NEVŞEHİR VE HACIBEKTAŞ

20150227_110643

Bu şehre kaçıncı kez geldiğimi saymayı bırakmış olduğumdan sizlere net bir rakam vermem mümkün olmamakla birlikte ne zaman kafam atsa, başım sıkışsa ve bir şeylerin akmaz olduğunu görsem soluğu burada alıyor ve aynı soluğu bu şehre bırakıyorum gerisin geri. Nefesim nefeslere karışıyor, adımlarımız birbirine. Kah kuzeye açılıyorum, Hacıbektaş’a Gülşehir’den geçerek, kah merkezinde dolaşıyorum şaşkın şaşkın bir başına sendeleyerek. Kaçıncı sefer Göreme, Uçhisar.. Suskunluğun adı oluyor kışları buralar. Uçsuz bucaksız vadiye bakıyorum kuşbakışı. Yüzler görüyorum samimi ama dilleri suskun. Can sıkıntısı çöküyor insanların üzerine kışın, hele de geceleri.

20150227_105017

20150227_113031

20150227_112713

Nevşehir merkez, bildiğin bildiğim aynı merkez. Her geçen gün biraz daha tutucu ve sıkıcı. O kadar. Akşam oldu mu erkekler basıyor sanki caddeleri. Kadınlar kaçarcasına yeni sahiplerine bırakıyorlar aynı caddeleri, sokakları. Seçimler yaklaşmış olduğundan korkunç komik reklam kampanyalarının bir parçası olan afişler kaplamış duvarları, durakları. Soyadları güven vermekten fersah fersah uzakta, samimi görünmeye ve gösterilmeye çalışılan pozlar vermişler stüdyolarda. Olası Meclis-i Mebusan üyelerinin fotoğraflarına bakıyorum da, bir düşüncedir alıyor her seçimden önce olduğu gibi: Bu adayların benzeri adamlar sürüsü mü verecek benim ve geleceğimin ve bir ulusun kaderini belirleyecek olan kararları? Çok yazık olmayacak mı bize? Yazık değil mi her birimize? Yoksa mübah mı tüm bunlar hepimize? Gelmeden görmek mümkün değil o günleri. Geçmeden yollardan, almadan kilometreler ilerleyemiyor insan ileriye. Ama hani en iyi manzara geride bıraktığımızdı? Hani görecek güzel günler vardı? Taşlar devriliyor, kaleler yıkılıyor birer birer sadece. İyiler göçüyor. Değersizlik kaplıyor dört bir yanı. Yaşamak uzun ve yorucu. Bazıları içinse kısa ve yetersiz. Kuşku götürmeyecek kadar güzel anlar çok kısa. Ne yapmak gerek acaba ahh bundan sonra?

20150226_181647

20150226_182135

20150227_142443

20150227_144744

image

20150226_181111

image

Hacıbektaş dolmuşuna biniyorum. Yanımda oturan kadına yöresel bir lezzetle ilgili bir şey sormak geliyor içimden. Ama öncesinde “Buralı mısın?” diyorum. “Hayır, ben Hacıbektaşlıyım” diyor. Kendini Nevşehirliden saymıyor. Söylüyor da zaten. Bana beni sormuyor zaten. Sorsa bile keşif amaçlı geldim diyeceğim. Artık neyi keşfedeceksem bir mucit bile değilken. Gülşehir’den geçerken gördüğüm turist kafileleri beni güldürüyor. Bembeyaz saçları, kıpkırmızı yanaklarıyla salaş dükkanların birinden çıkıp, diğerine giriyorlar harala gürele, arkalarında kafile. Çıkan yerini yenisine bırakıyor. Fotoğraflama sırası onlarda. Zavallı üçüncü dünya ülkem, zavallı Gülşehir esnafı. Esnaf dükkanlarda oturmuş bekliyor kaderini kuzu kuzu, bir Alman gelse ve çekse beni diye. Bir gün ölüp gidiyorsun ama bir bakmışsın bir ay sonra ya da on yıl sonra Bild’in kapağındasın. National Geographie’nin ödüllü fotoğrafının baş aktörüsün en savunmasız anında. Kim bilir?

Kayıtlı on beş taksinin bulunduğu bir ilçe Hacıbektaş. Herkes akraba, komşu, tanıdık, hatırları ve gönülleri mühürlü birbirlerinde. Dolayısıyla bir aciliyet olduğunda hastane, ölüm, vs. gibi taksilere düşmüyor işleri. On dakikadan önce bir taksi gelmek bilmiyor çünkü hepsi ebedi bir siesta halinde, kışın bile. Dönüşte minibüs beklerken on beş taksileri olduğunu söylüyorum ilçelerinde. Gülüşüyorlar kendi aralarında çokmuş diye.

Taş taş üstüne konmayan, hiç değişmeyen; dolayısıyla da hiç bozulmayan bir ilçe Hacıbektaş. Ne olursan ol gel dememiş olduğundan belki de veli, tüm hoşgörüsü, kızları okutunuz fetvası(bu bile yeter tüyleri diken diken etmek için kaldı ki o dönemler için) ve tevazusuyla ancak belirli dönemlerde turist çekiyor burası. Önemli mi diyecek olursanız, benim için hava hoş olsa da, esnaf aynı şeyleri söylemiyor, ötelenmekten ve dışlanmaktan yorgun halk ta. İlk geldiğimde tek bir fabrikaları vardı açık olan. Halkı için istihdam kaynağıydı. Sonraki bir gelişimde ise kapanmıştı ve kaçmıştı sahibi. İşçilerse mağdur ve işsiz. Şimdiyse yine bir tane fabrikaları var açık olan o da tekstil üzerine. Geleceğinin ve dolayısıyla akibetlerinin ne olacağını bilemediklerinden şüpheli şüpheli konuşuyorlar. Tuhaf bir belirsizlik ve güvensizlikleri var her şeye karşı. Bu şaşkınlıkları hafızalarına sirayet ettiğinden her seferinde benimle konuşan aynı simalar kesinlikle beni hatırlamıyorlar bir sonraki seferde. Bende her sene farklı renklere boyattığım saçlarımla gelmiyorum ki buraya. Beraber oturup konuşup laflıyoruz, sırasıyla neredenim, kimlerdenim diye ve hep aynı şeyleri söylüyorum ama nafile çabam beni ertesi sene aynı cümleleri kurmaya itiyor burada ve unutuluyorum tekrar tekrar. Alıştım bu duruma ve özerkliğimi koruyorum balık hafızaları sayesinde aslında, iki gün üst üste gelsem de.

En aktif caddelerinde bir öğretmenevleri var. Kulak kabartıyorum gündem mevzularına. Hepsinin kendi hastalıklarının yanında bir de evde besledikleri bir hastaları var ve Kırşehir’deki hastanede hiçbir şey olmadığını söylüyorlar. Bakımı meşakkat isteyen  hastası olanlar ufukta görünen zorunlu göçleri ve büyükşehirdeki büyük odalı büyük hastanelerdeki çekecekleri çileleri ve horlanmayı tahmin ettiklerinden kara tasalara düşüyorlar. Dinleyen anlatana sabırlar dileyip duruyor habire. Sonra anlatma sırası dinlemiş olana geçiyor. Sabırlar dilemekte öteki tarafa. Nüfus yaşlanmış sanki ve yenilenmemiş hiç burada. Dolayısıyla ilerleyen yıllarla beraber konu hep sağlık ya da sızlık. Genç bir erkek öğretmenin sözü kesilmiş meslektaşıyla. Türkçeci mi diyor bir tanesi. Edebiyat diyor genç sözlü. İkisini aynı bilirdim ben. Ağzı kulaklarında olup, şikayet etmeyen tek o var halden ve halinden. Az sonra yukarıya çıkıp bir el okey çevirecekler. Burada hayat böyle geçiyor. Kendi içinde yavaş işleyen bir dinamiği var ve bu yavaşlık çarkın içindekileri rahatsız etmiyor. Memurlar huzuru bulmuş, gençlerin izdivacı şehre göre nispeten kolay. Herkes kim nereden, hangi köyden biliyor. El değiştiren paranın miktarı da, geldiği yerde, aşağı yukarı sınırları da belli. Turistten esnaf nasipleniyor. Öğrenci ve memurlardan da minibüsçüler ve kirada evi olan evsahipleri. Yanlışlıkla bir olay olsa halkın silkinip harekete geçmesi bir parça güç sanki. Olay istemiyorlar zaten. Çıt çıksın, karınca kımıldasın istemiyorlar. Herhengi bir aşırılık karşısında ne yapacakları belirsiz. Muhtemelen aynı havayı solumaktan kaçarak başlayacaklardır edimlerine. Hükümet adına çalışan gizli servis elemanlarının varolduğu korkusuyla temkinli hep konuşmaları. Trafik yok, araba az, fabrika tek, marketleri ve raflarında satılan ürünleri sınırlı, hayatı sınırlı, olanakları sınırlı, gelen turisti sınırlı, geliri dolayısıyla gideri sınırlı bir avuç insan Hacıbektaşlılar.

20150226_134342

Hiç susturamadığım değil, hiç susmayan iç sesime rağmen bir çilehanede, on bilemedin on beş metrekare bir odanın içinde kırk gün kırk gece kalmakla baş edip edemeyeceğimden emin olamadığımdan ürküyorum her seferinde bu fikirden. Gelmişken görmediğine yanmak var ya hani! Hiç denememiş olmaktansa, bir kez olsun denemek var sonuç hüsran olsa da. Dışarıda bir hayat akarken, bu kırk günün sonunda sevdiklerinin kaybı da var, sonunda aydınlanma da. Görüyorsunuz ikircikli ve geveze bir iç ses bendeki. Sus dedim susmadı. Öldürdüm bende bir gün onu kendimce. Bir baktım hortlayıvermiş bir gün aniden bir yerde kendiliğinden, çaresizce.

20150226_163800

20150226_142443

20150226_142452

20150226_155529
20150226_161337

20150226_160342

20150226_161735
Bir piknikten doğaya kalan bir tek 39 numara, sol teyze terliği
20150226_155444
Kurusa bile insanoğlunun ihtiraslarına direnen artık ne olduğu anlaşılamayan ağaç kökü(sanırım)

Park ve mesire yerinin olduğu yukarıdaki Çilehane’ye gidiyorum. Günün ilk, tek ve son bir liralık biletinin bana kesilmiş olduğunu öğreniyorum. Park ve devamındaki ormanlık alanda bir başmayım. Yerler çamurlu ve karlar tam anlamıyla erimediğinden yollar sıkıntılı. Daha fazla ilerlememek mantıksız geliyor. Ormana girmemeye karar veriyorum. O esnada orta yaşlarında bir kadının ormanlık taraftan bana doğru geldiğini görüyorum. Kayseri’den geldiğini söylüyor. Adağını kesip dağıtmış burada. Şimdi adını hatırlamadığım bir köyünden çıkmış gelmiş buralara. Bana geldiği yönü gösteriyor. Oraya gitsene diyor. Ne var ki diyorum bende. Bir sürü şey sayıyor. Yarım kulak dinliyorum. Dilek ağaçları, bel ağrısına iyi gelen kaya, vs. Kuzu kuzu sözünü dinlerken buluyorum kendimi ve on beş saniye önceki gitmeyeceğim fikrimi tepetaklak edip ormana doğru yürüyorum. Çamurlara bata çıka yürüyorum. Yüzlerce delik var yürüdüğüm yollarda. Sanki bir hayvan sürüsü istila etmiş toprağın yüzeyi. Delikler açmışlar yüzler, binlerce. Bir kemirgen kendine yol açmış, sonra bir daha bir daha.. Onu başkaları takip etmiş, sonra bir daha bir daha. Hallaç pamuğuna çevirmişler toprağı. Tedbiri elden bırakmamak için aşırı bir dikkat gösterdiğimden olsa gerek, yorulup duruyorum nihayet. Neden burada olduğumu soruyorum kendi kendime. Bozkıra doğru bakıyorum. Buradayım çünkü şu an burada olmak belki benim kaderim. Çünkü olmam gereken yer burası. Çünkü buradan başka olunacak daha iyi bir yer yok benim için. Çünkü manzara nefes kesici, bakir bir bozkır var önümde ve hiç korkmadan yürüyebiliyorum burada. Hiçbir tehdit unsuru yok. İnsan yok en başta çevremde. Sadece beraberimde taşıdıklarım var kalbimde. Gülümsüyorum. Gülümsemem mutluluk getiriyor. Kuşlar şakıyor sessizliği yırtarak. Sebepsiz mutluyum hayatımda ilk defa.

20150226_160941

Bir kavis çizip, büyük kayanın etrafından dolaşıyorum. Sebepsiz mutluluğun getirdiği rahatlıkla uçarak dönüyorum geri. Bana bu yola girmem gerektiğini söyleyen, Kayserinin adını hatırlayamadığım köyünden gelen kadını bir daha görmüyorum. Sebepsiz teşekkür etmekti niyetim ama neyse. Çıkışa geldiğimde bilet kesen görevliyle beraber yürüyoruz. O evine gidiyor. Beni garipsiyor önce bu mevsimde burada ne işim var diye. Taksinin gelip gelmeyeceğini soruyor. Yürümenin iyi geldiğini söylüyorum. Beraber yürüyoruz. Ayrılırken kırk kere bana yolu tarif ediyor. Bense hiç korkmuyorum ki. Topraktaki deliklerin sahiplerini soruyorum ona. “Fareler” diyor. Bu sene çok fare varmış. Yağış azmış ve yüzeye çıkmışlar. Geçen sene çok muydu ki saki? Hiç bilmiyorum, hiç anlamıyorum doğanın, toprağın dilinden. Sadece gözüme güzel görünüyor endamıyla, ağzıma tat oluyor, kursağıma lokma giriyor sayesinde. Tabiatın dilinden hiç anlamamışım yazık ki. Benden çiftçi olmamış iyi ki.

Bunca yıldır buraya gelişim bitsin artık diyorum. Zaten her sene aynı Hacıbektaş. Her sene bir dolu şikayet dinleyip ayrılıyorum buradan. İlk defa bu sene türbe ziyaretine para ödemiyorum çünkü kalkmış. Kışın Cumhurbaşkanı gelmiş ve ücretsiz giriş için talimat vermiş. Böylelikle üç beş kuruşluk gelirde(olsun olsun giriş üç bilemedin beş lira olsun) püf desin uçsun… Bir, tek ve son püf ise benden çıksın, tüm dünyaya savrulsun.

20150226_133827

20150226_143039

20150226_161529

YUNANİSTAN – 1: METEORA

“Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir. Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın, aynı mahallede kocayacaksın; aynı evlerde kır düşecek saçlarına. Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.” KAVAFİS IMG_20150127_085151 PROLOG: Ve haklıymış da Kavafis. Bense kendi hayatıma ve kendi küçük seyahatime uyarlıyorum tüm bu sözleri. Tıpkı benim ister Adalar’ına, ister şehirlerine her gelişimde sanki kendi memleketimde, kendi insanlarımla birlikte oluyormuşumcasına ama katbekat özgür, rahat ve güvende hissetmem gibi. Sanki ben burada ara ara ama hep varmışım gibi. Sanki ben dönüp dolaşıp kendi memleketime gelmişim gibi. Sanki burada doğmuş, burada büyümüş, suyumu ekmeğimi hep bu insanlarla paylaşmışım gibi. Sanki ben hep aynı sokaklarda dolaşmışım gibi. Ortak dilin, ortak dinin bazen hiçbir şey olduğunu, kanın çekmesinin paha biçilmez olduğunu anlarsın ya.. Bırak onlar Tanrılara tapsınlar, sen güneşe inanırken. Bırak onlar çanları takip etsinler, sen umutsuzca bir yol ararken ve kaybolmuşken. Deniz, kendi dalgasından daha eski değil inan ve ümitsizliğe düştüğün bir an başlayın beraber sokaklarının taşlarını yıpratmaya el ele. Evsizlerinin uzattıkları minik kaplara bırakın beraberce cebinizdeki tüm bozukluklarınızı. Metrosunda akordeon çalan ufaklığın bahşiş kaplarını doldurun beraber. Tarihlerinden, tarihimizden, ortak geçmişimizden bahsedelim beraber. Bir parça kanlı olabilir ama olsun insanlık tarihi böyle bir şey nihayetinde. Sınırlar çizilir, isyanlar başlar, insanlar insanları kovalar, taşlar, öldürür, o “bir parça kanlar” dökülür ve yeniden yeni sınırlar çizilir ve yeni düşmanlıklar gelişir. Ve yeni kanlar.. Her karmaşadan sonra kendinden bir parçanı bırakırsın geride. Senden kalan parçandan yeni yeni insanlar doğar ve seni yaşatırlar bıraktığın yerde. Benim Yunanistan hakkında ve benim kendimle ilgili düşüncelerimdir bunlar nacizane. Ben geçmişten bir parçamı arayıp duruyorum sanki ve o parça ben ona her yaklaştığımda gizleniyor bir yerlere. Bu beyhude uğraş benim yaşama nedenim oluyor. Yaşama nedenimse kaderim. İnsanların kendilerini iyi ve güzel hissettikleri yerlerin değeri paha biçilmezdir ne de olsa. Bu şehir bana kendimi güzel hissettirdi geldiğim ilk andan, ayrıldığım son ana kadar. “Tatlı” çapkın erkeklerinin bakışlarının kısmen etkisi oldu elbette ama yağan yağmur, manastır manastır tırmanmaktan tutulan kaslarım, sabahın dört buçuklarında kalkışlarım, oturarak etmeyi başaramadığım kahvaltılarım, geçiştirdiğim öğünlerim, siesta vakti sanki dünyada bir ben varmışımcasına ortada kalışlarım ve şahsen hiç tanımadığım insanlar ve dilleriyle çevrilişim hiçbir zaman başaramadı keyfimi kaçırmayı. Ben gene keyifliydim her daim. Seviyorum Yunanlıları ve Yunanistan’ı Yunanistan yapan her şeyi. Seviyorum geçim kaynağı turizme bağlı ve insana insanca muamele eden tavırlarını, kibirsizliklerini, gevezeliklerini, tatlı öfkelerini, cilvelerini, gayretlerini, dillerini. Çook eskiden, hani şu tek televizyon tek kanal dönemlerinde, Eurovision(Örovizyon)’da çekişir dururduk karşılıklı. Kim kime bir puan verecek önce diye hin hin beklenirdi televizyonun karşısında. Hiç puan ya da en düşük puan geldi miydi komşudan, başlardı yaygara; şarkımızın güzel, bestecimizin başarılı, şarkıcımızın sesinin şahane olduğu ve eserini de aynı şahanelikle seslendirdiği ama politik nedenlerden ve birbirimizin geçmişini karartmış olmamızdan ötürü karşı tarafın hakkımız olan yüksek puanı vermediğine dair. Hiç bıkmadan, hiç usanmadan kalabalıklar bol keseden teselli sözcükleri sıralarlardı ardı ardına. Biz seksenlerde çocuktuk ve tesellilerle avunurduk. Ve her sene her sene bu değişmez komşumuzla yarışır dururduk bu dünyada iki ülke kalmışızcasına. Şimdiyse büyüdük ve kocaman olduğumuzu sandık. Halbuki hala daha teselli arayışı içinde seksenler kuşağı birer çocuğuz. Gittikçe büyüyen şehirler ve gökdelenler ve bir türlü içlerine sığmayan bireyler olabildik. Çook yazık oldu bize. Değersizleştirdik kendimizi hiç umulmadık şekilde(istisnaları boş ver). Neden böyle oldu diye, hiç sormaz mısın kendi kendine? METEORA: “Hac Yolu olarak Kutsal Manastırlar” “Tanrı’nın kendisini sevenler için hazırladıklarını hiçbir göz görmemiş, hiçbir kulak işitmemiş, hiçbir insan yüreği kavramamıştır.” (1 Cor 2:9) “İnsanoğlu avuntu ister, arar, bulur, bulamazsa da saçmalar.” (eski bir ateist’in ciddiye alınmaması gereken durum saptaması) IMG_20150127_091348 Hakkında yazılan yazılar, üzerine söylenen sözlerde geçen tüm ve bol sıfatların hepsini layıkıyla hak eden Mount Athos’dan sonra Yunanistan’daki en büyük manastır bölgesi burası. Tanrı’yla bütünleşmeyi hayatının amacı haline getirmiş olan ve İsa’yı kavrayabilmek isteyen insanlarca ziyaret ediliyor daha çok. İlk sofular ve keşişler serçeler gibi kendi yuvalarını inşa etmişler mağaraların ve çatlakların içine.Tanrı ile baş başa kalabilmek adına kendilerini hayattan ve insanlardan izole etmişler. Cennet ve cehennem arasında yapılan bir yolculuk Meteora’da bulunmak, hayatın çirkefliğinden fersah fersah uzak. Üstelik Mount Athos gibi kapılarını kadınlara kapatmış değil. Ne olursan ol gel diyen’in davetine ise gitmek gerekir. Manatırların içinde rahip ve rahibelerin kaldıkları odalar, kütüphane ya da okuma odaları, trapeza dedikleri kompleks içinde yer alan yemek salonları, çilehane/halvethaneler, tam on bir bin litre kapasiteli tahtadan yapılma şarap saklama ünitesinin olduğu bir kiler, sacristy dedikleri kiliseye ait değerli eşyaların muhafaza edildiği birimler var.

20150127_105349
Çilehane/Halvethane

Günümüzde altı manastır ziyaretçilere açık. Yaz ve kış olmak üzere iki farklı sezonda her bir manastırın açık ve kapalı olduğu günler farklı. 1-Grand Meteora(Transfiguration) 2-Varlaam 3-Roussanou 4-Saint Nicholas Anapausas(Agios Nikolaos Anapafsas) 5-Holy Trinity(Agios Triada) 6-Saint Stephen(Agios Stefanos) Atina’dan Kalambaka’ya gitmek için türlü yollar var ve tercih size kalmış. Tecrübelerime dayanarak konuşuyorum ki tren hiç iyi bir tercih değil. Dışarıyı izlemeniz buzlu camlardan mümkün olmuyor. Çok nazlı seyirdiğinden sabrınızı ölçüyor tatlı tatlı ve siz de bu tatlılığa çaresizlikten boyun eğiyorsunuz mecburen. Tren dahilinde su bile satılmıyor. Saatler sonra verilen ilk mola yeri komünist dönemden kalmış bir gar sanki ve unutulmuş da hatırlanmak istercesine ama gerekli özeni gösterecek mecali yokmuşçasına karşılıyor sizi. Çoğu öğrenci bir sürü yolcu sarma sigaralarını tüttürüyorlar telaşla. İngilizce bilmeden bana yardımcı olabiliyorlar. Vücut dili ve Akdeniz kanı bir örtü çekiyor Babil Kulesi’nin üzerine ve Kalambaka’dayım nihayet 350 km.’nin üzerine. Trikala’da iniyor çoğunluk. Nedeni ise buradaki eğitim fakültesinin varlığı. Öğrenciler ve kocaman valizleri terk ediyorlar treni. Hayata onların gözleriyle bakmak ne hoş olurdu. Gençlik hiç gelmeyecek geri. Hatalarının tatlılıkla kabul gördüğü başka bir zaman olmayacak, ne yazık ki. 20150127_110530 Yollar bomboş ve karanlık akşam saat sekiz buçuk itibariyle Kalambaka’da. Totti Boutique Rooms’un kapısından içeri girmemle beyaz saçlı bir kadın ve onun hiç şaşkınlık içermeyen ama soran gözlerle dolu bakışları beni karşılıyor. İzlediği dizisini bırakıp benimle meşgul olması için torununu çağırıyor. Üçüncü kuşakla karşı karşıyayım. Rezervasyonum yok(canım yaptırmak istemedi), bir başımayım(çapkınlık peşinde değilim, belki bir’az), üstelik soğuk ve yağmurlu bir pazartesi akşamı Meteora için buradayım(mevsimlerüstü hareket etmenin ve iklimleri alt etmek gibi sersemce bir yazgıya sahip olduğum kanaatine vardığım gün başladım kendi başımı yemeye). Sabah kalkar kalkmaz yirmi beş yıl Stuttgart, üç yıl Barcelona’da yaşamış aslen buralı şoförümle yola koyuluyoruz. Benim bilmediğim her dili konuşabiliyor. En çok da Almanlara benziyor. Göz gözü görmez bir sisi aralayarak çıkıyoruz yukarı doğru. Salı ve çarşamba günleri Great Meteoro” kapalı olduğundan ilk durağımız Roussanou oluyor. Burada rahibeler kalıyor ve benim en sevdiğim ve bir parça derinlik bulabildiğim tek manastır burası oluyor. Güneş görmemiş solgun teniyle bir rahibe geliyor yanıma. Güleç, konuşkan ve bilgi almak konusunda hevesli. Tatlı dilli üstelik. Tadilat olduğunu söylüyor ve biraz manastırların tarihinden bahsettikten sonra bana, beni soruyor. Yalnız gelmiş olmama inanamıyor. Ben yalnız bir başka ülkede değil, şehirde bile gezemem, bu beni korkutur diyor. Herkes bir cümleyle açık edebilir kendini ve benim milyon defa yaptığım gibi, o da yapıyor. Aidiyet hissedebilmek, yalnız kalmamak için insanların bir yerlere sığındığını hatırlatıyor. Bir sürü şeyler gelir insanların başına, sığınma ihtiyacıyla memur olursun, rahibe olursun, çevrende-arkanda birileri dursun istersin; yaşamak zor, insanlar acımasızdır, tek çare sığınmaktır Tanrı’ya, gruplara, binalara.  Bense baş etmekte zorlandığım üç gizli hissim yüzünden dolaştığımı söylüyorum. O ise merakla dinliyor beni. Ayrıca kendisini kendimden çok daha güçlü, azimli ve iradeli buluyorum. Ben yapamazdım. Taş gibi kayıtsız kalamayabilirdim erkeklere karşı. Fingirdeme/flörtleşme hissimi/isteğimi bastıramayabilirdim bir an(!) geldiğinde. Cinselliği her düşündüğümde tespih çekmeye de veremezdim kendimi. İstediğim şeyleri giyinememek, yüzememek, güneşin kemiklerimi hiç ısıtamayacak oluşu, bir erkeğin de keza, her neyse bu bir meslek ve rahibe olmazmış benden maalesef. İnternet kullanıyor musunuz diyorum ve sizin ilginizi çektiğini düşündüğüm bu son konuyu burada sonlandırıyorum. “Burası yüksek, uzak, ihtiyaçlar bitmiyor.” diyor rahibe. Dünyayı takip etmek için, sipariş verebilmek için, kötü sitelerden(!) uzak durarak internet kullanıyorlarmış. Kötü siteler yok, erkekler yok, sarhoş olmak için içmek yok, tüm hayvani dürtülerden uzak, sağlıklı bir şekilde(burada nasıl kanser olunabilinir ya da ne ile?)çok uzun yıllar boyunca bol oksijenli, hava kirliliği, trafik ve tüm o benzit mazot kokuları olmaksızın sakin bir kafa ve ortalama bir insanın sahip olacağından daha az yıpranmış organlarıyla yaşayıp gitmek ya da yaşayıp durmak. Yakın tarihte izlediğim bir film geliyor aklıma. Tacize uğradıktan sonra manastıra kapanıp, rahibe olan bir kızcağız vardı. Önemli, büyük, trajik nedenler arıyorum bende kendimce ama sormayı kendime yediremiyorum. Neyse odur nedeni. Neyse vardır bir nedeni. Burada ve tüm diğer manastırlarda zaman adeta durmuş gibi. Hava soğuk olmasının yanında, sisli ve puslu, turist az, çalışan personel de haliyle az ve onlarda bu uhrevi sessizlik içinde sıkıl sıkıl oturuyorlar. Bir çoğu Türk dizilerini hiç kaçırmadığını söylüyor. Ne hoş, değil mi? Kanuni izlemiş insanlarla çevriliyim. .IMG_20150127_090318 IMG_20150127_091740 IMG_20150127_092315 20150127_103208 IMG_20150127_091610 20150127_103933 Manastırlar arasında nispeten kolay ulaşabileceğiniz yegane manastır Saint Stephens. James Bond filmi “For Your Eyes Only”nin çekildiği Holy Triniti ise hem en güzel manzaraya sahip(bence), hem de 140 basamağı bir çırpıda tırmanışınızdan sonra her anlamda nefesinizi kesiyor. Her bir müzenin girişi ayrı ayrı üçer euro. Ve yarım günlük tur taksiyle 60 euro. Rehberlik hizmeti ise sizi getirip koyduğu en güzel manzaranın önünde fotoğrafınızı çekmek oluyor. Tam zamanında gelmişim diyorum kendi kendime. Ağrıyan dizler ve kondüsyonsuz bir vücutla buraya tırmanmak çok daha acılı olabilirdi diye düşünmeden edemiyorum. Çıkışı bitirip inişe geçenler, yolun başındakilere bol şans diliyorlar acı içinde. Benim gibi sorun etmiyorsanız yani domuz eti yiyebilirim mecburiyetten diyorsanız şanslısınız ama domuzun her yerinin etini yiyemiyorum diyorsanız da yine ben kadar şanssızsınız. Dana eti konusunda burada çok fazla şansınız yok. Ara sokaklardan birinde menüsünde sadece dana etinden yapılma bir çorba servis edilen bir ufak restorana giriyorum. Hayatımda içtiğim en leziz çorba. Şükür ya şükür. Syriza’nın başarısı lokantadaki amcaları hiç memnun etmişe benzemiyor. “Kom-mi-nist” derken imalılar. Gelenekselciler bir parça(mı?). Bir tanesi karşı dükkandaki oy vermiş ve kazanamamış partisinin kapısındeki afişe bakıyor hüzünle. Anadolu’nun ilçe ve köylerinde duvarlarında halen daha Menderes fotoğrafları asılı insanlarımızı anımsatıyor bu halleri. Bir yaştan sonra değişmek pek mümkün olmuyor. Siesta vakti geldi ve geçmek bilmiyor. Kalambaka’da gezilecek bir müze olup olmadığını sormak için önünden geçtiğim bir turizm acentesinin içinde O’nu görüyorum. Pimelopi Pemoglou. “Var” diyor ve ekliyor, mantar müzeleri varmış. Çok cazip gelmiyor haliyle. Arkeoloji müzeleri daha açılmamış. Sonra bir siesta vaktini bana ayırıyor. Ne konuştuğumuza ve ne’ce konuştuğumuza gelince, Türkçe konuştuk. Kibar kibar Yunan aksanıyla Türkçe konuşmasını dinlemek çok keyifliydi. Pimelopi Anadolu’dan göçmüş bir Rum ailesinden geliyor anladığım kadarıyla. Kendisi aynı zamanda sanat tarihi okumuş, Türkiye’de ve evinin olduğu Selanik’te de rehberlik yapmakta halen. Kocaoğlu Selanik’e geldiğinde onu çağırmışlar rehberlik için. Her söylediğimi anlıyor ve kafası çalışıyor. Kırk yıl hatırlı Türk kahvelerimizi içip fallarımızı kapattıktan sonra, aradaki onlarca yıllık mesafeyi bir çırpıda silmiş vaziyette buluyoruz kendimizi. Ve evet erkekler aptal. Çünkü Pimelopi bekar. Ve evet bundan sonrası özel olduğundan konuyu derhal Syriza ve Tsipras’a getiriyorum. O kadar umutlu ki ve tabii ki halkların kardeşliğinden bahsediyor. Benim Yunanistan için hissettiklerimin aynısını, O da İstanbul için hissediyormuş. Çok garip ama benim İstanbul için benzer hislerim hiç olmadı. İstanbul çok korkutucu ve amansız bir şehir. İnsanlar bir şekilde çok yozlaşmışlar ve saldırganca davranıyorlar. Satıcıları, esnafı, valeleri, komşulukları, yolda yürüyüşleri, araba kullanışlarıyla seni çileden çıkarabiliyorlar. Bir dakika önce dünyanın en mutlu insanıyken, otuz saniye içinde çileden çıkabiliyorsun. Toplamda bir ülkeye yetecek kadar saklı ve kayıtlı nüfusu var. Göstereceği güzel günlerini bile idareli kullanmak zorunda şehir, yoksa yetmeyebilir. Tahammülsüzlükten ve düzensizlikten ve tüm bu kaostan bunca kolay günaha girebileceğin başka bir yer  daha var mıdır, hiç bilmiyorum. Biz konuşurken, elinde poşetler uzuun bir adam giriyor içeri. Beni merak ediyor, sonra iltifatlar ediyor, sonra da gidiyor. İki saat geçmiş olduğunu görüyoruz hayretle. Kahvenin yanında getirmiş olduğu çikolatayı bu senin kısmetin diyerek bana veriyor. Alıyorum ve Pimelopi’nin yanından ayrılıyorum. Yola çıkmış yürürken bir ses bana doğru sesleniyor. Az evvelki uzun adam bu. Socrates. “Gel” diyor kahve içecekmişiz, beraber. O’na da evet diyorum. Tanrım bu dördüncü kahvem. Socrates’a söylüyorum. Socrates adı üzerinde benden akıllı. “Kalp krizi geçireceksin” diyor. “Şimdilik dayanıyorum” diyorum. Beni hemen karşıdaki kürkçü dükkanına davet ediyor. Yunanlılar esmer olmaz mı diyorum. “İskender sarışındı” diyor hemen ve ekliyor “Bizi siz karartmışsınız.” Adam haklı galiba. Ama benim kabahatim değil Socrates. Atalarımın kafası karışmış ve sizin de kafalarınızı karıştırmış haliyle. Hem olsun dünyanın en güzel erkekleri sizde. Çorbada tuzumuz olmuş, fena mı yahu? Ve evet Socrates, İskender’e benziyor. Socrates bana ucu ponponlu bir yaka ya da boyun da denebilinir, her neyse işte onun kürkünü hediye ediyor. Belirtmem gerektiğini düşünüyorum; Socrates bir parça çapkın, evlilikten de sıkılmış bir parça, iki çocuğu var, onlar da ticaretle uğraşıyorlar. Yunanistan’da aldığım ilk evlilik teklifi kendisinden geliyor. Şimdilik. Şimdi git, sonra gene gel buraya diyor. Çok zor Socrates. Sizin de kafanızda aynı soru işareti oluştu sanıyorum. Evlilikten sıkılan birinin üstelik halen daha evliyken evlilik teklifinde bulunması pek bir acayip değil mi? Socrates o kadar çılgın ki, her şeyi yapabilir. Ama her şeyi. Yunanlılar genelde bir parça çılgın sanki. Köpeğinin ve çocuklarının fotoğraflarını gösteriyor bana. Köpeği esmer. Ama oğlu sarışın ve o da İskender’e benziyor. “İskender, Hızır’a ne güzel bir söz söyledi: Dal tufanlar kopan hayat denizine, boğuş dalgalarla; Bu savaşı kıyıdan izlediğin yeter artık, Dövüşerek öl, eskisinden diri ol.” Muhammed İkbal IMG_20150127_085344 20150127_105713 IMG_20150127_091918

ONCA MUTSUZLUK VARKEN: Sayfa254-256 /”Sitem” bölümünden, Emsal’in aklından:

onizleme - meric aksu kapak 6

Deli gibi içtim. Zaten canım sıkkındı. Babama, Uğur’a, anneme, kendime.. Gözümü açtığımda yerdeydim, otel odamdaki. Aradaki kopukluklar olmasa filmi birleştireceğim ama tam olarak hatırlayamıyorum. Kordon’da oturmuş içiyordum. Viski söyledim. Sonra açık bir bar buldum. Orada da içtim. Bir adam geldi karşıma. “Nen var?” dedi. “Kara safram var benim” dedim. “Çok içiyorsundur, ondandır,” dedi. Sonra “O nedir?” dedi. “Melankolim var benim,” dedim. Baktı ve anlamadı. Sonra ben gene içtim. Sonrası yok. Kopuk. Sadece bir an bir müzik sesi duydum. “Yapayalnız dolaşırken, unutmaya çalışırken, unutama beni” diyordu. Sonra aklıma geldin işte.. Aklımın yerinde olduğu zaman değil, aklımı ararken geliverdin öylece.. Senin de ben gibi için yansın Uğur. Bir şehrin kaçağı olmak neymiş gör. Ben herkesi ya kaybettim, ya terk ettim. Sevdiğim şeyleri kaybetmemden değil huysuzluğum. Beni seven şeyleri kaybettiğimden ağlıyorum. Küçükken annemin kardeş ısrarlarımı bastırsın diye aldığı küçük finomuz arabanın altında kalıp ezildiğinde de çok ağlamıştım. Beni seven minik köpeğim yoktu artık. İnsan en çok sevildiği zamanları unutmuyor ve içimizdeki küçük çocuk asla ölmüyor. Ebeveynleri onları dövse de, onlara sövse de gene bağır çağır onlara koşuyorlar, onların adını sayıklıyorlar. Saf sevgi böyle bir şey. Sevmek böyle bir şey. Sevilmeyi istemek böyle bir şey. Bir gün gelecek ve ben tekrar seveceğim. Sevilmeyi istemeyi bırakıp daha çok ben seveceğim. Ama bu sefer çok başka seveceğim. Çünkü sevmenin ne demek olduğunu daha yeni öğrendim. İşte o zaman yan sen. Gün gelir sen benim izlerimi takip edersin serçeler gibi. Fotoğrafım çıkar bir gün bir yerde aniden karşına uluorta, sen hiç beklemezken. Bir şey çağrıştırır beni sana, çarpılırsın bir anda. Adıma benzer bir ad, tenime benzer bir koku.. Bir gazete köşesindeki haber getirir beni aklına. Pişman ol o zaman e mi? Gölgem değil, özlemim avutsun seni gittiğin yerlerde. Aşkın ve tutkunun ne olduğunu anla o zaman. Beni anarken düşündüğün kelimeleri kimin için söyleyebildin bir daha? Hiç kimse. Çünkü onlar yoktular ve senin zihnin her nasılsa hep benimle dolu, tıpkı benimkinin olduğu gibi. Anladın mı şimdi benim ne çektiğimi? Nasıl bir çile olduğunu bunun? Çilehane böyle bir yer işte. Acını çekiyorsun sessizce, kendi kendine. Sükut ondan altın. Kelimeler ondan boğazında dizili. Kalbin ondan ağrıyor. Beynin ondan yorgun. Gözlerin ondan çakmak çakmak. Ondan hissizsin böyle ben hariç her şeye ve herkese. Zihnin tek seninle konuşuyor ve aklın yerinde. Aklını bir başka yerde bırakmanın imkanı yok bunca severken, bunca isterken. Akla hıyanet sana ihanet demek. Yapar mıyım öyle bir şey, hiç unutur muyum ben seni, siler miyim her şeyi? Ama sen kim olursa olsun herhangi birini koy yerime. Dayanmaya çalış ona. Konuşmalarına dayan, sevimsiz sevimliliğine katlan, vakit öldür onunla. Dünyanın zamanı var bak önünüzde. Geçmez olur durur o zaman, sen kendin olmaktan vazgeçip daha az sevmeyi kabullendiğinde. Önündeki küçük bir umut yerine seni azaltanı seçmek ne acı. Ben denedim ama beceremedim seni sevmemeyi ya da bir başkasını yerine koymayı. Bir köşede duruyordun her zaman. Evliliğimde, ilişkilerimde. Atamadım bir türlü seni içimden. Sessizlik o zaman kıymetli oldu ama sensizlik dünyayı çekilmez kıldı. Bunca çok sevmek nereden geliyor, bu kadar çok sevgi sözcüğü neredelerdi onca yıldır ve ben seni neden aklımdan çıkartamıyorum hala bilemiyorum ama biliyorum ki ben o yollardan çoktan geçtim. Sense kalbimin haritasını çıkarmaya çalışırken kafi gelecektir bir kadeh; orada dur ve bul beni ve ağla sonra arkamdan her yudumunda. Çığlığını bir ben duyayım, sen hayal edemesen de gözyaşların avucumdayken. Yan sen kavrulana kadar ve kimselere bahsedeme benden, bir kez bile anamaz ol adımı herkes içinde. Cezan olsun adım. Cezan olayım ben senin. Cezamız olsun evren denen bu mezarlık. Zamansız bedduaların, beklenmeyen ahların karşısında durayım çırılçıplak. Razıyım ben bunlara. Ölüm kaşla göz arasında. Bak aradaki mesafeye ne kadar kısa. Ya bana bir şey olsa? Ya ben ölüversem Uğur bir anda? Üzülmez misin o zaman? Çünkü bu dünyada bilmeden yaşayanlardan ve bilerek yaşamaktansa, düşünüp yazdıklarını yaşatanlar var. Sen ve ben hangisiyiz söyle bana? Ben kaderin önüne çıkmaya karar verdim sonunda. Savaş onunla benim aramda. Önsözü olmayan hayatımın sayfaları karşısında, onun kehanetleri var sadece. Sen neredesin, ne ile meşgulsün şu an bilsem! Yoksa kendi kaderinden de mi kaçıyorsun köşe bucak?

ANADOLU VOL 5:NEVŞEHİR-KIRŞEHİR

NEVŞEHİR:

“Hayat doğru ve yanlışların çatışmasından ibaret.” Alıntıdır

“İki kişi olarak çıktığın tüm seyahatlerde karşındakini dinlersin. Bir başına gittiklerinde ise kendini  ve çevreni ama en çok kendini.” Alıntı değildir

Kapadokya Bölgesi: Pers dilinde “Güzel Atlar Ülkesi(Diyarı) olarak Aksaray, Niğde, Nevşehir, Kayseri, Kırşehir illerinin kapladığı alanın birleşimi olarak tanımlanır. Dünyada başka bir örneği bulunmayan yeraltı şehirleri, mükemmel bir tekniğin ürünüdür. Havalandırma sistemleri, hava dolaşımı tünelleriyle, emniyet ve güvenlik sistemleriyle, giriş ve çıkışlarda ilginç teknikleriyle, zemindeki kuyularıyla ve çöp toplama mekanizmalarıyla bugün bile ziyaretçileri şaşırtmaktadır. Bölgede binden fazla kilise olduğu ifade edilmektedir. Unesco’nun Dünya Kültür Mirası listesinde yer almaktadır. Kapadokya Bölgesi’nde ayrıca Selçuklu ve Osmanlı mimarisinin seçkin örneklerine rastlanmaktadır. Ürgüp Şarap Evleri, Balon Gezileri, Safarileri, Çömlekçiliğiyle, Halı-Kilim Dokumacılığı, Oniks-Taş İşlemeciliğiyle ünlüdür.

Türlü çeşitli nedenlerden ötürü defalarca buraya geldim durdum. Uslu bir halkı var ve daha düne kadar işssizlik sorunları yok idi balon turizmi sayesinde bildiğim kadarıyla. Japon turistlere yapılan saldırı ve balon kazası tur iptallerine neden olsa da yavaş yavaş toparlayacaklarını düşünüyorlar. Nevşehir merkezdeki gençlere tecavüz olayının nasıl sonuçlandığını sorduğumda, cevap verirken çok hoşnut görünmüyorlar ve seslerini iyice kısarak ve çevrelerini kontrol ettikten sonra bana cevap veriyorlar ihtiyatla. Gerçek failin yakalandığını, yanlışlıkla yakalanan ilk failin serbest bırakıldığını söylüyorlar. Kendi memleketlileri olduğu için durumdan hiç mi hiç memnun değiller. Damgalanmak istemiyorlar. Onlar kısık sesle konuşurken, bende kısık sesle internette araştırma yapıyorum ve üzerinden epey zaman geçen olayın zihnimde canlandırdıklarını tazeliyorum. Birden gülmek geliyor içimden önümdeki yazıyı okuyunca. Diyor ki: yanlışlıkla yakalanan zanlı serbest bırakıldığında “koktum, bir an önce duş almak istiyorum”. Saf saf bunu söylemiş. Gazetecilere. Çok insani bir durum ve istek olmakla birlikte çektiği korku ve sıkıntıdan ayrıca da yaşadığı sorgulamadan hele ki hayatında ilk defa karşılaştığı düşünüldüğünde herhalde ne dediğini ne diyeceğini bilmez bir haldeydi ki gazetecilere ben koktum, yıkanmalıyım diyerek sanıyorum bedensel bir durumla beraber ruhsal bir arınmaya da ihtiyaç duyduğunun sinyallerini vermekteydi sanki bilir bilmez. Balon kazasında üç Brezilyalı ölmüş. Bundan önce yaşanmış bir balon kazasında ise çok ünlü bir İngiliz bilim adamı ölmüştü. Kazanın tanıklarından bir kişinin benim turist rehberime aktardıklarını aktarıyorum. Bay Beurle yeni kalça protezi ya da ona benzer bir ameliyat geçirmiş olup, olay esnasında koltuk değneği ya da baston kullanmaktaymış. Düşmeye başladıklarında kendisine dizlerinin üzerine çökmesini söylemişler, fakat kendini kollamayı başaramayan Bay Beurle’ün göğsüne baston ya da benzer preparatı girerek ölümüne sebebiyet vermiş. Burada önemli olanınsa Nasa çalışanı olduğundan olayda ihmalden çok komplo şüphesinin olabileceğinden derin soruşturma yapıldığının, yaralı bile olsa kalan turistlerin kurtulduğu, tek Nasa çalışanının ölmesinin ise akıllarda soru işareti bıraktığını söylemesiydi. Bay Beurle’ün facebook’undaki son mesajı ise şöyle imiş:”Kapadokya’nın süngertaşı topraklarında tur atıyorum”. Hayat ne tuhaf değil mi? Dünyanın uzak ucundan geldiğin bir memlekette bıçaklanarak öldürüldükten sonra bedenine bir parça saygı beklerken üstüne üstlük tecavüze uğruyorsun. Bir adamın ne bedenine, ne ruhuna saygısı olmayabiliyor. Bir kötüye iyi olmuyormuş demek ki. Allah hep iyilerle karşılaştırsın herkesi.

Her geldiğimde en çok karşılaştığım ve zaman geçirdiğim millet ya Koreli, ya Malezyalı yahut Çinliler oluyor. Çinlilerle Mo Yan hakkında konuşmaya çalışıyorum, bir tanesi ülkesinin çok büyük olduğunu bu yüzden pek fazla kendisini ve eserlerini bilmediğini söylüyor. Çinlilerin değişik yorumları vardır her zaman. Günlük tur satın aldığım bir gezide Malezyalı bir çift vardı, erkek olan aslen Çinli olduğunu ve küçükken babasının boyu uzun olsun diye fareyi pişirmeden ama sanırım ölüyken -yoksa içini kemirir durur- kuyruğundan tutarak yutmasını söylediğini, kendisinin de ilk ve son kez babasının ricasını yerine getirdiğini söylemişti. “Sonra” demişti ve eklemişti:”Sence işe yaramış mı?” Fotoğrafını ekleme nedenimdir. Siz bir bakın bakalım işe yaramış mı yaramamış mı? Yoksa fareyi çiğ çiğ yediğiyle mi kalmış, kuyruğunu hüpletmesi de cabası. Tanrım sen tüm Çinlilere bir parça damak tadı ver. Eşit olsun, yeter. Çok kalabalıklar çünkü. Ve hurafelerden uzak tut beyinlerini.

IMG_1087

IMG_1097

Göreme’de yabancı turist sayısı çok. Burası daha çok western filmlerindeki kasabaları anımsatıyor. Şirin cafeleri var ve kışın gittiyseniz eğer sıcak kırmızı şarapları içinizi ısıtabiliyor. Esnaf baskıcı değil. Zaten genel olarak Nevşehir insanında zalim ve baskıcı bir taraf yok. Uslu ve medeniler. Yolda bir kızla konuşuyorum. Ürgüp’te olduğumuzdan çevreden bir barı örnek veriyor. Kadınlar oralarını buralarını açıyor diyor. Nasıl yani diyorum. Abuk subuk hallere giriyorlar diyor. Garip garip giyiniyorlarmış. Ya erkekler ne yapıyorlar diyorum. Onlar sindikleri yerden çıkıyorlar, sanki hepsi birer ısrarcı Seymen Ağa oluyorlar diyor. Anladım diyorum. Zihnimde canlanıyor, gözünle görmediğine inanma derler ama.. Sahi öyle bir dizi vardı, maço erkeklerle bezeli bir diyarda geçer idi, tüm kadınlar ona hayran idi.. Asmalı bir şeydi adı, neydi neydi?

Balona binmek öyle kolay değil, Bir parça Nemrut macerasını anımsatıyor. Hava henüz aydınlanmadan yollara düşmeniz gerekiyor. Saatini kaçırırım diye uyandırma servisini ve resepsiyonu çılgına çevirip, sonunda sıfır uykuyla saati sabah etmiştim. Dört buçuk gibi uyanıp ya da hiç uyumadan sizi bekleyen servise binip, otelden otele sıcak balon meraklılarını toparlamak için uğradıktan sonra dünyanın dört bir yanından gelmiş insanlarıyla beraber henüz daha aydınlanmamış havada çay kahve ve aperatif ikramı eşliğinde bekleşip kendi balonunuza doğru seyir almaya başlıyorsunuz. Balonlar yan yatmış vaziyette sizi bekliyorlar. Her balonun bir ekibi var ve harıl harıl çalışıyorlar başında. Uzaktan başlıyoruz beklemeye, şişse ve kalksa diye. Alacakaranlık bitmek üzere hava aydınlanıyor biraz biraz ve balonlarımıza biniyoruz. Seksen günde devri alem yapacakmışız hissine kapılsak da kaptanımızın kadın olduğunu ve sabah sabah gergin olduğunu ve hiç durmadan konuştuğunu ve bir süre sonra hiç susmadığını anladığımızda bile serüvenin heyecanını duymaktayız. Son derece anaç ve ihtiyatlı pilotumuz. Her iki cümlesi bakın şu balon şunu yapıyor, o vadiye giriyor ama aslında çok tehlikeli, biz yapmamalıyız oluyor ve bizi hep aynı anaç dürtülerle koruyor. Sürekli oluşabilecek bir takım olumsuzluklar var ve biz tüm bunlar gerçekleşmesin diye sürüden ayrı önce can sonra canan kıvamında ilerliyoruz. Bana soru sorun diyor. Sabahın çok erken saatleri ve insanların zihni çalışmıyor ve benim bindiğim balonda çevreyi kısa boyundan ötürü görmek için zıp zıp zıplayan ve her seferinde dizlerime darbe, pantolonuma topuk izlerini bırakan çocuk bir yol arkadaşım var. Anne babası ise manzara fotoğraflarına birkaç yüz tanesini eklemekle meşguller. Kaptan pilotumuz ise inene kadar heyecanını yitiremeyecek gibi. İyidir derler meslek heyecanı için. “Bakın bakın şimdi bir şey vadisinin tam üzerindeyiz ama biz ne yapmıyoruz onlar kadar alçalmıyoruz. Çünkü tehlikeli. Bakın bakın bir başka balon ama ne yapmıyoruz, biz kendilerine o kadar yaklaşmıyoruz, çünkü balon birbirine değebilir, yırtılabilir, düşebiliriz, biz sadece uzaktan bakıyoruz.” En tuhafı neydi diyecek olursanız, bence, karşılaştığınız uzak balonlardaki insanlarla bakıştığınız o kısacık anlarda, farklı Nuh’un gemilerinde gibi hissetmeniz kendinizi. Sanki başka dilde konuşan bir balon ve onun mürettebatı var ve balonlar her yaklaştığında tüm itiş kakış ve konuşmalar kesiliyor ve herkes karşı balondaki insanları incelemeye koyuluyor. Uhrevi bir sessizlik ve her biri bir başka Nuh’un gemisinin mürettebat ve yolcuları gibi. Ben bu geminin zebrasıyım. İki rengim var. Avcılar beni kolay vurmasın istiyorum. Nasılsa vururlar ama zorlansınlar istiyorum.

IMG_0933

IMG_0983

IMG_0987IMG_0952

IMG_1079

IMG_0992

IMG_1011

IMG_1111

IMG_1103

İniyoruz ve sağ salim inmenin vermiş olduğu sevinç sanırım kutlanan patlatılan şampanyalar eşliğinde. Daha ağzıma bir lokma koyamamışken şampanyayı yudumlayacak halim yok. Uykumsa açılmış ve şimdi bir balona daha binebilirim keyfince ama çok geç.

İki gün boyunca harici olarak satın alabileceğiniz turlara eksizsiz katılırsanız eğer tüm doğal güzelliklerini yaşayabilirsiniz bu enteresan şehrin. Derinkuyu Yeraltı Şehri, Ihlara vadisi, Avanos, Çavuşin, Uçhisar, Hepsi güzel, hepsi görülmeye değer. Ben en çok Sekiz katlı Derinkuyu Yeraltı Şehri’ni beğendim.

KIRŞEHİR:

Nevşehir ve Kırşehir yıllar boyunca kız alır verir gibi birbirleriyle ilçe alışverişi yapıp durmuşlar. Bir bakmışsın bir ilçe bir yerinken, bir bakmışsın ötekinin oluvermiş. Kız tarafı oğlan tarafı derken de bu işten galip Nevşehir çıkmış. Avanos, Ürgüp, Gülşehir gibi Hacıbektaş da Kırşehir’in bir ilçesiyken Nevşehir’in oluvermişler. Kırşehir’e de kala kala Ahi Evran kalmış. Bu şehre geldiğinizde size Ahi Evran’la yol tarifi yapacak olurlarsa durun ve bir kez daha sorun. Çünkü burası alternatifin sıfır noktası. Çünkü burada her yer Ahi Evran. Ahi Evran sokağı, mahallesi, türbesi, camisi, kuyumcusu, bakkalı.. Kısaca her yol Ahi Evran’a çıkmakta ve dön dolaş bir şehirde gene vardığınız yer Ahi Evran olmakta. Onun dışında en turistik ilçelerini kaptırdığından olsa gerek zamanında gittiğinizde öğrencilerle bezeli, üniversitenin ekmeğini yiyen(Elbette ki Ahi Evran Üniversitesi olacaktı adı, ya ne? Burada ikinci bir şık yok isim hususunda), hakkaniyetli ve tavuksever ve kaşarlı tost satışında rekor kıran bir esnafı ve Neşet Ertaş’ı ve aslen Kırşehir’li olmasa da bir zamanlar topraklarında doğmuş, artık anılmaz olan Uğur Mumcu’su var.

HACIBEKTAŞ:

20140228_150431

20140228_150425

İlçeye isimini de veren Hacı Bektaş-ı Veli Horasan erenlerinden olup, Ahilik Teşkilatı ile Osmanlı’nın kuruluş devrinde Anadolu’da sosyal yapının gelişmesinde büyük katkılar sağlamış, Bektaşi tarikatının isim babası, aynı zamanda şair ve mutasavvıftır. Osmanlı Ordusunda yeniçeriler Bektaşîlik kurallarına göre yetiştirilirdi. Bu nedenle Yeniçerilere tarihte Hacı Bektâş-ı Velî çocukları da denirdi. Hacı Bektâş-ı Velî’nin sohbetlerini takip ederek onun tarikâtına bağlananlara ise “Bektaşî” adı verildi.

“Mü’miniz Kalû-Beli’den beri
Hakkın Birliğine eyledik ikrar
Bu yolda vermişiz seri
Nebimiz vardır Ahmed-i Muhtar
La Yezal mestaneleriz
Nur-ı ilahide pervaneleriz
Sayılmayız parmak ile tükenmeyiz kırmak ile
On iki imam Pir-i tarikat cümlesine dedik beli
Üçler, beşler, yediler
Nur-ı Nebi Kerem-i Ali, Pirimiz üstadımız Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli
Demine devranına Hü diyelim Hü”.  Bir yeniçeri duasıdır.

ataturk-un-yeniceri-kiyafetli-fotografi_194895[1]

Kısmi aralıklarla geldiğim ve her seferinde aradığım sükuneti ve kendimi bulduğum yerdeyim. Enteresan bulduğum bir şey var anlatmadan geçmem. Her gelişimde aynı sokaklarında yürüyor, aynı dükkanlarına giriyor, aynı yerlerinde bekliyor ve belki de aynı insanlarla konuşuyorum. Bilemiyorum. Bunlar parça parça yaşanan olaylar ve her ne hikmetse her girdiğim aynı yerde hep farklı insanlarla karşılaşıyorum, bazen de o insanlar aynı insanlar bile olsa ne ben onları ne onlar beni hiçbir şekilde hatırlamıyoruz. Kimseyle tanışıklık yaşama şansım olmadığından da özgür hissediyorum kendimi bir nevi. Ruhumun kayıp olduğunu düşündürtüyor burası bana. Sanki ben hiç olmamışım veya yokmuşum gibi tekrar tekrar doğarak geliyorum sanki ve her seferinde yeni insanlar ve yeni başlangıçlar seriliyor önüme. Tam dört defa geldim ve üstüste geldiğim günler oldu, türbenin içindeki insanlar bile değişikti, bir gördüğümü bir daha görmedim. İnsanlar beni, ben onları.. sanki kolaylıkla unutuvermişiz birbirimizi. Masal gibi. Hiç gerçekten yaşanmamış gibi. Yalanmış hepsi.

image

Has Hacıbektaşlılarla konuşuyorum. Yaşlı başlı, çoğu bıyıklı Anadolu erkeği hepsi. Bir sürü şikayetleri var. Yörelerininn hiç gelişememesinden şikayetçiler. Bozkırın ortasında biz unutulduk diyorlar. Sahi burası ilçeden çok beldeye benziyor. Hiç gelişmemiş, hiç yenilenmemiş. Devletin kendilerini hiç desteklemediğini, kendi yağlarında kavrulmak zorunda olduklarını anlatıyorlar. Belki böylesinin iyi olduğunu, bölgenin bakirliğini koruduğunu düşündürtmekle beraber, en önemlisi kimsenin önünde baş eğmemek olduğunu ama bir yandan da gençlerin burayı terk etmek istememekle, işsiz kalmak arasında bocaladıklarını belirtiyorlar. Bazı gençler şehir dışında kazandıkları bir takım sınavlarla kabul edildikleri işlere aileleri yüzünden gidemediklerini söylüyorlar. Burada kalmak ya da giderek gözü arkada kalmak arasında sıkışmış gençler. Konya’nın tam kalbinde tüm ihtişamıyla yatmakta olan Mevlana’nın tam tersi bozkırın orta yerinde usul usul korunan bir başka mutasavvıf var. Kendi bizzat kullandığı Kızılca Halveti/Çilehenesiyle, ruhun aydınlanmasının bir sembolü olarak kabul edilen Çerağ’ıyla, Mühr-ü Süleyman simgesiyle, Kırklar Meydanı ile Alevi/Bektaşiliğin tüm simgeleriyle sizleri beklemekte.

Ne arıyorum diyorum, neden gidiyorsun diyorsun, ne bekliyorsun bir ölüden diyorlar. “Hiç”. Ruhuma ferahlık, biraz. İçimde bir yerlerde var olan, derin düşüncenin kaynağına inmek belki, biraz. Belki ete kemiğe bürünüp yunus diye görünmendir tek isteğim. Az yol değil teptiğim her sefer. O kadar yoruluyorum ki ama o kadar iyi biliyorum ki artık yazını ayrı, kış ve baharını ayrı. Baharda bir başka olur buralar. Söz bir dahaki sefere beraber geliriz. Yunus ol görün sen bana, çıkarım ben seninle yola.

-“Ne ararsın?”
-“Kendimi.”
-“Bulabileceğine inanıyor musun?”
-“İnce bir çizgi var ve çok az kaldığını biliyorum. Aslında buldum.”
-“Neyi buldun?”
-“Hayatı.”
-“Aramakla bulunan bir şey miydi o?”
-“İnsanına göre değişir. Ama yol almak gerek ulaşmak için.”
-“Ne manada yol, kaç kilometre?”
-“Her anlamda. Yollar alacaksın, kapılardan geçeceksin, insanlara değeceksin, bazen teğet geçeceksin, bazen kalplerinin orta yerinde geçmeden duracaksın, hayvanlar seveceksin, her sevdiğini gömeceksin, geri topraktan doğması için onları toprağa vereceksin, birde bu yüzyılda organlarını bağışlayacaksın, birilerinin ışığı olacaksın, birilerininse atan yüreği.”
-“Sonra?”
-“İnsan olacaksın.”
-“Şimdi nesin peki?”
-“Hiç’im. Ben daha hiç doğmadım.”

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑