A QUITE PASSION

images-3

A QUITE PASSION :

“Şiirler hepimizi çevreleyen sonsuzluk için bir tesellidir.” Emily Dickinson

“Zaaflarımız kılık değiştirmiş erdemlerimizdir.” Austin Dickinson

“Önemsiz bir hayat yaşayan ve özel bir aşktan mahrum olan bizler açlık nedir çok iyi biliriz.” Emily Dickinson

“Korktuğumuz şeylere dönüşüyoruz. Bu yüzden dünyadan nefret ediyorum.” Emily Dickinson

“Bizler insanız, bizi bununla maskara etme.” Emily Dickinson

“Güçlüyken kaybettiklerini tatlılıkla kazandı.” Emily Dickinson

-“Senin şiirlerin var Emily.”
-“Ama senin de bir hayatın var.”

Biri hiç durmadan yazmış; eline geçen her fırsatta, doğadan gelen sesler kulağında, her anını gelecek yüzyıllarda hiç tanımadığı okurları için satırlara dökmek suretiyle ölümsüzleştirdiğini bilmeden, yazmış yazmış… Kaderinden muzdarip, kelimelerin gücüne sığınmış, hayatını yaşamaktansa, şiirleriyle nefes alarak zahmetli bir hayat geçirmiş, döneminin çok çok üzerinde bir akla, yoğun duygulara ve derin düşünceye sahip bir Emily Dickinson portresi var karşımızda iki saat boyunca. Bir başkası ise uzun ve zahmetli bir sürecin meyvesi olarak, şairin bu kıymetli dizelerini serpiştirdiği filminde, dönemin ruhuna uygun mizansenler yaratıp, diyaloglar yazarak seyircisine eşzamanlı olarak ulaşabilmiş Terence Davies. Sinemanın gücü buradan geliyor. Edebiyatın okuyucu kitlesi sınırlı iken, söz konusu bir sanat filmi dahi olsa bir ölüyü geniş kitlelere ulaştırarak tekrar diriltebilmek sırrına haiz. Daha kolay değer biçiyor hayata edebiyata nazaran. Buradan anlaşıldığı üzere de yönetmen, şairimizden hem dönem açısından hem de işin içinde görsellik olduğundan çok daha şanslı. Filmde Dickinson’ın karşısına çıkan birçok engelin yanısıra en muzdarip olduğu şeydi ölmeden önce tanınmak, okuyucuya ulaşmak. Kendisi tüm bunları göremeden öldü. Ölümünden sonra basılabildi şiir kitapları yazık ki. Ben mi? Ben mi ne yapıyorum? En zahmetsizinden oturduğum yerden okuduğum şairin şiirlerinden ve izlemiş olduğum iyi bir yönetmen filminden geriye kalanları içime sindirmeye çalışıyorum, üzerine birkaç satır karalamak uğruna. Acizlik bu biraz, eğer insanın elinden gelen tek şey buysa. Birçok biyografik film izledim bugüne kadar, en az sizler kadar. Dönemin ruhunu yansıtmaktaki gerçekçiliğinin yanında, oyuncu yönetimi, istikrarlı bir senaryo ve akılcı diyaloglar, yönetmenin üslubu ve genel olarak tüm bunların uyumu bir filme nihai katkıyı sağlarken, övgü dolu yorumları ve iyi eleştirileri de taşıyordu dilden dile, tıpkı A Quite Passion’da olduğu gibi. Yönetmen Terence Davies, benim izlediğim ilk filminde Bela Tarr ve Tarkovski’yi anımsattı en çok. Bir Amerikalı’dan çok Avrupalı bir yönetmen vardı sanki karşımda. Zamanın ruhunu ve duyguları aktarmaktaki başarısı filmini özgün kılmış öte yandan. Kolay kolay zihinlerden silinmeyecek anlar yaratmış yönetmen. Hepsinden bahsedeceğim teker teker, sabrınıza sığınarak. Hem beni hem de sizi bekleyen uzuun bir metin var önümüzde. Öncesinde de ağır ağır, sindire sindire izlemeniz gereken bir film. Ama muhakkak izleyin. Bazı filmleri izlemek gerekir.

Film, şairin, genç kızlığından ölümüne kadar geçen süre içindeki yaşantısını, aile bireyleriyle olan ilişkilerini, beraber yaşlandıkları evlerinde geçirdikleri zamanları, anne babasının ölümünü, şiddetli nöbetler geçirmesine neden olan Bright hastalığını, kendi yoksunluklarını, sınırlı sayıdaki okuyucusuyla olan ilişkilerini, haksız ve seksist eleştiriler karşısındaki duyarlılığını, bastırmaya çalıştığı hıncını, bastırılmışlığını, kıstırılmışlığını ama herşeye rağmen hiç tükenmeyen üretme hırsını gözler önüne seriyor.

images

images-5

downloadfile

Cadıların cadısı bir rahibenin karşısına dizilmiş bir düzine genç kız görüntüsüyle açılıyor film. Rahibe, Tanrı’ya ulaşmanın yollarını göstermek niyetiyle, Hıristiyan olup kurtarılmayı dileyenleri sağa, sadece kurtarılmayı dileyenleri ise sol tarafa alarak iki gruba ayırıyordu kızları. Aşağı yukarı eşit miktarlarda kendi özgür iradeleriyle sağa sola giden kızlardan geriye ise, Emily kalıyordu tek başına. Açık yüreklilikle Tanrı’ya dua etmenin hayatında olumlu ya da olumsuz pek fazla bir şeyi değiştirmediğinden, henüz uyandırılmadığından, günahlarının bilincinde olmadığından kısacası sanki Tanrı’nın ağzından konuşuyormuşçasına tavır takınan, kızlara dereyi görmeden paçayı sıvatmaya çalışan rahibenin tehditkar tutumuna karşılık bir parça da alayla ama dimdik durarak masumiyetinden, diğerleri gibi hissetmeyi deneyip başaramadığından bahsediyordu. Böylelikle sürüden farklı bir ruhu olduğunun sinyallerini veriyordu daha bu ilk dakikalarda, üstelik de büyük bir metanetle. Gözünde umutsuz bir vaka olan ve hem Nuh’un Gemisi’nde bulunduğunu hem de kurtarılmayı reddettiğini belirten Emily’i isyanında, isyanıyla baş başa bırakıyordu rahibe, baş edemeyeceğini anlayarak. Emily’nin de yatılı macerası sonlanıyordu bu vesileyle, hızla ilerleyen Evanjelizm sayesinde. Hayatı boyunca da temkinli yaklaşıyor Hıristiyanlığa. Asla boyun eğmiyor, dizlerinin üzerine çökmüyor. Tanrı’nın onu nasılsa her şekilde gördüğünü, onun sevgisine ihtiyacı olmadığını ve affedici olduğunu düşünüyor. Herkes böyle olmalı işte.

images-4

Bir gün kız kardeşi Vinnie ve erkek kardeşi Austin’i yanına alarak geliyor yatılı okula babaları. Sonra da hep beraber operaya gidiyorlar. Senato üyesi, aynı zamanda avukat olan babalarının muhafazakarlığına şahit oluyoruz burada. Bir kadını sahnede görmekten ve kendini bu şekilde sergilemesinden hoşlanmadığını belirtiyor kısaca. Yine de ilerleyen zamanlarda idrak ettiği gibi koca evinde asla bulamayacağı bir lüks olan gece yazma iznini babasından alabiliyor Emily ve babasının ricası sayesinde “Sic Transit Gloria Mundi” adlı şiiri bir gazetede yayınlanıyor. Yayıncının mektubuysa çok daha ilginç ve dönemin kadınlara karşı tutumunu sergiliyor başlı başına. Her dilde diyor karşı taraf, kadınlar edebiyatta kalıcı eserler yaratamazlar, gerçek klasikler erkek işidir diyor. Emily’e gelince o cinsiyetiyle barışık bir gençlik geçiriyor. Halasıyla yaptığı karşılıklı atışmada bir Robespierre değil ama bir Charlotte Corday olabileceğini söylüyor. Halalarının ziyareti esnasında toplandıkları oturma odalarında, karşılıklı atışma şeklinde başlayan ve son bulan diyaloglar birer usta işiydi öte yandan. Ailenin bütün fertlerinin karakterlerinin gün ışığına çıkmasına yardımcı oluyordu bu sahne. Baba Dickinson sofistike ve uysal çocuklar arasında seçim yapmam gerekseydi, sofistike olmalarını yeğlerdim diyerek başta Emily olmak üzere çocuklarından ötürü duyduğu memnuniyeti dile getiriyor bir anlamda. Uysallık bir nevi kölelik çünkü ona göre. Çocukları ise bir konu hakkında fikir yürütebilecek kadar akıllılar, bir o kadar da dikbaşlılar. Anne ise sessiz kalışına mazeret olarak dinlemeyi tercih ettiğini ve böylelikle önyargıların bir görüş olmaktan çıktığını düşünüyor. Hayatının bir rüya gibi gelip geçtiğini, bunun bir parçası olmayı hiçbir zaman başaramadığını, son çocuğu olan Vinnie’nin doğumundan sonra içini mutluluk sandığı melankolinin sardığını ve ömrünün sonuna dek bu histen kurtulamadığını görüyoruz. On dokuz yaşında bir gençten bahsederken gözleri doluyor, eski zamanları özlerken hissettiği içini yakan derin acıyı anlatırken gözyaşlarına boğuluyor ve kendine üzülerek geçiriyor günlerini ve gecelerini “ah bana vah bana” Emily Norcross Dickinson. Onu seven bir kocası ve hayata tutunmasını sağlayan üç cocuğuna rağmen melankolisi içinde boğuluyor adeta. Emily’nin kalemindeki melankoli, o yüzyılda böyle bir misyon edinip, şairliği bir meslek olarak seçmesinin nedeni belki de annesinden miras genleri.

Erkek kardeşi Austin baba ve dede mesleği olan hukuğu seçiyor ve hayata babasının yanında çalışarak atılıyor. İç savaş çıktığında askere gitmek için çok yalvarıyor. Fakat bu nafile çaba, babasının biricik oğlunu askere göndermektense 500 dolarlık bir tahvil ödemesiyle beraber kesiliyor. Dünyadaki tek oğlunu riske atmayacak kadar bilinçli olan babasının karşısında, Austin korkaklıkla yaftalanmaktan korkuyor içinde bulunduğu çevre ve arkadaşları ne der diye. Evlendikten sonra karısını aldattığını gözleriyle gören Emily’le olan çekişmeleri bitmiyor. Emily agresifleştikçe, Austin daha da kırıcı oluyor. Ancak kayda değer bir okuyucu kitlesine ulaştığında, itibarının artabileceğini söylüyor yüzüne. Gazetede hakkında çıkmış eleştiriyi okuyor acımasızca. Fakat yine de son nefesinde kendisinden sadece bir yaş küçük kız kardeşinin baş ucundan ayrılmıyor. Vinnie’yle beraber temizliyorlar onu, nöbet geçirirken kendine zarar vermesin diye sıkıca tutuyor kollarından. Yine de kardeş. Birlikte uğurluyorlar onu son yolculuğuna. Mayıs ayının ortasında, doğduğu evden çıkıyor cenazesi Emily’nin. ”Mezarda bir çukur, o korkunç yeri bir yuva yapar.” Evin küçüğü Vinnie de hiç evlenmiyor, tıpkı Emily gibi. Ev işlerini ve evin idaresini üstleniyor, bir de kavgasız gürültüsüz yaşamak en büyük gayesi. Haklıyı haksızdan ayıracak kadar muhakeme gücü yüksek, mantıklı ve bilinçli. Görünür bir başarı yakalayamadığını düşünüp öfkeyle dolan Emily’nin yanında sakin kalmayı başarabiliyor. Emily kendini ailesinin ötesinde, yabancılar arasında hayal edemezken, Vinnie yani Lavinia’nın evliliğin eşiğinden dönmüşlüğü var pek çok kez. Emily çok daha hırslı, kızkardeşine nazaran. Eleştiriler karşısında güceniyor hemen. Basit bir ekmek yapma yarışmasında dahi ikinci olduğunu duymak onu memnun etmiyor. Birinci olmak varken.

images-6

downloadfile

Erkek kardeşinin eşiyle yaptığı sohbet esnasında, eviçi kurallarla yetiştirilmiş birer hanımefendi olduklarından, evlilik hakkında ve erkeklerin eşlerinden beklentileri hakkında konuşurlarken bile son derece edepliler. Öyle ki neredeyse konuşamıyorlar bile. Gelinlerinin bir eşten beklenenleri bir görevmişçesine yerine getirdiğini anlıyoruz sadece. Ruhsal cefa çektiği ve halen daha çekmekte olduğu çok belli olan Emily ise, cefadan sefa doğmadığını idrak etmiş durumda ve aradan geçen bir tam yüz yıla rağmen, aynı zamanda hayranı olduğu Bronte Kardeşler’in yaşadığı çağdan beri çok da fazla bir şey değişmemiş olduğunu görüyoruz. Kadınların edep çağı uzadıkça uzuyor sanki. Filmde adı geçen yazarlar arasında Bronte kardeşler dışında George Elliot, Elizabeth Gaskell da var bu arada.

Birbirlerinin dilinden anlayıp, sohbet edebilen Emily ve Vryling Buffam sık sık bir araya geliyorlar. Buffam ona öğütler veriyor her fırsatta. Topluma uyum sağlaması gerektiğini, radikallerin ülkede barınamadıklarından dem vuruyor. Buffam en nihayet evlilik kararını verebildiğinde, bu durumdan bir çeşit ayrılık, hatta hatta ölümmüş gibi bahsediyor Emily. Çünkü biliyor ki artık eskisi kadar çok beraber vakit geçirip, her şeylerini paylaşamayacaklar. Evlilik ona bir dost kaybettiriyor. Buffam’a göreyse dünyada ölümü bile kişisel bir başarısızlık olarak algılayan tek ülke A-B-C, pardon A-B-D.

Emily memnun edilmesi son derece zor bir kişilik ve kendine karşı da bir o kadar acımasız. İsyanını içinde yaşıyor. Başarız ve zavallı olduğunu düşünüyor. İğneyi de, çuvaldızı da kendisine batırabiliyor. Hem dış görünüşünden muzdarip hem de çirkin olmaktaki iyimserliğin güzel olanların fikri olduğunu düşünüyor. Hayranının karşısına çirkinim diye çıkmıyor. Ona fazla yaklaşılması, kendini kötü hissetmesine neden oluyor. Bir şeye özlem duyuyor ama bu fikir onu korkutuyor da aynı zamanda. Evli bir rahipten hoşlansa da, adamın bir başka şehre taşınacak olması Vinnie ile aralarında krize neden oluyor. Kimse ona acısın istemiyor çünkü. Fakat içindeki duygusal boşluk da kapanacakmış gibi görünmüyor. Üzerine babasını, birkaç yıl arayla da annesini kaybediyor. Annesi felç geçirdiğinde, o da kendisine şiddetli ataklar geçirten hastalığıyla boğuşmakta. İki kızkardeş serçeler gibi bakıyorlar annelerine. Onu siliyor, temizliyor ve besliyorlar. Anneleri onların elinde can veriyor. Son nefesini vermeden “neden ben” kelimeleri dökülüyor melankolisini yenememiş kadının ağzından. Bana göre filmin en dramatik anı, benim en beğendiğim sahneydi. Bir insanın son nefesini verişi bu kadar gerçekçi bir şekilde çok ender aktarılmıştır perdeye. Terence Davies’in hakkını vermek gerek bir kez daha.

Güvenilir bir baba ve sevilen bir anneyi kaybetmiş olmanın verdiği bilinçle yaşıyor Emily bundan böyle. Öte yandan etrafa saldırıyor her fırsatta. Çünkü incinmiş ve öfkesi dünyaya karşı bir çeşit savunma mekanizması olan bir kadın var. Üstelik çalışmalarının meyvesini almaktan çok çok uzakta. Bir an geliyor hayatını yaşayamadığını düşünüyor bu uğurda. Hakkında çıkan eleştiriler yalnız, mutsuz ve perişan bir kadının çabaları olarak küçümseniyor. Bu halse onu delirtiyor. Hayatla mücadelesi hiç bitmeyen, erken doğmuş, çileli bir hayat yaşamış, kendini güvende hissettiği evinde doğmuş, büyümüş ve ölmüş Dickinson’ın doğayı, ölümü, savaşı, insanın insanla, insanın kendiyle mücadelesini anlattığı kimi dizelerinin ve pek çok şiirinin çağının ne kadar üzerinde olduğunu görmüş olduk filmi izledikçe, merak ettiğiniz takdirde de okuduğunuz ya da okuyacağınız şiir kitaplarında. Gençlik ve yetişkin hallerini iki ayrı oyuncunun canlandırdığı Emma Bell ve Cynthia Nixon var bu rolde. Hours’da Virginia Woolf’u canlandıran Nicole Kidman neyse, Emily Dickinson rolündeki Cynthia Nixon da o benim gözümde. Ayrıca tüm oyunculuklar başarılı olmakla birlikte, çok enteresan bir anne kompozisyonu ve baba rolünde de Keith Carradine’ı izleyeceksiniz. Şefkatle yargılanmayı dileyen bu önemli şair kadının hayatını es geçmeyin son kez ve bir kez daha. Hem senaryosuyla hem de görselliğiyle aynı oranda başarılı, duygulara hitap edebilen çok fazla film çıkmıyor maalesef artık karşımıza.

Şefkatle Yargılayın Beni :

Bu benim mektubumdur Dünyaya
Hiçbir zaman yazmamış olan Bana–
Basit Haberleri Doğanın söylediği–
Şefkatli İhtişamla

Teslim edilmiştir Onun Mesajı
Benim göremediğim Ellere-
Onun aşkı için benim –Tatlı—hemşerilerim—
Şefkatle yargılayın – Beni

Emily Dickinson

5

 

WILD/YABAN

image

“Lanet bir çölde yapayalnız yürümeye nasıl karar verdim acaba?” Cheryl Strayed

Film akarken yirminci dakikada iç ses olarak gelen sorusunun cevabına doğru başkarakterimiz Cheryl Strayed’in bazen ürkek, bazen öfkeli, kısmen kararsız ve şüpheci adımlarıyla ilerliyoruz beraber. Geçmişin ve geride bırakmak istediklerin sen istesen, paralansan da seni bırakmazlar ya bir türlü; bazen de tam tersi olur, o da şu ki; sen bırakmamakta direnir ve yalvarırsın yirmi yaş aklınla yukarıdaki Tanrı’ya sevdiğinin ömrü için. Tanrı ise bir parça gaddardır ve seni erken yaşta hayatta büyüyebilmen için en sevdiğini, gözdeni, hayatının anlamı ve aşkı olan kadını elinden alarak ödüllendirir ve bundan sonra yaşayacaklarına çanak tutmuş olur. Hayatta hep doğru kararlar vermen ve kurnaz olman gerektir. Hiç dağılmayacaksındır, hiç dağıtmayacaksındır. Ama sen hem dağılırsın, hem de dağıtırsın feci şekilde ve tüm bunlar seni insan yapar(benim gözümde). Darbe seni muhatap almayan ve dediğim dedik bir merciden geldiğinden hem hayatının anlamı toz olur bir anda kanser yüzünden, hem de sen kanıtlarını bir türlü çıplak gözle göremediğin bilinçsiz bir bilinçle kalıverirsin orta yerde. Tanrı senden hayat dolu anneni kırk beş yaşında omuriliğine koymuş olduğu hassas tümörü yayıp, yaygınlaştırarak elinden alıverir ve bu iş bu kadar kolaydır. Puf. Ölmeden retinasını ve belki de bütün organlarını bağışlamış hayat dolu, yaşamının anlamı olan kadın, bir beden olarak kalır hastane odasındaki yatağında. Puf ki ne puf. Acını bir türlü bastıramazsın. Annenin küllerini yiyerek, ondan bir parçayı hep içinde taşıyacağın umudunu taşırsın derinlerde bir yerde. Severek ayrılırsın kocandan yedi yıl sonra. Evlilikte sevmek başka şeydir, evlilik başka şeydir çünkü. Sen kedileri de seversin ama evlilik ve bir kedi sevmek çok farklı şeylerdir nihayetinde. Eroin kafası güzel ama geçicidir, değişik partnerlerle cinsel fantezilerini gerçekleştirir tatmin olmaya çalışırsın, böylelikle unuttuğunu sanırsın. Babasını sadece tahmin edebildiğin bir bebek filizlenmektedir karnında ve kürtaj olursun. Annenin yolundan gider, garsonluk yaparsın. Bu da seni tatmin etmez. Ama hayatındaki en doğru şeydir belki de kolaylıkla bırakabileceğin bir işe sahip olmak ve senin için biraz küçük bir iştir bu. Bin küsur kilometre yürümek için tıp kariyerini bırakamazdın belki de. Haydi bakalım yürümeye devam. İç sesin hiç bıkmadan ve hiç usanmadan konuşsun dursun seninle. Filmin en iyi şeyiydi tüm o iç seslerin. Bize içindeki Tanrı’yı gösterdin durdun ara ara. Neyse ki filmin sonunda huzur da geldi beraberinde. Tüm o yakınmaların, korkuların, çaresizliklerin, hep bir çıkış yolu araman, kendi kendine telkinlerin, kendi kendine yetmelerin bazen de yetememelerin, bir kadeh margarita özlemin, umutsuzluğa düştüğünde yürüyüşü bırakma olasılığına dair alıp vermelerin, temiz bir banyo, ılık bir duş, ihtiyacını dizlerini kırıp oturarak giderebileceğin bir tuvalet, yumuşak bir yatak, sıcak bir kap yemek gibi basit isteklerinin seni götürdüğü duraklarda hep beraberdik. Seni taciz etme olasılığına karşılık bir adamın evine gidip, tombul ama akıllı karısının yaptığı yemeği yedin büyük bir iştahla. Galiba işedin küvetlerine duş alırken ya da kanıyordun. Bize memelerini açtın banyo aynasının buğusunu sildikten sonra. Her yerin yara bere içindeydi. Defalarca aldatıldığını öğrendik evliliğinde. O kız sevgilin miydi anlamadık ama gerçek Cheryl Strayed’in  son derece cesur olduğunu görmüş ve anlamış olduk senaryosu Nick Hornby tarafından yazılıp, beyazperdeye uyarlanan otobiyografik özellikler taşıyan romanı gözönüne aldığımızda.  image

“Beni olduğum gibi kabul edebilir misin?” Joni Mitchell & Cheryl Strayed

En kolay şeydir önyargılarını bir kenara koymayı başarmış karşı taraf için. Ama ondan daha da zoru insanın kendini olduğu gibi kabul etmesidir ve bunun için de kendini sevmesi gerektir. Aksi takdirde bir bedene yapabileceklerinizi düşünün ve de bir ruhun çekebileceği azabı, huzursuzluğu, kırgınlığı, kırılganlığı, teselli arayışını, çaresizliğini, sessiz çığlığını, kendini doğru ifade edemeyişini.. Cheryl tüm bunları yürüyerek aşmaya çalıştı durdu. Annesinin ağzını burnunu dağıtan sarhoş babasını andı öfkeyle. Annesini alıp vermek istemeyen Tanrı’ya kızdı bir mucize yaratmadığı için. Yürüdükçe kafasının içi boşaldı sanki, küçük notlar bıraktı ardında. Tıpkı Gratel gibi. Kırıntıları oldu bu sözler serçeler misali insanların, ve yenilip yutuldular defalarca arkasından. Joni Mitchell’den bir söz, Emily Dickinson’dan, Flannery O’conner’dan birkaç satırdı bu kırıntılar. Geçmekte olduğunuz yollardan sizinkinin aynı olmasa da benzer bir güdüyle, benzer sıkıntılardan geçerek gelmiş insanların var olduğunu bilmenin teşvikiyle yol almanın insanı nasıl motive edeceğini tahmin edemezsiniz. Edersiniz belki de, kim bilir? Çünkü ben her birinizi tanımıyorum.

image

“Eğer ki benim için endişeleniyorsanız endişelenmeyin. İyi ve rahatlamış olacağım.” Emily Dickinson & Cheryl Strayed “Beklediğimiz şeye asla hazır değilizdir.” James Michener

Bir çok şeyi kendi başına yapmayı öğrendikçe kendine olan güvenini kazandı Cheryl. Yemeğini pişirmek için doğru malzemeyi alabilmiş olmak ve sayesinde gelen ilk sıcak lokmanın kıymeti, lanet bir kocaman kayayı cılız bacaklarıyla tek başına aşabilmenin getirdiği mutluluk, bulduğu pis bir kaynaktan damıtıp arındırarak ancak içebildiği suyun ilk yudumları ve kendi nahoş tecrübeme dayanarak söyleyeyim-ama iyi ki yaşamışım-çölün ortasında bir çadırın içinde yalnız başına kurt ulumalarını dinleyerek uyumak zorunda kalmak bir kadın onu da geçin bir adam için bile hiç öyle kolay bir şey değil. Ama hayatta bazı şeyleri sonuçları ne olacaksa olsun tek başına yaşamanız gerekir. Tek başınıza kilometreler almanız gerekir, hiç bilmediğiniz yerlere gecenin bir vakti ya da az uykuyla geçen bir gecenin sabahında ulaşmışsınızdır, huyunu suyunu hiç bilmediğiniz bir sürü adamın ortasında kalmışsınızdır, ne konuştuklarını bilmediğiniz, ne istediklerini anlamadığınız insanlardır bunlar. Herkes gülücükler saçar, sizse içinizde bir yerde, çok da derin olmayan bir yerde hüzünlü bir şeyler taşır durursunuz kendi kendinize. Bir kayıp yaşamışsınızdır. En sevdiğiniz, gözdeniz evden çıkıp gitmiş, bir daha da gelmemiştir geri. Yokluğuna alışırsınız ama asla unutmazsınız onu. Bir yerlerden eşyaları, her yerden fotoğrafları çıkar karşınıza. En mahrem anlarınıza tanık olduğu hissi yakanızı bırakmaz. Bir tilkide, yolunuza çıkıveren bir çocukta, bir şarkının bir sözünde, bir kitabın bir cümlesinde, ağaçların arasında, yağan yağmurun ve sonrasında beliriveren gökkuşağının altında, gökyüzünde, yeryüzünde, avuçlarınızın arasında, gülerken, ağlarken, komikken  hep ondan bir şeyler vardır tam olarak açıklayamadığınız ve bir şey onu hep size hatırlatır. Hayatta ezilir de ezilirsiniz. Sorunlar bitmez, sorunlar sorun olarak da kalmazlar. Başka bir şeye dönüşürler. Ters giden bir şeyler vardır. Tevekküle erinceye dek içinizdeki isyanı bastırmanız mümkün olmayacaktır. Namaz kılmayı hiç öğrenemeden belki de, dizlerinin üzerine çökmüş yakarmakta olan milyonlarca insan var şimdi, şu an bile. Hepimiz bir gün ve sonrasında defalarca çökeceğiz dizlerimizin üzerine. Bunu bize yaptırtacak olanın bir insan değil, Tanrı olması temennisiyle. İyilik kazansın yeryüzünde.

“Yeni bir çift pabuç alan normal ayakları olan bir çocuk bile dünyaya aşık olurdu.” Flannery O’Conner

image

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑