğitti. Kusurlu olduğun için güçlüsün. Şüphen olduğu için bilgesin.” Clemmie Churchill

“İnsanın eline böyle bir güç gençken verilmeliydi. Kanı hızlı akarken. Kuvveti yerindeyken. Giden gençliğin yerini bilgeliğin doldurması dileğiyle.” Winston Churchill

“Hiç otobüse binmedim. Hiç ekmek için sırada beklemedim. Yumurta kaynatabilirim çünkü bir kez kaynatılışını gördüm. İlk defa metroya genel grev zamanı binmiştim.”

“Halifax bir kontun dördüncü oğlu. Dördüncü çocuklar hiçbir şeyi geri çevirmezler.” Winston Churchill

“Bütün bebekler bana benzerler.” Winston Churchill

“Fikrini hiç değiştirmeyenler, hiçbir şeyi değiştiremezler.” Winston Churchill

Savaşan uluslar tekrar yükselirler. Uysalca teslim olanlarsa yok olur giderler.” Winston Churchill

“Sizin hayatta kalmanız önemli. Başbakanlar gelip geçici.” Churchill’den Kral Altıncı George’a methiye(desem de Churchill methiyeler adamı değildir, olsa olsa gerçekçi bir yaklaşım diyebiliriz)

GİRİŞ :

Sinema çıkışı izledikleri filmi tartışmakta olan iki üniversiteli delikanlının konuşmalarına kulak misafiri oluruz:
-Ben beğendim Abi.
-Ben de.
-…

Bu iki üniversiteli delikanlının memnuniyetleri geveze olmadıklarından sizi tatmin etmeyeceğinden iki alımlı genç kızın konuşmalarına kulak vermeyi deneriz bu kez de:
-Gary Oldman iyi oynamış ama ben en çok Call Me By Your Name’deki Timothee’yi beğendim.
-Asıl Armie Hammer neydi o öyle?
-Di mi?
-Oscar adaylarını merak edip geliyoruz da bu filmlerin başrolündekiler ya canavar ya gay ya da böyle ağır makyaj altında tanınmayacak haldeki aktörler oluyor hep. Hiç şöyle gönlüme göre bir aktör bulamıyorum.
-Adam başbakan nasıl yakışıklı olsun ki zavallıcık? Aktörüne göre gelelim bir dahaki sefere, öyle de filmlere gelelim. Olmuyor böyle.
-Aynen ya uffff. Kesmedi bu film beni.
-Ama Armie evet yaa… Şeftali yaa…
-…

Kazandıkları bedava sinema biletiyle ne akla hizmet girdikleri Darkest Hour’dan memnuniyetsiz çıkan iki liseli kız da sizi tatmin etmemiş olacak ki, farklı mizaçlara ve hayattan farklı beklentilere sahip olan iki delikanlının konuşmalarına kulak misafiri oluyoruz şimdi de:
-İyi filmmiş Abi.
-Aynen. Nasıl es geçtik biz bunu yahu?
-Gary Oldman ağır makyaj altında tüm ödülleri topluyor dediler. Halbuki adam beden dilini layıkıyla kullanmış, tombul toraman bir Churchill olmuş. Eve gittiğimde Churchill’in sesini dinleyeceğim. Gary Oldman’ın bu rol için çok çalışıp, çok araştırma yaptığı söyleniyordu çünkü.
-Gerçekten de çok iyiydi adam.
-Bu sene ne çok Dunkirk’ün konusu geçti.
-Aynen. Ne mühimmiş yahu meğerse. Dunkirk’te Dunkirk, burada Dunkirk, bir dizide bile Dunkirk’ün son gazilerinden diyordu. Algım Dunkirk’e açık olduğundan nerede olsam hemen bu Dunkirk o Dunkirk diyorum.
-Ona kültür emperyalizmi de deniyor. Endüstriler konuşuyor. Sen izliyorsun ancak. Bizim Gelibolu’nun da birkaç yerde adı geçti. Gelibolu hezimetinden çok dertliymişler meğerse.
-Öyle. Ne dikkatimi çekti bir de bak, Churchill’in portresi hiç o kadar kusursuz çizilmemişti. Hem alkolik, hem obur, hem de sözünü sakınmıyordu ve aklına geleni söylüyordu ulu orta. Kral bile zamanla alışabildi, başlarda tiksiniyordu bundan. Başbakan olduktan sonra haftada bir kez görüşecek olmaları bile zul geliyordu ona. Usülden elini öptürdükten sonra, sırtına siliyordu göstermeden.
-Kraliyet ailesi Churchill’den de garip. Aristokrat olmalarına aristokratlar da, çok da sinamekiler. Kral gönlüne göre başbakan istiyor mesela. Kral ya. Churchill güne domuz pastırmasıyla başlıyor skotch eşliğinde. Öğle yemeğinde bir şişe şampanya, akşam yemeğinde bir başka şişe şampanya, geceden sabaha kadar da şarapla takviye ediyordu hiç durmadan. Frengiden aklını yitirmiş bir babanın oğlu olarak bir günde yüz tane fikir üretebilme kapasitesine sahip bir adam üstelik. Uyku saatleri düzensiz, çok baskı altına girdiğinde kimsenin anlamayacağı şekilde mırıldanmaya başlıyor. Ne yapıp, ne edeceği, ortamlarda ne söyleyeceği de belli olmuyor. Ben istenmiyorum diyordu bir yerde. İstenmiyor ve sevilmiyor gerçekten de, son şans olarak görülüyor. Güçlü karakteri sayesinde ezik görünmüyor sadece.
-Öyle dedin de…dur bakayım…oh oh oh…obeziteye ve alkolizme rağmen doksan bir yaşına dek yaşamış. Biz boşuna tıp okuyoruz biliyor musun? Öldürmeyen Allah öldürmüyor işte.
-Ne yapalım yani mesleği mi bırakalım? İyi bakılmıştır başbakan diye, genetik de mühim malum. Biz müdahale kısmında varız sadece.
-Bugün nöbet yok. Gel gidip birer tek atalım Kordon’da Churchill’in şerefine.
-Olurdu ama ben Asya’yla buluşacağım.
-Yaa!
-Aynen.
-Ne bal var Abi sende!
-Soyadım Ballı unutma.
-Churchill ne demek acaba?
-Bilmem ki. Kilise ve tepe’nin birleşimi sanki. Church ve Hill. Lordlar Kamarası’ndaki tarihi konuşmasında Tanrı’nın da yardımıyla Hitler’e karşı tepelerde, denizlerde, okyanuslarda savaşacağız diyordu ya…
-Ne bağ kurdun abi sen de… Ama filmin en etkileyici sahnesiydi. Pofuduk adam Tanrılaştı bir anda. We shall fight in seas, we shall fight in oceans, we shall fight in hills…”
Başlamak üzere olan yeni seans için bekleşen izleyiciler genç adamın heyecanlı heyecanlı yaptığı el hareketlerine bakarlar. Sözlerine devam eder umursamadan:
-“Dünyayı değiştirecek bir işi olmalı insanın. Dünyaya “iyi anlamda” şekil verme yetisine, insan hayatını değiştirebilme gücüne sahip olmalı insan. Tarih beni nasıl hatırlayacak  bilmiyorum mesela. Hatırlayacak mı, onu da bilmiyorum mesela. Operatör doktor olmak isterdi, ameliyatlara girerdi, hırslıydı, yapardı. Bu mu? Bu kadar mı? Bu kadar mıyım ben? Tarih yapraklarının ilk sayfalarında yerim olabilecek mi acaba? Büyük oynamalı insan, sonuna kadar gitmeli. Ne yapıp edip bu uğurda yaşamalı ve yaşlanmalı insan.”
-“Benim o kadar büyük hırslarım yok. Ben doktor olmak istedim, yani memur olayım istedim. Oldum. Uzman doktor olmak istedim. Onu da oldum. İyi bir teklif gelirse de, ileride özele geçerim. Sanırım geçebilirim.”
“Ben bilim adamı olmak istiyorum. İnsanlığa faydası dokunacak bir araştırmanın başında olmak istiyorum. Aziz Sancar gibi olmak istiyorum.”
-“O isteklerini bu ülkede gerçekleştiremeyebilirsin. Yurtdışına gitmen ve hatta orada kalman gerekebilir çok uzun bir süre. Hatta hatta o ülkenin vatandaşı olman bile gerekebilir.”
-“Olsun kalırım.”
-“O zaman bir başka ülke adına çalışmış oluyorsun ama.”
-“Hiç değil. Düşünsene İngiltere’de yaşayan Nobel ödüllü Türk. Kulağa havalı geliyor. Ben sevdim bu fikri.”
-…

Dünyayı değiştirecek ve de yön verecek haliniz de yok, ufkunuz da bu genç doktorumuz kadar geniş değil, öyle mi? Mühim değil, bir yapan çıkıyor nasıl olsa, üstelik bunu en sıkışık, en karanlık saatlerde gerçekleştirebiliyor. Biraz öngörü, biraz bilgelik, biraz empati yeteneği, biraz şans, hata yapmaktan korkmama cesareti ve en çok da seçilmişlik. Darkest Hour’da bütün bu yönlerine teker teker değiniliyor Churchill’in. Yoksa çok başka türlü çizilmiş bir Avrupa haritası ile gelecektik bugünlere. Churchill o dönem İngiltere’sinin ve tüm Avrupa’nın şansı   olmuş, onun da misyonu bu karanlık saatlerde Dunkirk’teki askerlerin tahliyesini sağlayacak olan fikrin sahibi olmak imiş. Bu sayede bir savaşın gidilatını ve insanların kaderleri değiştirmiş. Tüm bunları başarabilecek derecede yüksek iradesi, karşı durma cesareti ve çalışan bir aklı varmış.

F2B928B2-8FDB-400A-B858-E813853AB0B0

DARKEST HOUR :

İkinci Dünya Savaşı’na ait siyah beyaz görüntülerle açılıyor film. Önce Nazi Almanyası askerlerini, sonra da koca koca haritaların başındaki Hitler’i yüksek rütbeli askerlerle yan yana görüyoruz. Tarihler 9 Mayıs 1940’ı gösteriyor. Üçüncü Reich İmparatorluğu Çekoslovakya, Polonya, Danimarka ve Norveç’i işgal etmiş durumda. Üç milyon Alman askeri Belçika sınırında Avrupa’nın kalanını fethetmeye hazır vaziyetteler. Britanya’da ise Lordlar Kamarası’nda kıran kırana bir mücadele verilmekte. Meclis, liderleri ve başbakan Neville Chamberlain’e inancını kaybetmiş durumda ve buldukları ilk fırsatta var güçleriyle üzerine gidiyorlar acımasızca. Yeni bir lider arayışı varken, başbakan Nazi saldırısına karşı hazırlıksız olmakla ve tembellikle suçlanıyor. Açıkça istifası isteniyor ki kendilerine yeni bir lider seçebilsinler. Winston nerede diyor birisi, silah üzerinde parmak izi kalsın istemiyor diyor bir başkası. Kral’ın, Lordlar’ın ve herkesin ve hatta Halifax’ın da tercihi Halifax iken, Viscount Halifax, Chamberlain’in istifasından sonra gelen başbakanlık teklifini reddediyor. Bir yerde kendini hemen ateşe atmıyor. Bu ülkenin bağrında yetişmiş, Avrupa’da barışı sağlayacak ve de en önemlisi muhalefetin kabul ettiği ve desteğini alabildiği bir isim olmalı yeni gelen diyor. Alternatifsiz bu tek isimse Churchill oluyor. Fakat daha ismi dahi geçmeden olumsuz sesler yükselmeye başlıyor masada. Ona mı kaldık diyebilecek kadar cüretkarca oluyor bu çıkışlar. Böyle mühim günlerde ülkenin başına bir ayyaşın getirildiğini düşünüyorlar en çok da.

Churchill hakkındaki kararlar yuvarlak bir masanın etrafında toplanmış büyük büyük adamlarca verilirken, Churchill cephesine geçtiğimizde onun da kimi mühim kararları yatağında verdiğine tanık oluyoruz. Üstelik skotch, puro ve domuz pastırmalı kahvaltı eşliğinde. İstediğinde atom karınca olabilen Churchill’in, bir parçasını Oblomov’dan aldığını görüyoruz bu sayede. Hayatında çok önemli iki yere sahip kadınlardan biri olan sekreteri Elizabeth Layton’da bu en kritik zamanlarda giriyor hayatına. Bir diğer isimse karısı Clemmie. Başbakan olmasına ramak kala kocasını kibar ve esprili olması hususunda uyarıyor. Kristin Scott Thomas her daim ikinci planda kalan ama en az kocası kadar sivri dilli eş rolüyle çıkıyor karşımıza. Churchill’se bu görevin tam da bu zamanlarda ona verilmesinin nedeni olarak açıkça geminin batmakta olduğunu ve de bu pozisyonun ona hediye olsun diye değil de, intikam olsun diye önerildiğini düşünmekte. Geçmişi felaketler yığını olarak görülen Churchill Gelibolu’daki 25000 ölümden, yanlış Hint politikasından, Rusya İç Savaşı’ndaki genel tutumundan, Altın sisteminden, Norveç olayından ve daha da bir sürü kararından ötürü suçlanıyor. Muhakemesinin yetersiz olduğu düşünülse de, Hitler konusunda haklı çıkıyor. Öngöremediği bir başka şeyse önümüzde aylarca sürecek bir mücadele var derken aile arasında şampanya patlatarak kutladıkları Başbakanlığının ilan edildiği tarih olan 10 Mayıs 1940’ın üzerinden tam beş sene geçmesi gerekiyor savaşın sonunu görebilmek için. Bu arada yersiz yurtsuz yedi milyon mülteci yürüyüş halinde olup, Avrupa korkunç bir çöküşün eşiğinde korku içinde bekliyor. Churchill’in politikasıysa bir başka diktatör Mussolini’nin aracılığı ile yapılacak olan barış antlaşması değil, savaşa devam etmek oluyor. Deniz, kara ve havadan yapılan saldırılarla insanlık suçlarının karanlık ve acı kategorilerinde hep birinci sırada yer alacak olan ve tarihin görüp göreceği en büyük canavar zorbaya karşı zafer kazanana dek savaşmaktan yana davranıyor. Radyodan canlı yayınlanan “Özgürlük Davası” isimli konuşmasında son on yıldır dokuz köyden kovuluşuna yönelik saldırıların nedeni olan doğruculuğunu bir yana bırakıp halka moral olsun diye yaptığı konuşmasının aksi bir tablonun varlığını, berbat bir durumda olduklarını ve de en korkuncu kıyımın kapıda olduğunu eve geldiğine karısına itiraf etmek zorunda kalıyor.

A241A526-F506-427F-926E-409DDF6BBCFB

F21620FC-0F1F-43B3-8879-434F22A033EE

Fransa kıyısında yer alan Dunkirk’te sıkışıp kalan 300.000 İngiliz askerinin akibeti oluyor savaşın gidişatını belirleyen en mühim olay olarak. Calais’deki 4000 asker Almanlar’ın ilgisini çekmek üzere yem olarak kullanılıyor 300.000’in selameti için. Ve eğer birkaç gün içinde bu tahliye gerçekleştirilemezse tüm ordu yok olabilecekken günde 100 fikir üretebilen Churchill, Eisenhover’ın desteğini alamasa da onun kafasında çaktığı ışıkla, savaşın kaderini değiştiren fikri üretiyor. Bu şekilde on metreden büyük tam 840 tekne Fransa’ya doğru yola çıkıyor. Umutsuz durumdaki sesin sahibi olan Amiral Ramsey, Churchill’in talebiyle ama son derece isteksiz bir şekilde isimlendirdiği “Dynamo” operasyonunun ismini yanıbaşındaki vantilatörün markasından alıyor rastgele ve dediğim gibi zerre heyecan ve umut beklentisi içine girmeden.

FFF187AD-638A-4B13-A9CF-A2EDEC7029E1

Kral cephesinden bakıldığında, eğer Hitler ülkelerini işgal edecek olursa, ailesiyle birlikte bir an önce Kanada’ya nakledilmesi gerekecek ve buna da gönlü el vermiyor. Bu noktada Hitler’e kafa tuttuğu için belki de en çok desteğini veriyor bir zamanlar mesafeyle ve şüpheyle yaklaştığı Churchill’e. Bir şekilde memleket meselesinde uzlaşıyorlar nihayet. Arada azarını, arada iğnelerini yediği Altıncı Kral George’un kimi öğütlerini kulağına küpe yapan Churchill’se halkın öngörüsüne kulak vermek için gittiği metrodan tereddütlerini ortadan kaldıran bir kararla çıkıyor son anda. Lordlar Kamarası’ndaki tarihi konuşmasını gerçekleştirmesine yönelik kritik karara giden yollar metronun kompartımanında alınıyor halkın icazeti ve sağduyusuyla. Aksi takdirde Orta Avrupa’ya derebeyi olmak isteyen ve Alman Sömürge İmparatorluğu’nu geri getirmek isteyen Hitler’in razı geleceği olası barış antlaşmasıyla ne İngiltere’yi bağımsız bırakacağı var ne de mevcut sıkıntılarından kurtaracağı. Aralarında yer alan tüm şehirleri düşürmüş, tüm ülkeler teslim bayrağını çekmiş, Dunkirk ve Calais hariç tüm limanları Almanya kontrol ederken, yani başları kaplanın ağzındayken, Hitler’i ikna etmenin mümkün olamayacağının farkında olan Churchill halk desteğini de alarak tek bir umuda sığınıyor bundan böyle. O da “zafer”. Bir başka seçenekleri yok çünkü. Chamberlain de dahil olmak üzere büyük çoğunluk Churchill’e destek veriyor. İngilizceyi silahlandıran Churchill, savaşa gönderiyor böylelikle, Halifax’ın tabiriyle. Zaferse ancak beş yıl sonra sekiz mayıs tarihinde geliyor. Britanya ve müttefikleri zaferlerini ilan ediyorlar. Winston’a gelince hemen ertesi sene seçimleri kaybedip meclis dışı kalıyor. Böyle de vefasız bu insanlar!

459E87A5-0F9F-48E7-B41F-2E49554C2F9F

Joe Wright’ın yakın takipçisi olarak ailevi sorunlar ve bir takım hastalıklar yüzünden geri plana ittiğim bir film olmuştu “Darkest Hour”. En nihayet izleyebildim ve de marifetmiş gibi hakkında bir şeyler yazarak böbürlenmek fırsatı buldum kendimce. Her zamanki gibi yönetmen yönetmen olunca film de film oluyor demekten ve de inşallah bir gün bizim de tarihimizi ve tarihi kişiliklerimizi karikatürize etmeden başarıyla peliküle aktarabilecek yönetmenlerimizin çıkmasını dilemekten başka da bir temennim kalmıyor son söz olarak. Gary Oldman’a gelince, serçe parmağını oynatsa da Oscar alsa dediğim Daniel Day Lewis çok başarılı olsa da, Winston Churchill’i böyle başarılı bir filmde tüm kusurlarıyla oynamak şansı da Oldman’ın kaderinde varmış demek düşüyor sadece. Osacarlarda bu senenin en güçlü ve ödülü almaye en yakın adayı gibi görünüyor en iyi aktör dalında. Oldman dışındaki tüm oyuncular da benzerlikleriyle tam bir casting harikası olarak çıkıyorlar karşımıza. Halifax’dan Chamberlain’e, özellikle de bire bir benzerliğiyle Kral Altıncı George çok başarılı bir arayışın sonucu olarak, filmin gerçekçiliğine zemin hazırlayan karakterler olarak çıktılar karşımıza yan rollerde. Bu filmin literatürüme kattığı en derin bilgiyse Churchill’in zafer işaretini tersten yaptığında yoksul mahallelerde ne anlama geldiğini öğrenmek oldu. Ara ara bu hareketi yapmayı istediğim o kadar çok insan var ki… Eminim bana karşı aynı hareketi yapmayı isteyen de bir o kadar çok insan vardır. Neyse ki sorun etmiyor insan hislerin karşılıklı olduğunu bildiği sürece. Her neyse, o işaretin anlamı için bile izlenmeye değer bir film var karşınızda neticede.

BD8D7F01-7B6C-4CAE-B098-3D5DC4498D32

E0C23077-768F-467E-8878-619F18870B70

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑