YOU WERE NEVER REALLY HERE

D5989CF8-AF0B-4137-91A9-F486C3A73D5B

YOU WERE NEVER REALLY HERE :

“Ödlek küçük kızlar böyle kambur durur.”

“Çiçekler boktan şeyler, her türlü ölüyorlar ve etrafı kokuya boğuyorlar.”

“Güçsüzüm ben. Güçsüz ve aciz.” Joe

Film hakkında gevezelik etmeye başlamadan önce 2017 Altın Palmiye adayı olup en iyi aktör ve en iyi senaryo ödülleri ile Cannes’dan eli boş dönmeyen Lynne Ramsay’in son filmi ile bir sene rötarlı da olsa karşılaşmaktan son derece mutluluk duyduğumu belirtmem gerek. İskoç asıllı Glasgow doğumlu yönetmen bu dördüncü uzun metrajında çıtayı, “We need to talk about Kevin – Kevin Hakkında Konuşmalıyız”dan altı yıl sonra ve “Kevin Hakkında Konuşmalıyız”a rağmen bir hayli yükseltmiş durumda. Bence. Çok daha soğukkanlı bir film karşımızdaki. Nereden mi çıktı bu fikrim, çünkü hatırlamak adına Kevin’ı bir kez daha izledim yönetmenin son filminin üzerine. Her ikisinde de karşımıza çıkan ortak hallerden biri olan tatlı tatlı seçilmiş müzikler esnasında arızalı karakterlerimizin hayatla baş etme gayretlerinin yanında, seyirciye de bu arıza karakterleri sevmek çabası düşüyor en azılısından. Ve evet toz pembe gözlükleriniz ve mevzulara fazla kafa yormadığınız bir beyniniz yoksa da hayat hiç de öyle sanıldığı kadar kolay hazmedilesi bir şey değil, en azından benim açımdan, Ramsay açısından, Joe açısından, Nina açısından, Kevin ya da Eva açısından. Van’a doğru yola çıkmış giderken bitirmeye çalıştığım bir yazıydı bu. Aradan on on beş güne yakın bir zaman geçti ve hala bitirmek gayretim bitmedi, yazım da tabii. Yönetmenin altı yıl aradan sonra fakat bu kadar parlak bir işle karşımıza çıktığını görünce insan düşünmüyor da değil; belki de ara vermek gerek daha büyük başarılar için. Öte yandan, film, iddiasız süresiyle de şaşırtıyor insanı. Doksan dakikalık bir filmle Cannes’dan, şu zamanda, iki ödülle birden dönmek büyük başarıdır. Cidden.

109CB750-08AF-4318-A98A-8665FFA9CA99

Filmin başında yer alan geriye sayımla birlikte Joe’nun çocukluk travmasına şahit oluyoruz. Joe’nun geçmişiyle, şu an’ı çakışıyor ve çarpışıyor adeta. Çünkü gözlerinin önünden gitmeyen çocukluğunda yaşadıkları pek de öyle yenilir yutulur cinsten değil. Mühim yanıysa yönetmenin tüm bu yaşananları bize nasıl gösterdiği. İzleyin de görün kör gözüne parmak sokmadan ve çok da abartmadan yönetmenin böylesi zor bir işin altından nasıl kalkabildiğini. Sadist bir babanın oğlu olarak hem kendisi işkence görmüş hem de annesinin çektiklerine şahit olmuş olan Joe, babasının ona ve annesine yaşattıklarına rağmen, bundan yirmi sene önce hayatında edinebildiği tek kız arkadaşının dayak yemiş yüzüyle karşılaşıyor bir tren istasyonunda. Mevzu derin, çünkü ne gördüyse onu yapmış Joe istemeden de olsa. Ne yaşadıysa onu yaşatmış bir bakıma. Bu yüzden de geçmişte kalmış hayaletler yakasını bırakmıyorlar her fırsatta ve her şekilde. Joe’nun hayatındaki tek dokunulmazıysa zamanında beraber çook çileler çekmiş olduğu annesi. Meslek olarak profesyonel askerliği tercih etmesi, bu çocukluk travmasının eseri. Şimdiyse eski bir savaş gazisi olarak, seks kölesi olarak kullanılan çocukları arayıp bulmakla meşgul olmakta. Zihnini bunlarla meşgul etmediğindeyse, hiç aklından çıkmayan babasının duygusal ve fiziksel tacizleri geliyor ivedilikle gözlerinin önüne. Yani gözlerimizin önüne.

Joe rolünde yine bu rol için olduğu belli, bir hayli kilo almış bir Joaquin Phoenix çıkıyor karşımıza. Buna rağmen izbandut gibi, hımbıl değil ve fiziksel olarak son derece güçlü. Suratından vurulsa da, ölmüyor ve ödemli yüzüyle olayların perde arkasını görmeye çalışıyor. Arka sokaklarda onu gasp etmeye çalışan ve bunun için arkasından saldıran bir adamı sadece tek bir kafa darbesiyle yere seriyor. Birden çok adamı da aynı anda yere serebiliyor aslında. Karakter olaraksa sorunlu bir tip. Arıza denen türden. Her insanın yüreğinde taşıdığı şeytanla da, melekle de tanışıyoruz sayesinde. Çünkü Joe’nun hayatı hep kötü geçmiş. Babası kötü, babasının yaptıkları şeyler kötü. Sonra savaşta kötü şeyler görmüş, insan kaçakçılarıyla karşılaşmış, boğulmuş kızlarla karşılaşmış, her tür kötülük onu bir mıknatıs gibi çekmiş kısaca. Bugüne kadar üstlendiği her rolün altından rahatlıkla kalkabilmiş oyuncu açısındansa, Cannes’dan aldığı en iyi erkek oyuncu ödülünü sonuna kadar hak etmekle beraber bir yandan da bu sene izlediğim en iyi oyunculuğu vermiş bu nevi şahsına münhasır sıradışı kişilik. Phoenix varsa tamamdır denilebilinecek bir filmografiye sahip kendisi. Bu da onu ayrıcalıklılar sınıfına taşıyor her şekilde.

BCD922B0-B8CF-4525-961E-07600541F103

Filme dönecek olursak, Joe en son görevini tamamladıktan sonra Cincinnati’den Brooklyn’e dönüyor. Burada yani evinde bunama belirtileri gösteren annesiyle bir hayatı paylaştığını görüyoruz. Bu durumu normalize ettikleriniyse Hitchcock’un Psycho’sunu espri konusu yapmalarından anlıyoruz. İnci Küpeli Kız’ın tablosu var duvarlarında. Annesiyse beyaz kombinezonu, beyaz saçları, çökük avurtlarıyla bir hortlak gibi dolaşıyor evin içinde. İki gün önce azılı adamlarla uğraşan Joe, şimdiyse kuzu kuzu masaya oturmuş annesiyle beraber gümüşleri parlatıyor. Buzdolabındaki her şeyi çürümüş buluyor döndüğünde. Ve her yeni işinden önce bir çekiç satın alıyor çarşıdan. Patronu John McCleary ona yeni bir iş teklifiyle geliyor kısa bir süre sonra. O da Senatör Albert Votto’nun karısının intiharından sonra evden kaçmayı gelenek haline getirmiş kızını bulup getirmek. Babadan kalma miras olan çekiç alışkanlığıyla bir kez daha insan kurtarma avına çıkan kahramanımızın hayatının, Senatör Votto’nun sözde kızını bulmasının ardından gelişen olaylarla nasıl bir çıkmaza girdiğini görüyoruz bundan böyle. Annesi başta olmak üzere temas ettiği herkes teker teker öldürülüyor. Filmin en enteresan sahnesine tanık oluyoruz bu arada. Ağır yaralı ve aynı zamanda ölmek üzere olan kiralık katilin yanına uzanıyor Joe ve annesinin ölürken korkup korkmadığını soruyor sakince. Uyuyordu diyor adam da ona ve başlıyor radyodan yükselmekte olan “All I need is the air that I breathe”i mırıldanmaya son nefesinde sanki son duasıymışçasına. Joe da eşlik ediyor şimdi ona. Ve elinden tutuyor yalnız olmadığını göstermek için, belki de sadece annesinin ölürken bir şey hissetmediğini, daha doğrusu acı çekmediğini söylediği için. Bunlar benim yorumlarım. Sizler farklı düşünebilirsiniz. Onlar da sizin farklı düşünceleriniz olacaktır.

BE82E0D9-7941-4243-BC82-67226F951DED

9FC71AAA-997F-4822-9E29-238EB35F3E96

Filmin uyarlanmış olduğu aynı adlı kitabın yazarı olan Jonathan Ames’in henüz güzel Türkçe’mize çevrilmiş herhangi bir kitabı bulunmamakla beraber, Goodreads’de kitabı için yapılan yorumlara baktığımda genel olarak başarılı bulunduğunu belirtmem gerekiyor. Kitap tür olarak novella yani kısa romana giriyor. Buradan hareketle abartısız, ekonomik süreli bir filmin karşımıza çıkmasına çok da şaşırmamak gerekiyor. Şaşırtıcı olan vasat olduğunun hükmünü verebileceğiniz bir filmin çok büyük söylemlere girmeden de ne kadar güçlü, derin ve sonuç olarak başarılı olabildiğini idrak etmekte. Filme büyük katkı sağlayan soundtrack’inin mimarı ve Radiohead’in baş gitaristi Johnny Greenwood’u da anmak gerekiyor bu arada. Ramsay ile ikinci, Paul Thomas Anderson ile de saymadım kaçıncı ortaklığının sonuçlarının ayrı ayrı ne kadar başarılı olduğunu görmüş oluyoruz böylelikle.

Özet olaraksa 2017’nin bombalarından birinin daha düşmüş olduğunu görüyor ve kederleniyoruz rüzgar gibi geçip gittiği için.

D9BC58A0-B46C-4E32-A192-3C025CD52F36

IRRATIONAL MAN

 

images-142

IRRATIONAL MAN:

“İnsan doğasının başı, inkar edemeyeceği fakat aynı zamanda cevaplayamayacağı sorularla derttedir.” Kant demiş ki…

“Toplumu erkekler şekillendirir. Kadınlar sadece erkek ilişkilerinde olan varlıklar olarak görülür.” Simone de Beauvoir da demiş ki…

“Cehennem başkalarıdır. ”  Jean Paul Sartre

“Tüm iyi fikirler baskı altında gelir.” Abe Lucas

Uzun ve aralıksız süren meslek yaşamında nefes almadan film çeken bir yönetmen Woody Allen. Tam elli yıldır yazıyor ve yönetiyor. Vermiş olduğu bir röportajda bahsetmiş olduğu üzere sıkılıyormuş film çekmediğinde. Hayranları da benzer dıkıntıları(bir harfle havası değişen kelimelere örnek olsun istedim ve değiştirmiyorum bilerek) taşıyor olsalar gerek, kendisinden yeni bir film gelmezse diye. Azmi, istikrarı, meslek aşkı takdir edilmesi gereken yönetmen, seksen yaşını devirmiş durumda ve meslekleri ne olursa olsun akranları çekildikleri adalarda, büyük bahçeli villalarda emekliliğin tadını çıkartırken, kendisi sulanmayan beyniyle üretmeye devam ediyor bir auteur olarak. Filmografisinde izleyemediğim yahut kaçırdığım bir sürü filmi olmasına rağmen her bir filminden bir ya da birçok ders alabildiğim, insan doğasının karanlık tarafını zehirli bir dille üstelik hicivle seyircisine sunan, New York vazgeçilmezim dedikten sonra Avrupa’ya açılan ve orada da iyi işler çıkartan ve şehrin dokusunu, insanlarının özelliklerini layıkiyle yansıtan, oyuncuların birlikte çalışmak için can attığı, atmosfer yaratma ustası bir yönetmen. Erken dönem filmlerinde canlandırdığı nevrotik karakterleri bizzat kendisi oynardı ve inanıyorum ki kendi yazıp yönettiği filmlerin başrolüne kendisinden daha çok yakışan bir yönetmen daha gelmemiştir yeryüzüne. Ve kendi sinemasını, kendi dilini oluşturmuştur geçen zaman içinde. Biraz Bergman vardır içinde, son dönemlerinde ise bol bol Sartre, Kant…

images-146

images-155

Filme ismini veren irrasyonel kelimesinin sözlük anlamı mantıksız, saçma, akılsız ve oransız demek. Hayattan zevk alamaz hale gelmiş, kendisiyle çelişip duran, karısının da kendisinden umut kestiği için terk ettiği izledikçe anlaşılan, mutsuz, umutsuz, huzursuz, hevessiz, bezgin, iktidarsız felsefe hocası Abe Lucas rolünde tavşan dudağı, toparlak göbeği, vurgusuz konuşması ve elinden düşürmediği içki şişesiyle Joaquin Phoenix var. Düşünmekten konuşmayı unutmuş halleri ve yüksek popülaritesiyle Braylin ismindeki kurgu bir kolejdeki işi kabul etmesi okulun öğrencileri ve meslektaşları arasında yüksek bir merak yaratıyor. Beklenti büyük olunca gelmeden rüzgarı esiyor, yayınladığı kitapları okunuyor, hakkındaki söylentiler fısıldanıyor kampüs bahçesinde. Abe’i en çok merak edenlerden birisi olarak öğrencisi Jill rolündeki Emma Stone, erkek arkadaşının varlığına ve ailesinin uyarılarına rağmen yavaş yavaş tutuluyor sürekli fikir alışverişinde bulunduğu hocasına. Abe bu ilgiyi hak etmek için fazla gayret göstermiyor esasında. Ama yirmi yaşındaki bir kızın üzerinde tükenmişliği bile merhamet uyandırabiliyor. Tutulan ve aşık olduğunu itiraf eden ve karşı tarafın da böyle düşündüğünü zanneden Jill, Abe’in her defasında yalan söylediğini göremiyor. Ortadoğu’da bir ülkede kafası kesilen ya da havaya uçurulan, nihayetinde her defasında farklı bir hikayenin mağduru olarak ölen bir arkadaşı var sözde. Cinayeti işledikten sonra varsayımlar üzerine tatlı tatlı fikir yürütebiliyor mesela herkes içinde. Jill’se her şeye rağmen, kendisini öldürmeye çalışan adam hakkında kötü söz etmiyor. Film boyunca onunla olmadığı zamanlarda bile, çıldırmış gibi ondan bahsediyor etrafındaki herkese. Ona yakıştırdığı sıfatlar hep sönmeyen hayranlığının neticeleri. Onu akıllı, ilginç, büyüleyici aynı zamanda savunmasız fakat çekici, üzerine konuştukları konuları kullandığı kelimelerle dilediğince değiştirmeyi bilen biri olarak tanımlıyor. Hayatın hiç bitmeyen acısını görmekten bu hale gelebileceğini düşünebiliyor tüm iyi niyetiyle. Abe’inse ne iç ne de dış sesinde Jill yok. Düşüncelerinde tutarsız bir romantik olarak tanımlanan Abe işleyeceği cinayetinin kararını romantik nedenlerden ötürü alıyor sadece. Kadınlara karşıysa romantik bir bakış açısı hemen hemen hiç yok. Zihninin açılması, uğruna öldürdüğü zalim hakimin, sırt sırta otururken kulak misafiri olduğu hiç tanımadığı kadının çocuklarını babalarına verecek olmasını engelleyip, kendince adaleti sağlaması ve onu hiç bilmeyeceğini düşündüğü kadını kendince kurtarmasıyla berraklaşıyor. Öldürmek bir yaratıcılık eseri ve çok artistik bir şey yapıyor kafasındaki mükemmel cinayeti kurgularken bile. Hızlı ve acısız bir ölüm kurguluyor, siyanürse başrolde. Umut etmenin işe yaramadığı dünyada dışarıdaki Bazı insanlardan biri olan Hakim Spangler’ın ölümü dünyayı daha iyi bir hale getirecek bundan sonra ona göre.

images-150

Rus edebiyatından ve Dostoyevski’den etkilendiğini sıklıkla dile getiren Abe, cinayetini işlemezden önce yazarın Suç ve Ceza’sından notlar alıyor. Besbelli  cinayet kısmından sonra vicdan kısmıyla ne yapacağının hesabını yapıyor ve vicdanını rahatlatmak için yöntemler geliştiriyor. Kendince cinayetini meşrulaştırıyor. Keçileri kaçırmış bile olsa bir felsefe hocası olarak tüm bunları düşünmüş olacağını en azından tahmin ediyoruz ama tekrar nefes almak ve kendine gelmek için bu cinayeti işleyeceğini kafasına koyuyor, kadının umutsuzca acı çekişine kulak misafiri olduktan sonra. Abe, Zabriskie Noktası’na geldiğinde Braylin’e geliyor. Varoluşçuların tamamen dibe vurmadan bir şey olmayacağını savunan fikirlerine paralel Abe dibe vurmuş bile çoktan ve bir çıkış yolu arıyor kendine. Evli ama aşk ve şehvet için her şeyi yapabilecek ve bu uğurda kampüste yatılmadık “insan” bırakmayan ve bundan uslu kocası da haberdar olan meslektaşı Rita’ya öğretmek konusunda hiç cesaretini yitirdin mi ve durup da ne yapıyorum ben dedin mi diye sorduğunda kendisi bu durumda aslında. Yani hiç durmadan sorgulama aşamasında, kendini, kariyerini, kısaca tüm hayatını. Rita hayatından memnun gözükse de, Abe beraber Avrupa’ya gidelim mi diye sorduğunda hiç düşünmeden kararını verip kocasına anlatıyor durumu. Herkes her şeyden sıkılıyor bir zaman geliyor da. Geride bırakmak istiyorsun bütün hayatını yeni bir başlangıç için. İlginç olansa, şu an biriyle tanışsam onu memnun etmekten uzak olurdum cümlesini sarf eden Abe’in bu özel ve nazik durumuna rağmen onun hayatının bir parçası olmak için can atan kadınların bundan vazgeçmeyip, kendisine kol kanat gererek, bilakis kendi kendilerine mutlu olmayı başarabilmeleri tek kişilik tutkuları dahilinde. İçerisinde kurşun olan tabancanın tetiğini art arda çekebilecek derecede kendine karşı duyarsız olan bir adam var ortada Rus ruleti oynayan ve bundan da öğrencilerine ders çıkartan, insanın hayatta yüzde elli şansı olmuyor kimi zaman, diyerek. Kendince kusursuz cinayetini işledikten sonra bile sevilebiliniyor. Bir kadını kandırdıktan sonra, bir diğerini öldürmeye teşebbüs edip de kazayla kendisi öldükten sonra da sevilebiliniyor. Kadınlar ona harcadıkları zamanlarının tekelini vermekten hoşnutlar ve pişman değiller kısaca.

images-69

images-110

images-133

Filmin yarısına geldiğimizde Abe kendi iç sesiyle öldürüldüğünü söylese de, filmin ilerleyen dakikalarında yönetmen bunu bir şekilde bize unutturmayı başarıyor. Bir insan hayatı aldım dedikten sonra, en derin duygularımın önü açıldı diyor. Umutsuz bir vaka oluşundan ötürüyse kimse onu eleştirmiyor. Uzaklardan bir izleyici olarak ben mesela. Yönetmenimiz bu yaşta eleştiriyi çekmek istemiyor anlaşılan. İzlemiş ve dolayısıyla hatırlamış ve bilmiş olduğum kadarıyla “Suçlar ve Kabahatler” ile “Maç Sayısı”ndan sonra suç ve cinayet temalarına bir kez daha dönüş yapan Allen, bu defa suçun insan bünyesinde bir anda serpiliveren doğasını entellektüel bir eğitimci yazarın bakış açısıyla aktarıyor ve kendi haricinde gelişen olaylar zincirinin kurtarıcı halkası olmak adına müdahalede bulunup kendini kurtarıyor aslında. Ne aşk, ne sevgi, ne ilgi, ne kariyer böyle bir adamın hayata tutunmasını sağlayan. Hiç tanımadığı bir kadına yaptığı iyiliğin üzerine çıkamıyor hiçbiri. Kaderleri belirleyen yeryüzü tanrılığına soyunmak, içinde sönmüş kalmış coşkuyu ve yaşam enerjisini geri getiriyor. Eskiden her tür yürüyüşe katılmış, insanlığı kurtarmak adına dünyanın uzak ucuna gitmiş, menenjitlilerle bile vakit geçirmiş Abe, bu sefer dünyayı kurtarmak için çok farklı bir şey görmek istiyor. Fakat karşı karşıya olduğu şey çok başka oluyor ve bir cinayet diğerini tetikliyor.

images-97

images-117

images-102

Film henüz başlamazken ve daha jenerik akarken arka planda camları kapalı bir yolda giden arabanın içinde gidiyormuşuz hissi veren dışarıdan gelen boğuk sesleri algılıyoruz. Sonra da bir alkışla başlayan ve filmin ritmiyle çok uyumlu müzik giriyor, bu arada Abe arabanın içinde iç sesiyle hiç durmadan konuşup duruyor. Film biter bitmez de aynı alkışla başlayan müzik giriyor ve jenerik akıyor. Yönetmen tüm ekibini alkışlıyor sanki  nazikçe, başta kendisi olmak üzere. Ve bu da Oscar ödül törenlerine ve hatta hiçbir ödül törenine gitmeyen Allen’ın kendini ve ekibini ödüllendirmesi olarak algılanabilir bir yerde.

Allen’ın en iyilerinden olmasa da, içerisinde barındırdığı kavramları düşündürtmeyi başarabilen, Kant’ın, Kierkegaard’ın, Sartre’ın, Beauvoir’ın, Dostoyevski’nin adını anmadan geçmeyen, Parker Posey dahil iyi oyunculuklarla bezeli bir film izlemiş oldum ben kendi adıma. Hiç pişman değilim bu anlamda. Abe filmin başında kendi kendine soruyordu burada neyden bahsediyoruz diye. Cevapları da kendisi veriyordu kısaca; ahlak, seçimler, hayatın rastgeleliği, estetik ve cinayet diye. Olası bir örnek olarak verebileceğim hiç tanımadığı bir çocuğa donör olsun diye bir insanın hayatına son veren bir kişiyle, Abe’in işlediği cinayetteki niyet iyi de olsalar, sonuçta cinayet adı üzerinde ve masum bir insanın tutuklanması ve hüküm giymesine de neden olabilir pekala durduk yere. Bir tanışıklığı ve çok da kabul gören geçerli bir nedeni olmadan adam öldüren bir adamın savunması çok ilginç olabilirdi eğer Abe ölmeseydi son saniyede. Hem de 17 numara sayesinde. Önemsiz görünen şeylerin yaşadıkça gördüğümüz üzere, o kadar da önemsiz olmadıklarını gördük neticede. Anların, şeylerin azizliği ve önemi üzerine bir sürü şey söyleyen bir film geldi ve de geçti sinemalardan bu son seferde usta yönetmen tarafından kaleme alınıp çekilen. Huzursuz bir yönetmenden insanı sakin sakin huzursuz eden bir film arıyorsanız, tavsiye olunur şiddetle. Sakin sakin yazdım ben de, yönetmenin tavrı ve tarzı çerçevesinde.

images-98

images-108

images-65

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑