FIRST MAN : İLK ADAM

Bu E49FAFA5-C12C-4975-A868-99815E5DE471

FIRST MAN : İLK ADAM

“Uzay keşfinin ne olduğunu bilmiyorum ama bunun sadece uzay keşfiyle ilgili bir inceleme olacağını düşünmüyorum. Bence bu bir şeyleri görmemize yardımcı olacak. Çok daha önceden görmemiz gerekenleri. Ama bunu şimdi yapabiliyoruz.” Neil Armstrong

“Aşağıda başarısız olalım ki yukarıda başarılı olalım.” Neil Armstrong

“Bir insan için küçük, insanlık için dev bir adımdır.” Neil Armstrong

GİRİŞ :

First Man, kısa ama etkileyici filmografisiyle rüştünü ispatlamış seksen üç doğumlu yönetmen Damien Chazelle’in dördüncü uzun metraj filmi. İlk filmi “Guy and Madeline on a Park Bench”i almış olduğu iyi övgülere rağmen pek bilmesek de, bir müzikal yönetmeniyle karşı karşıya olduğumuzu düşündürten Whiplash ve La La  Land’in ardından çıkagelen First Man, ağırlıklı olarak dram türüne yakın çehresiyle Chazelle’in tür sıçrayışının altından da başarıyla kalktığının resmi temsili oluyor. Film malum sitelere düştüğünde yurtdışında olduğumdan ve benim de ilgi gösterecek halim ve vaktim olmadığından üzerinde durmamıştım pek fazla. Gel zaman git zaman, geldim kondum ve film yine çıktı karşıma. Pek çoğunuz gibi Ay’a ayak bastığı şüpheli, bir nevi halk kahramanına dönüşmüş marka gibi bir ismi olan Amerikalı beyaz adam’ın ev halini, kabin halini, aydaki halini görmek çok çok umurumda olmadığından ertelemiştim araya birkaç film ve başka başka yazılar koymak suretiyle. En nihayet birkaç gün önce metanetle geçtiğim ekran karşısından, buruk bir şekilde de kalktım. Filmi beğendim beğenmesine de, uyarlanmış olduğu kitabını okumamış olmakla beraber, Armstrong’un her yerde karşımıza çıkan fotoğrafındaki buruk gülümseyişinin altında yatan trajedisini tahmin etmeyeceğim gibi yönetmenin bunu hissettirişindeki ustalığını beğendim en fazla. Bu yüzden Ay’da yürüsün yürümesin, bizim milli destanımız olmuş olsun olmasın bu senenin ağır toplarından saydığım bir film hakkında birkaç kelam etmeden duramadım. Filmin atmosferini(hem dünyadaki, hem kabindeki, hem de malum Ay’daki), senaryosunu, Linus Sandberg’in görüntü yönetmenliğini, oyunculukları, filmin geneline yansıyan hüzünlü havasını ve buna eşlik eden müziğini ayrıca çok beğendim. 

Filmin hikayesi sekiz yıllık bir zaman dilimine sığdırılmış. 1961 yılında başlıyor her şey, malum 1969 yılının temmuz ayında da sona eriyor. Bu zaman zarfında yaşananları izliyoruz ağır ağır; ağır çünkü Soğuk Savaş döneminde Ruslar ‘a karşı bir zafer olarak nitelendirilen, sonunda uluslararası bir müsabakada kazanılan en büyük başarıyla eşdeğer olarak görülen, milli ve manevi duyguları coşturan, Ay’da Amerikan bayrağını dalgalandıran, pek çok insanın bu uğurda canından olduğunu unutturmayan, adanmışlığın faturasının ağır olduğunu, bir de Armstrong ailesinin evlat acısı da hesaba katıldığında, filmin üzerine bir sis gibi çöken ağırlığın ve genel melankolik yapısının filmin olmazsa olmazı olduğunu düşündürtüyor. Bu duygu filmi sıradan bir Apollo filminden ve kahramanlık destanı yazmak gayretinden uzak tutuyor. Amerikan Başkanı Trump’ın içerik olarak Amerikan bayrağının çok az sallandırıldığını düşünerek filmi boykot ettiği düşünülürse, tersi orantılı olarak filmin başarısını hesaba katın diyeceğim. Bu duygularla başlayan film, benzer hislerle de son buluyor. İzlemesi güç, iki saat yirmi bir dakikalık süresiyle bir hayli uzun olan İlk Adam’ı başlıyoruz incelemeye.

EEE98B3B-7367-4BAA-B1FA-9E8403A991E0

NASIL İLK ADAM OLUNUR? :

1930 doğumlu Neil Armstrong otuz bir yaşında imiş filmdeki olayların anlatılmaya başlandığı tarihte. California’daki Movaje Çölü’nde yapılan bir deneyde atmosferden çıkan Armstrong çok da parlak bir başarı göstermiyor söylenenlere göre. Atmosferden çıktığında evine dönüp dönemeyeceğinden endişeli bir insan var neticede bir tenekenin içinde. Kendisi unutsa, sarsıntının ortasındaki tek adamın neler çektiğini izleyiciler olarak bizim hissetmememiz mümkün olmuyor. Gemini projesinde arka planda çalışacak bir mühendis arandığını öğreniyor aynı zamanlarda. Fakat kızı Karen’ın hastalığı taşınmasına mani oluyor. Teşhisin konduğu 1961 haziran’ından, yirmi sekiz ocak 1962 yılına dek topyekün sürdürdükleri hastalıkla mücadele süreçleri acı bir şekide sona eriyor. Karen, anne babasının evlilik yıldönümlerinin olduğu gün ölüyor ve çift bu günü tahmin edeceğiniz üzere kutlayamaz hale geliyorlar. İkinci çocukları olan Karen beyninin orta bölümünde yer alan kötücül tümör yüzünden hayatını kaybediyor. Dünyalar tatlısı biricik kızı için aynı zamanda mühendis olan baba Armstrong bizzat çalışıyor. Çeşitli çizimler görüyoruz masasının üzerinde, araştırmalar yapıyor, Kanada’daki hekimlerden ve onların çalışmalarından medet umuyor. Tüm bu çabaları Karen’ın ölümüyle son buluyor nihayet. Yas süreci 1963 yılında sonlanıyor ve Nasa’ya Gemini projesi için başvuruyor. Bir mülakat ki, düşman başına. Sert bakışlı, ciddi duruşlu bir sürü adam onu mülakata alıyorlar. Son derece aklı başında konuşarak, işi alıyor. Houston’ a taşınıyorlar. Eşi bir kez daha hamile kalıyor ve ikinci bir erkek çocukları oluyor Karen’dan sonra.

0DA13E55-A642-41CD-9D0B-20EE330B3351

İlk adamlık doğuştan, kadersel gibi faktörlerle gelişse de, astronot olmanın tüm bunlardan bağımsız çok ama çok çalışarak olabildiğini görüyoruz. Fiziksel dayanıklılık, zehir gibi bir zeka, irade ve çalışmak çalışmak çalışmak. Kendi aralarında konuşurlarken gitmekten çok, dönmenin güçlüğünden bahsediyorlar. En nihayet Gemini 8 dört mürettebatla uzaya fırlatılıyor. Fırlatma öncesi pilot kabinine girmiş olan davetsiz bir kara sineği öldürüyor Armstrong. Fırlatma başarılı oluyor olmasına, Houston’da gitar çalanlar, birbirlerini tebrikleyenler derken, korkunç bir sarsıntı içinde kalan astronotların kontrolü tekrar ele geçirmeleri bir hayli zamanlarını alıyor. Kendimi burada öldürmeyeceğim diyen Armstrong ve ekibi paşa paşa dönüyorlar dünyalarına. O kara sinek bir şeylerin habercisi oluyor aslında. Bunun benzeri pek çok an yaşanıyor film boyunca. Ölüm bir şekilde haber veriyor ben geliyorum diye. Bir şeyler ters gidiyor ve anlamamazlığa geliyorsunuz ya da canınız anlamak istemiyor bir şekilde. Her kayıptan önce tıpkı öncü rüyalar gibi kızı Karen’ı ya da onu çağrıştıran bir şeyleri görüyor Neil.

Başarısız Gemini 8 fırlatışından sonra düzenlenen basın konferansında kimi saçma sapan sorulara da maruz kalabiliyor astronotlar. Döndüğünüzde Tamrı’nın varlığını daha çok hissettiniz mi gibi kesin argümanlı sorular bunlar. Gazeteler “Uzaydaki Vahşi Gezintimiz” türünde başlıklar atıyorlar. Vazgeçmek nedir bilmeyen Nasa bu sefer de Apollo 1’i göndermek üzere çalışmalara başlıyor. Fakat henüz daha test aşamasında, dünyadayken, kapsülde çıkan yangın sonucunda oksijenin tükenmesi ile 3 astronot birden güle oynaya girdikleri kapsülde tutuşarak ölüyorlar. Aynı saatlerde Beyaz Saray’daki bir kokteyle katılan Armstrong gelen telefonla acı haberi alıyor. Başta kızı olmak üzere pek çok sevdiği insanın kaybından sonra bu bardağı taşıran son damla oluyor ve Neil çılgına dönüyor. Nasa’nın yaptığı en iyi simülasyondan bile canını zor kurtarırken, yaralı yüzüyle çılgınlar gibi eve geldiğinde ne yaptığını ne kendisi biliyor, ne de eşi. 

Apollo 11 kadrosunun oluşumu da bir başka tesadüf. Buzz örneğinde olduğu gibi. Astronotlar teker teker öteki dünyayı boyladıktan sonra, Neil ekibin lideri oluyor. Buzz’a, ay’a sen gidebilirsin dediğinde Buzz sesini çıkartamıyor. Böyle bir ihtimal aklında olsa bile, ilk defa söze döküldüğünden olasılığın bir ismi oluyor bundan böyle. Bunlar hırslı adamlar ve aslında hepsi başarı odaklılar. Birbirlerini kırmadan, centilmence yarışma gayretinde, korkunun ecele faydası olmadığını kulaklarına küpe yaparak ama bunca cefa karşısında yüzde yüz başarıyla isimlerini yazdırmak istiyorlar tarihin sayfalarına. Diğer yandan Buzz Aldrin ve Michael Collins var ay’a gidecek olan en son ekipte. Astronot, uzay, ay derken, kısmet de neyin nesi diyeceksiniz, ben de bilmiyorum öylesine içimden geldi söylemek. Kader kısmet diyerek ben burada bir melodrama imza atadurayım, ellerin ay’a ya da mars’a gittiklerini, Amerikan bayraklarını bir zirve bulamadıklarından tümseklere sapladıkları gerçeğini değiştirmiyor tüm bunlar. Armstrong en büyük acı derler, evlat acısını tattıktan sonra, tüm fırlatmalardan eve tek parça halinde dönmeyi başarabiliyor mesela, İşte tam da burada devreye giriyor kader faktörü.

7E43269A-28F1-4739-A1F8-FF10A9D11D2B

Filmdeki bir başka buruk ayrıntı, Armstrong’un en kritik anlarında kızıyla yaşadığı güçlü sevgi dolu anlarına tutunarak ayakta kalmasıydı. Her gittiği yere götürdü iki yaşında kaybettiği kızını. Ay’da yürürken bile kızının yaşadığı zamanlardan kalma, acıyla sınanıp yoğrulmadan önceki anıları geldi gözünün önüne. Peki ay’da yürümüş olmak ne derece mutlu etti onu? Kendisine verilen görevi tüm zorluklarına rağmen yerine getirmiş olmanın verdiği haklı gururun dışında, iki yaşındaki kızının ölümüne şahit olmuş bir baba olarak baktığınızda çok da mutlu olduğunu görmüyorsunuz aslında. Apollo 11 öncesi yapılan basın toplantısında Buzz seyirciye oynarken, son derece keskin cevaplarla yaklaşıyordu basına karşı. Ay’a giderken yanınızda ne götürürdünüz sorusuna karşılık olarak bir seçeneğim olsaydı yakıt alırdım cevabını verdi net bir şekilde. Halbuki kızı Karen’ın üzerinde isminin yazıldığı harflerden oluşan boncuklu bileziğini bıraktı ay’da yürürken. Yönetmen bu ve benzer sahnelerde yönetmenliğini konuştururken, evlat sahibi olmadan çocuğunu kaybetmenin ne demek olduğunu hissedebildik sayesinde.

Armstrong rolünde La La Land’den sonra yönetmen Chazelle’le ikinci defa aynı projede yer alan Ryan Gosling, Armstrong’a hayat verirken her zaman kontrollü bulduğum oyunculuğunda çıtayı yine kontrollü olmak kaydıyla bir adım daha yukarı taşıyor. Hüngür hüngür ağlıyor kızını toprağa verip, tek başına masasının başına geçtiğinde. Bir daha da kendisini kaybettiğine tanık olmuyoruz. Zaten en büyük acıyı yaşamış olduğundan hayattaki duruşu daha ciddi, insanlarla ilişkilerinde mesafesi bir hayli açık olan, duvarlarını örmüş bir adama dönüşüyor. Eşi Janet rolündeyse bir Golden Globe ödülü sahibi Claire Foy çıkıyor karşımıza iri mavi gözleriyle. O da payına düşen rolün hakkını veriyor vermesine de, geleneksel aile yapısının içinde kalan ve anne ve eş rolünden başka bir fonksiyonu olmayan eski yüzücü Janet’ın aslında evin yükünü çekerken ve çocuklarını yetiştirirken ne kadar da yalnız olduğunu görüyoruz. Kendisi gibi bir astronot eşi olan Pat ile konuşurlarken, Neil ile normal bir hayat yaşamak istediği için evlendiğini itiraf ediyor. Hayattan istikrar beklerken, istikrarlı bir adam tercih etmesine rağmen hayatın  genel istikrarı hususunda insanoğlunun öngörüsüzlüğüne şahit oluyoruz. Pat, normal bir hayatı olan kız kardeşinin kocasının dişçi olduğunu söylüyor. Her sabah muayenehanesine gitmek üzere eşini öptükten sonra ayrılan bir kocanın yanında, “Mission Mars” diyerek Ay’a gitmek üzere yola koyulan bir koca. İnsan her sabah Ay’a gidemez belki ama yaptığı iş uğruna aldığı risk, ülkesine, yöneticilerine ve tüm dünyaya karşı duyduğu sorumluluğun bir adamın özel hayatına ve sevdiklerine ilgi gösteremeyeceğinin bir kanıtı aslında. Nitekim onunla oyun oynamak isteyen büyük oğlu dışarıda oyun oynamakla yetiniyor. Babası ya hep meşgul ya da kederli. Ay’a fırlatılması gerekiyor, kendi gibi kozmonot arkadaşlarıyla uzay mekiğinin aerodinamiğini hesap etmesi gerekiyor, fırlatılma anında, öncesinde ve sonrasında yaptığı hesapların tutması gerekiyor, yoksa eve dönüş zor gözükebiliyor. Tüm bu zor şartlar altında evlilik nasıl devam edebilmiş diyeceksiniz, etmiş ama bir yere kadar. Filmde karı koca arasındaki ilişki çok da romantize edilmemiş. Ay’a gitmeden önce üzerindeki baskıdan ve aşırı stresten kendisini ailesine kapatıyor. Oğullarına söylemeden kaçıp gitme telaşına düşüyor. Janet onu uyarıyor geri dönmeme riskine karşılık. On gün gidiş ve bir aylık bir karartma yaşayacak eğer dönmesi mümkün olursa. Gitmek var, dönememek de var hesapta. Neil ve eşi Janet tüm tantana bitip de, sterilizasyon yüzünden bulundukları ayrı odalara rağmen ilk defa karşılaştıklarında filmde bahsedilmeyen ileride yaşayacakları ayrılığın ve aralarındaki mesafenin varlığına tanık oluyoruz bir nevi. Bir süre gözlerden uzak bir hayat yaşıyorlar Ohio’da taşındıkları bir çiftlik evinde. Kırk yıl süren evlilikleri 1994 yılında bitiyor. Boşanıyorlar. Neil 2012, Janet Shearon’sa 2018’in haziran ayında ölüyor. Onlardan geriye pek çok filme, romana ve tarihin sayfalarına konu olacak anılar, fotoğraflar ve iki de erkek evlat kalıyor: Eric ve Marc Armstrong.

SON SÖZ :

Ay’a iniyorsun, bir an sürüyor sadece. Seni bu ana taşıyan bir hayat bırakmışsın geride. Bütün bir hayatın boyunca buna hazırlanmışsın belki de. Yeri gelmiş, hayatındaki pek çok şeyi ihmal etmişsin bu uğurda. Ailen de sensizliğe katlanmış ve karın olası dönmeyişin ihtimaline karşılık kendini hazırlamış. Çocuklarının oynayabileceği bir babaları yokmuş etrafta, tam da oyun çağlarında. Pek çok Amerikalı, başta yazar Kurt Vonnegut olmak üzere Nasa’yı eleştirse de, bunca parayla ülkedeki açlar doyurulurdu, Rusya’ya inat, süper gücüz diye vergi mükelleflerine dayatılan faturaya değer miydi, ülke Vietnam Savaşı’nın içindeyken, Ay’a gitmek elzem miydi diye sorup dursanız bile, bir merak içinde başarmış olanın hayatını izlemeye, Ohio’lu Armstrong’un hayatına ait hiç bilmediğimiz detayları görmeye gidiyoruz sinemaya merak içinde. Olamayacağımızın yaşantısının nasıl bir şey olduğunu görmek telaşı var her daim olduğu üzere üzerimizde. Elbette iyi bir takım lideri var bu işin tepesinde. Bir yönetmen sineması izleyeceğiz First Man sayesinde. Çok da etkileyici müzikler eşliğinde. “The Landing” benim favorim oldu bile.

17699394-7970-4639-A9F7-912B7E507474

SPACE-US-HISTORY OF MANNED SPACE FLIGHT-APOLLO XI

D7897B71-CF60-48E9-B21B-581B7DFEE50B

7E255C77-81CC-4CBC-B016-65809D4BD162

D72F79E7-6275-4152-A5E6-B36C66C2626D

BIG LITTLE LIES

images-4

BIG LITTLE LIES :

“Kinlerimi severim. Evcil hayvanlarım gibidirler.” Madeline Martha Mackenzie

“Tutku ve öfkenin arasında bir çizgi vardır. Bazen bu çizgiyi geçiyoruz.” Perry

“Altı yıldır sadece sümüklü burunları silip oyun buluşmaları ayarlayıp iyi bir anne olmak için gereken şeyleri yapıyordum. Bugün kendimi canlı ve iyi hissettim. Bunu söylemekten utanç duyuyorum ama bir anne olmak benim için yeterli değil. Yakınından bile geçmiyor.” Celeste

“Yaşadığımız şeyler yüzünden birbirimize bağlandık. Ondan ayrılmak fikri eti yırtmak gibi.” Celeste

“Paran var diye bu şehir senin mi sanıyorsun kendine yetki vermiş zengin sürtük?” Joseph

“Mükemmel değilsin. Kulübe hoş geldin. Hepimiz batırdık.” Jane Mükemmeldeğil

Çekim aşamasındaki fotoğraflarını basında gördüğüm ilk anda mini bir dizi olduğunu kavrayamadığım, fakat sonra sonra ülkesinde ve Amerika başta olmak üzere birçok ülkede çok satanlar listesine giren Avustralyalı yazar Liane Moriarty’nin romanından uyarlama dizinin Amerika ile eşzamanlı olarak yayınlanan ilk bölümünü izledikten sonra büyük bir merakla bekler olduğum yedi bölümün nihayet sonuna ermiş bulunmaktayım. Bu projede yer alma şansını yakalayabilmiş tanınmış ya da bu diziden sonra tanınacak olan bütün oyuncular için büyük bir şans olduğunu da düşünmekteyim. Herkes üzerine düşeni layıkıyla yerine getirebilmiş. Dizinin yaratıcısı ve uyarlama senaryosunun yazarı David E. Kelly yapımcı olarak imza attığı birçok işin ardından akıllıca bir yatırım daha yapmış oluyor nazarımda. Wild’dan sonra beraber çalışma şansını tekrar yakalayan Jean-Marc Vallee ile Reese Witherspoon ve Laura Dern’ün arasına katılan Nicole Kidman ise uzun zamandır hiç bu kadar güzel, sade ve de cüretkar bir rolle çıkmamıştı karşımıza. Çocuk oyuncular ve diğer roller de uygun, uygun olmasına da, ne yapacağız bakalım bu enerjisi yüksek çılgın kadınlarla? Liane Moriarty’nin başarıyla gözlemlediği, başka türlü yazmasının mümkün olmadığı evli ve çocuklu kadınların dışarıdan nefes kesen, içeriden yürek burkan çeşit çeşit hayatlarının California’nın insanlarının birbirini nezaketleriyle dövdükleri, kimsenin kimseyi beğenmediği Monterey-Monerey okunuyor bir havayla- kentine uyarlanmış halinde, dizi karakterlerinin hayatlarına ev sahipliği yapan okyanus manzaralı evlerse başrolde. Zenginliğin tanımı yapılmış adeta evler, arabalar, mobilyalar, kıyafetler, aksesuarlar, yardım geceleri aracılığıyla. Bir HBO güzellemesi var karşımızda. HBO neylerse güzel eyler, zaten çaresi de yok başka onca rekabetin ortasında. İnsanın gözü gönlü açılıyor bu ihtişamın arasında. Bütün Amerika insanın gözünde bu şekilde canlanıyor ister istemez ama tüm Türkiye nasılsa, tüm Amerika’da öyle kanımca. Sebastiao Salgado’nun sözleri geliyor aklıma “Dünya ikiye bölünmüş durumda. Bir yanda her şeye sahip olanlar için özgürlük, diğer yanda hiçbir şeyi olmayanlar için tam bir mahrumiyet.” Sınırsız özgürlük lafının yerine sınırsız konfor ve rahatlık tabirlerini koymak gerekiyor aslında. Zira sınırsız özgürlük yok hiçbir canlı türü için doğada ya da şehirde. Nefes almayı saymazsanız eğer. Bu kadınlar da özgür değiller aslında. Şiddet görenler dışında mutluluklarının kaynağını bildikleri halde bunu yıkmak için çabalayanlar var aralarında. Bir tanesinin tek derdi sevilmemek mesela. Bunun karşılığında servetini sunacak ona kalsa. Çeşit çeşit kadınlar var tanıyacağımız dizi boyunca. Uzun zamandır yapmadığım bir şekilde karakterleri ele alarak yazacağım yazımı, özellikle de dizideki önem sıralarına göre.

1487163601218

MADELINE MARTHA MACKENZIE :

Dizinin ilk dakikaları etrafı bantlarla çevrilmiş olay yeri ve polis soruşturması ile başlıyor. Bir cinayet işlenmiş fakat maktülün kim olduğu sürpriz finale kadar gizemini koruyor. Ebeveynlerin katılmış olduğu okul bağış kampanyası esnasında işlenen cinayet çerçevesinde olay esnasında orada olmayan görgü tanıkları olan öğretmenler, okul müdürü ve diğer anne babalar sorguya çekilirken birikmiş öfkenin ve zengin velilere duyulan tepkinin boyutlarını görüyoruz okul çalışanlarının ifadesinde. Ortada iki taraf ve aynı zamanda lider ruhlu iki güçlü kadın karakterin rekabeti var olaylara damgasını vuran. İşte bu taraflardan ilki,  ufak tefek bir kadın olan Madeline’i tanımlayan hiç kapanmayan çenesinin boyutu ve yoğunluğu oluyor. İkinci kocası ve biri ilk eşinden olmak suretiyle aynı evi paylaştıkları kızlarıyla dahil olduğumuz hayatlarında yolunda gitmeyen şeyin kaynağının, potansiyelini hiçbir zaman tam manasıyla değerlendiremediği tek yönlü ev kadınlığından kaynaklandığını anlıyoruz yavaş yavaş. Ama bir kez hariç hiçbir zaman altta kaldığına da şahit olmuyoruz diğerlerinin karşısında. Jane’le tesadüfi karşılaşmalarının ardından bindiği arabasında, bir ev kadını olarak başka bir ev kadınıyla tanıştığıma sevindim diyor. Kariyerli kadınlarla zıttız derken tarafını belirlemiş oluyor, daha doğrusu bir taraf yaratmış oluyor kendi kendine.

Hiçbir şey üzerine çok şey söyleyebilme potansiyeline sahip, aktif konuşmacı, gerektiğinde edepsiz, halk tiyatrosunda gönüllü patron, büyüyünce büyük bir markayı yönetmek isteyen herkesin sorununu çözelim geninden gelme ilkokula başlayacak olan bir küçük kıza ve bekaretini ulvi bir amaç yani seks kölelerini protesto etmek uğruna internet üzerinden satışa çıkarmış on altı yaşında bir başka kız çocuğuna sahip, eski eşinin yeni eşini ara ara kıskanmaktan kendini alamayan, herkesin avukatı, “sadece bir köy yeter”in ateşli aleyhtarı, güce karşı takıntılı, ağzını bozmaktan çekinmeyen ve yine ağzına gelen her fırsatta enteresan küfür dağarcığını sergilemekten kaçınmayan, uysal ve evden çalışan bir kocaya sahip, facebook kullanan, Renata ve takımına karşılık Madeline ve takımının baş aktristi olan ve bu rolde çok çok iyi bir oyun vermiş Reese Witherspoon var karşımızda.

Öte yandan eski kocasının acısını tam manasıyla atlattığı da söylenemez. Bir amaç ve hayat çizgisi olarak gördüğü oyuna sıkı sıkıya sarılıyor. Aynı oyunun rejisini yapan yakışıklı Joseph’la bir yıl önce yaşadığı ateşli kaçamaklarından da vicdan azabı duyuyor. Aşk denen illet her daim insanlığın başını ağrıtıyor, Madeline’inkini ağrıttığı gibi. Bir bela, bir çeşit veba, bir hastalık bu! Kızı annesinin yeni evliliğinde tam olarak konumlanamadığından, üvey annesi Bonnie’yi seçiyor kendisine dert ortağı olarak. Hal böyle olunca da Madeline kurmuş olduğu annelik odaklı eksenin büyük kızının üvey annesiyle takılmasından ötürü dağıldığını, ve eski kocasının kazandığını düşünüyor. Bu ve benzeri düşünceler onu yiyip bitiriyor. Kendi kendine konuşuyor yolda bir hırs bir hırs yürürken. Bu haldeki bir kadını şeytanlaştırmaktan çok uzak bu anlar. Renata’nın aksine sempati besliyorsunuz ona ve evcil hayvanları gibi beslediği kinlerine. Neden her şeyi bir kavgaya dönüştürmek zorundasın diyor ona eski eşi. Madeline’inse en nihayet süngüsü düşüyor Joseph’ın hakaretleriyle tetiklenen pişmanlığı iyice artıp özgüvenini yitirdiği yardım gecesinde alkolü fazla kaçırınca. Renata’ya sarf ettiği sözler karşısında korku içindeki Celeste bile şaşkınlığa düşüyor. Jane biraz sarhoş diyor onun için. Günah çıkartıyor Madeline. Hayatta böyle bir şeye dönüşmek istemezdi belki o da ama şartlar ve olaylar insanları başkalaştırabiliyor kimi zaman.

downloadfile-4

images-1

CELESTE :

Oyunculuk ek olarak şöyle de bir şey olsa gerek: Televizyonda, en çok izlenen saatlerde, seni izleyen insanların gözleri önünde çırılçıplak kalabilmeyi göze alabilmek; hem de birden çok kez. İlkel toplumlarda normal karşılanabilecek bu durum milyonların önünde, hele de kıçını servis tabağı gibi gösteren geniş ekranlarda izleyiciyle buluştuğunda, bu sanatın bir parçası ve bedenim benim tuvalim, üstelik bu benim ekmek param gibi düşüncelere önyargıyla yaklaşan milyonlarca gözün karşısında durmak çok da kolay değil. Oyunculuk için bir tanım ve saygınlık akla getirebilecek kadar önemli bir rolü üstleniyor Nicole Kidman burada, Celeste rolüyle. Kocası tarafından fiziksel ve dolayısıyla duygusal şiddete maruz kalmış bir kadın olarak çıkıyor karşımıza. Toplum karşısındaki konumunu çok önemseyen kocası Perry ise, ikizlerinin görmemesi için elinden gelen tüm gayreti gösteriyor bu şiddet dolu anlarda. Sevgi dolu, saygılı, ilgili bir kocayı oynuyor ilk önce de olayların en yakın tanığı olan bakıcının önünde. Dışarıdan rüya çift ya da kusursuz ikili imajı çizerlerken, içeride sadist bir kocayla yaşama gayretine düşmüş, kırılgan bir kadın var aslında. Kendisinden bir hayli genç, yakışıklı ve bakımlı kocası tarihlerini bilmediğimiz bir zamandan itibaren her fırsatta canını yakıyor Celeste’in. Bütün o morluklar, çürükler fondötenlerle kapatılıyor özenle. Uzun kollu ya da boğazlı kazaklar giyiyor dışarıya çıkarken. En yakınları bile anlamıyor onun gizli yarasını. Kızgınlıkla başlayan biraz karışık seks olarak tanımlıyor Perry psikoloğa yaşadıklarını. Dizinin ikinci bölümde karı koca arasında yaşanan sahnede edilgen taraf olan Celeste’in yaşadıklarına maruz kalan bir kadının yapacağı şey en yakın karakola gidip bir manyakla yaşıyorum ve şikayetçiyim demek olacakken bir noktadan sonra alışkanlıktan belki de, olayı normalize ettiğine tanık oluyoruz. Tutku ve öfkenin arasındaki çizgiyi geçtiğini düşünen Perry sapkınlıkta zirve yapıyor aslında. Karısının güzelliğindeki kusursuzluk ve bir gün onu kaybetme korkusuyla yanıp tutuşuyor. Kendisine duyduğu sevgiden şüphe duyuyor. Onunla yetinmeyip, ona sığınmayacağından korkuyor. Karısının her şeyiyle sadece onun olmasını istiyor. Onun tek kocası, ikizlerinin yegane babası, evinin biricik süs objesi, üzerinde her tür manyaklığı deneyebileceği, hıncını alabileceği, yeri geldiğinde fırlatıp atabileceği, duvarlara çarpacağı, nefessiz bırakacağı etten kemikten olan oyuncağı. Ve en önemlisi kavga edip, delice ve öfkeyle seviştikten sonra karısına bu kirli sırlarını kendilerine saklamaktan başka çare bırakmaması. Bir de ağlıyor sonrasında pişmanlıktan bebekler gibi. Ve Perry gibi sosyopatlar(aslında manyak, hatta hasta-manyak daha doğru olacak, sosyopat kibar bir kelime ve konuşmalarımızda ona buna atfen kullandığımız manyak sıfatının en çok yakıştığı kimse de Perry bence) coğrafya, ülke, dil, din ayırdetmeksizin her yerde varlar.

Mesleğini, kariyerini, ailesini ve yaşadığı şehri uğruna bıraktığı kocası ona bunları yaşatırken, mesleğini icra etmek için yakaladığı ilk fırsat bir kaçamak kadar tatlı geliyor Celeste’e. Ne olursa olsun iyi bir anne olmak yetmiyor ona. Celeste başarılı bir avukatmış geride bıraktığı hayatında. Şimdiyse suistimale uğrayan ve bunu örtbas ve normalize etmek zorunda kalan çaresiz ve yalnız bir kadın. Bir yanıyla da çok güçlü, mağrur ve gururlu bir kadın. Psikoloğun karşısında sürekli savunma yapıyor. Kurban olduğunu kabul etmiyor. Şiddetin normal olduğunu kabul etmesi de bundan. Çünkü özsaygısı diğer insanların onu nasıl gördüğüyle şekilleniyor ve farkına varamasak da bu, insanlar için çok tehlikeli bir durum aslında. Bir ebevyn sorununa, zamanla da savaşa dönüşmüş zorbalık olayında zorbanın Ziggy değil de, Celeste’in ikizlerinden biri olan Max çıkınca şiddetin çocuğun DNA’sında olabileceği gerçeğiyle yüzleşiyor Celeste. Perry’i göz önüne aldığında, büyüdüğünde geçip geçmeyeceğini de bilemiyor tam olarak.

Son söz olarak Hours’tan ve Virginia Woolf’un ağırlığından sonra kocası tarafından şiddete maruz kalan Celeste rolünde Nicole Kidman kariyerinin son on yılında karşısına çıkmış fırsatın hakkını veriyor her şekilde.

tumblr_ojp0odlTi41rkkyz2o3_1280

images-2

JANE -orta isimsiz- CHAPMAN :

Oğlunun okula başladığı ilk gün tanıştığı Madeline sayesinde yeni tanıştığı lüks muhitte çevre edinebilen, Renata’nın onu dadı sanıp kendi Fransız dadısıyla tanıştırdığı, kendi halinde muhasebeci ve bekar bir anne olan Jane’in sakladığı büyük sırrını ilk paylaştığı isim yine Madeline oluyor. Zamanında yaşadığı bir gecelik ilişkisi tecavüze dönüşüyor ve bu birliktelikten Ziggy dünyaya geliyor. Monterey’e taşınma nedeni ise ailesinden uzaklaşarak hem yaşadığı travmayı atlatmak hem de tek başına ayakta kalabildiğini hem kendisine hem ailesine kanıtlamak. Bir de geçmişi unutmak. Fakat daha okulun ilk gününde oğlu Ziggy, Renata’nın kızına zorbalık yapmakla suçlandığından eski defterler açılıyor teker teker. Meselenin herhangi bir kızın boğazını sıkmak olmadığını, yanlış kızın boğazını sıkmak olduğunu görüyoruz ve kısa sürede kutuplarının belli olduğu ufak çapta bir savaş başlıyor taraflar ve taraftarları arasında. Belli bir hayatın hayali, oğlu için iyi bir okul ve gelecek için buraya gelen Jane bu anlamsız yarış gibi savaşın içinde buluyor kendini ve de oğlunu. Öte yandan ona tüm bunları yaşatan adamın bir yerlerde var olduğu, nefes aldığı fikriyle kendini ve oğlunu güvence altına alabilmek için evde silah bulunduruyor ve sık sık atış talimi yapıyor. Koşuyor hiç durmadan. Kadınlığını gizleyecek kıyafetler seçiyor. Özensiz giyiniyor da diyebiliriz. Madeline ve Celeste’in kusursuz giyimleri, kusursuz saçları ve kusursuz makyajları karşısında uzaydan yanlışlıkla Monterey’e düşmüş bir başka dünyalı gibi görüyor kendisini. Fakat başta vefalı Madeline ve onun uzun ve bilmiş kol ve kanatları sayesinde adapte olması çok zamanını almıyor yeni girdiği ortama. Öte yandan kabusu olan adamı asla unutmuyor, asla affetmiyor. Okulda verilen soy ağacı ödevinde baba kısmına ne diyeceğini bir türlü bilemiyor Jane. Çocuksa genlerine rağmen iyi kalpli bir çocuk ve yetimliğine rağmen olaylara iyimser yaklaşabiliyor.

Jane silahı elimde tutmanın bile duygusal travmayı yenmek için psikolojik destek sağladığını ve onu kendi yoğun ve ağır gelen duygularından kurtardığını düşünüyor. Böylelikle kendini güçlü hissediyor. Kimi zaman kendini Ziggy’nin babasının iyi bir adam olduğuna inandırmaya çalışıyor. Bunun altında oğlunun ruhsal durumuyla ilgili endişeleri yatıyor. Bir yandan da toplumun çocuğunu kurban etmesine karşı koymaya çalışıyor var gücüyle. Bekar bir anne olmak öyle kolay bir şey değil anlaşıldığı üzere, Amerika’da…Türkiye’de… Nereye gidersen git, bu böyle.

images-3

RENATA KLEIN :

En güzel okyanus manzaralı, en şahane iç dekorasyonlu ev denemeyecek kadar büyük bir malikaneye sahip, aynı zamanda CEO, finansal açıdan başarılı, buldog lakaplı, hırçın, evli ve bir kız annesi ama sevilmeyen Renata Klein rolünde ipincecik Laura Dern arz-ı endam ediyor. Madeline’in grubuna karşılık bir başına durabiliyor. Narin ve nazik kızının okulda uğradığı zorbalık karşısında tüm kesici organlarıyla etinden et koparmaya çalışıyor karşı tarafın. Saydığım kesici organlar arasında tırnak ve dil başrolde. Fakat mevzu dönüp dolaşıp kızına geldiğinde süngüsü düşüyor kolaylıkla. Madeline’le bile Madeline’e rağmen uzlaşmaya çalışıyor, vaatlerde bulunuyor ona kızının yaşgünü partisinde boynu bükülmesin diye. Reddedildiğindeyse telefonunu havuza fırlatıp atıyor. En büyük eserleri, kanları, zaafları, bir parçaları olan çocukları için anne babaların yapabilecekleri şeyler karşısında insan şaşkına dönüyor. Mevzu çocukları olunca birer atmacaya dönüşen annelerin koruma güdüleri inanılmaz. Renata ısırmaya hazır bir köpeğe dönüşüyor gözümüzün önünde. Kızı uğruna kocasını harcıyor gerektiğinde. Kısaca o da kolay lokma değil. Wild’da Reese Witherspoon’la bir anne kızı canlandıran ikili burada ezeli birer rakip olarak çıkıyorlar karşımıza. Vallee’nin yönettiği Wild’da bir roman uyarlamasıydı ve yine bir kadın yazarın aklından çıkan müthiş bir içsel yolculuğu anlatıyordu. Favorilerimdendir tüm iddiasızlığıyla. Aslında çok da iddialıdır kendi çapında.

downloadfile-2

downloadfile-3

BONNIE :

Madeline’in eski eşinin karısı ve bir kız çocuğu annesi, özgür ruhlu, bohem ve sevgi dolu, sportif, aynı zamanda esnek bir vücuda ve seksi bir duruşa sahip, erkeklerin bayıldığı bir melez olan Bonnie, dizinin sonunda kadın dayanışmasının kraliçesi oluveriyor tek bir hamlesiyle. İzleyin ve görün diyeceğim ama yaşanan kavga esnasında Perry’nin çektiği çile anlatılmaz yaşanır cinsten ve bir mikrop daha kalkıyor yeryüzünden. Feminist okumalara açık olduğunu tahmin ettiğim kitabından sonra, öyle de bir sonla bitiveren diziye bu beş kadının zaferi damgasını vuruyor aslında. Annelik, çocuklar gibi ortak noktalara sahip rekabet içindeki kadınlar arasındaki düşmanlık yerini kadın dayanışmasına bırakıyor son anda.

downloadfile-1

wenn_biglittlelies_premiere_lauradern_nicolekidman_reesewitherspoon_zoekravitz_shailenewoodley_020817_1800x1200_4

FARGO, İKİNCİ SEZON

 

 

images-2

FARGO, İKİNCİ SEZON:

“Bizler bir grup üzgün insanlarız.”

“Kral’ı öldür, kral ol. Dünya böyle. Bundan memnun değilsen, Napolyon’a mektup yaz.”

İlk sezonundan bağımsızmış gibi görünüp öyle olmadığı ilerleyen bölümlerde anlaşılacak olan, ikinci sezonunun açılış sahnesi olarak bir film setini tercih ederek, atalarından ötürü sıkıntı çekmenin ne demek olduğunu bilen Yahudi bir yönetmenle, atalarından bihaber Kızılderili bir figüranı kendileri açısından yararsız bir diyaloğun içine sokan ve bundan da büyük bir zevk aldığı tahmin edilen, emsalleri arasında toplu oyunculukları, müzik seçimleri ve eksik gedik bırakmayan senaryosuyla bir adım ve senaristi Naoh Hawley sayesinde bir adam boyu önden giden kıymetli bir uzun film izledik on bölüm boyunca ve bu eşsizliğin her bir bölümü ve bir bütün olarak tamamı çok başarılıydı. Çılgınlar gibi başlamıştı, tatlı tatlı bitti. Kan revan içinde başlamıştı, huzur içinde bitti. Ölmemeyi başararak geride kalan bir grup hüzünlü insan bıraktı bizlere. Mesaj vermeksizin derdini anlatmanın dayanılmaz hafifliğiyle bitti “Fargo”. Jimmy Carter Beyaz Saray’da, Ronald Reagan seçim kampanyası için yollarda. Gaz fiyatları uçmuş, ülkede bir güven sorunu var ve bunda da John Wayne Gaby(evinin altındaki topraktan kendi elleriyle gömmüş olduğu otuz üç genç erkek cesedi çıkartılan palyaço lakaplı katil) ‘nin işlediği cinayetlerin büyük etkisi var. Yazar kasa yok, büyük alışveriş merkezleri yok, siyah beyaz televizyonlar baş köşelerde ve dergiler altın çağını yaşıyor, bodur bira kutuları ve uzay mekiği gibi kocaman ve rengarenk arabalar karla kaplı yollarda usul usul ilerliyorlar.

image

1979 yılının Minnesota’sının suçlarla örülü karla kaplı yollarında dolaştık durduk, televizyon tarihinin en iyi dizilerinden birinin en parlak sezonunu izlerken. İlk sezondan geriye kalan açık kapılar kapandı bu bölümde. Lorne Malvo’nun hayat öğretmenini öğrendik son bölümde. Yıllar sonra bile sırtını dik tutmayı başarabilen Lou Solverson’ın ağzından erkeği kadından ayrıcalıklı kılan nedir, onu öğrendik. İnsanı rezil de vezir de edenin, aileyi bir arada tutanın kadın değil de erkek olduğunu, erkeğin sevgisinin aileyi ayakta tuttuğunu; ailenin, karı koca olmanın ne demek olduğunu gördük. Gözüpek, adalet duygusu güçlü ve insan ilişkilerinde mesafeli bir adamın çırpınışlarının boşuna olmadığını gördük. Her zaman iyi polislerin var olduğunu ve olacağını ve tüm bu hikayelerin onların güçlü adalet duyguları üzerinden doğmuş olduğunu gördük. Suç, polisiye, dram ve kara komedinin sınırlarında gezinirken en çok da insanın anlık bir kararının kendisinin ve çevresinin başına ne gibi işler açabileceğini izledik.

GERHARDT AİLESİ:

image

Dizinin suç kısmının ailecek kahramanları olan Gerhardt’lar, Cermen kökenli ve Nazi sempatizanı bir aile. Kendi çaplarında önemli bir servetleri olsa da alışkanlıklarının ve kalıpların dışına çıkamıyorlar. Bundan şikayetçi olanlarsa liderliğe oynamayanlar ve aile içinde daha çok itilip kakılıp, ufak işlere koşturulanlar. Hayatta olan üç oğlu var Gerhardt’ların. İlk oğulları savaşta öldüğünden, Dodd ailenin en büyük oğlu durumuna terfi ediyor ve küçüklüğünden beri babası Otto’nun işlediği cinayetlere maruz kalıp, yardımcı da olmaya çalışıyor çocuk ellerinden geldiğince. Öğrendiğimize göre Otto’nun da kendi babasıyla benzer bir ilişkisi varmış ve dağıtım işi yapan Gerhardt ailesinin başındaki Dieter yasak zamanında içki kaçakçılığı yaparak girmiş bu işlere. Sonra da kamyon imparatorluğunu kurmuş. 1951 senesinde Otto babasından işleri devralmazdan önce Dieter başından on dokuz kurşunla vurulmuş(isabet etmiş demiyorum etmeme ihtimalini düşünemediğimden. Yakın bir mevziden kafasına kafasına kurşun sıkıldığını düşünmekteyim ve bu yazıyı yazarken ağır gribim; dolayısıyla konudan uzaklaşıp, Peggy’ninkine benzer dumanlı bir kafadan çıkan muğlak ama çok sesli hayallerin etkisinde olabilirim. Bu kadar kişisellik ve bundan fazla kişisellik hakkını nereden bulduğumu soracak olursanız eğer hayatta her şeyin kişisel olduğu olacaktır cevabım. Tıpkı Fargo’da olduğu gibi. Benim sayfam, istersen okumazsın/sağ üst köşedeki çarpının üzerine gidebilirsin ve bir hırs kapatabilirsin, beni araştırabilirsin/beni merak edebilirsin/beni küçük görebilirsin/kendini büyük görebilirsin ama farkındaysan hep bir takım olasılıklardan bahsettik ve kesinlik yok, ama keskinlik var; sen benden önce de ölebilirsin ama elbet geleceğim yanına, Tanrı’nın gizemi bunda). Dönelim Gerhardt’lara:

image

Rye Gerhardt : Ailenin en küçük erkek varisi, iki çılgın ve gözü dönmüş abisinden sonra gelmenin ezikliği içinde ama polis memuru Ben(jamin) Schimidt’in tabiriyle “bücür, ortalıkta dolaşıp caka satıyor ancak”. Aileden para kaçırıyor. Dodd kendin için değil, aile için para kazanırsın derken Rye kendisine yaptırılan küçük işlerden memnun olmadığını, kendi cumhuriyetini kurmak istediğini belli etse de ömrü vefa etmiyor dileklerini gerçekleştirmesine. Nasıl olduğunu tam olarak kavrayamadan bir hakim, bir eski sporcu sonradan aşçı, bir de garson kız haklıyor. Sonra da ufo görüp bir arabanın ön kaputunun önünde öldü sanılarak garaja kapatılıyor ve en nihayet kıymaya dönüşüyor Luverne’lü kasap Ed Blumquist’in ellerinde. Doktorlardan sonra anatomiye hakim meslek grubu olarak kasaplar geliyor sanırım uzuvlar birbirinden satır darbeleri aracılığıyla ayrılırken.

image

image

Dodd Gerhardt : Ailenin büyük oğlu, babası felç geçirdikten kısa bir süre sonra, ağzından akan salyaları tutamaz hale geldiğinde ailenin reisi o olmak istiyor. Tek rakibi olan Bear’la geçinemiyorlar. Annesi de olsa bir kadından emir almayı ise zar zor sindiriyor. Sağduyulu hareket edemiyor, her zaman bir savaşın içinde olunabileceğini düşünüyor. Yoksa da yaratılması gereken bir savaş hayali var. Rye’ın hakim öldürmüş olduğuna inanmamak için haklı nedenleri var, hepsi bizim derken. Dört kız çocuğu var ve bu durumdan hiç hoşnut olmadığını kendi kendine söylenirken duyuyoruz sık sık. “Ben erkek evlat istedim, Tanrı lanet olasıca kızlar verdi” diyebiliyor mesela yüksek sesle. Kimselerin gözyaşına bakmayan astığı astık kestiği kestik bir adamken, asi kızı Nicole’le baş edemiyor tek. Ve asla yıldızları barışmıyor. O kızının üzerine gidip, her baş edemediğinde tokat atıp hırpaladıkça, Nicole’de hırsından Kansas City’nin adamlarıyla ihanet ediyor ona ve tüm aileye. Ama Dodd o kadar şanssız ki, bir kadın onu defalarca haklıyor. Ve o kadın Peggy Blumquist. Şeytanın bir kadın olduğunu düşünen Dodd’un şeytanları hep kadınlar oluyor, nedense… Deli deliyi görünce misali, ödü patlıyor Peggy’den, kocasına şikayet ediyor onu. Ed’e onun bir deli olduğunu söylüyor en uysal haliyle ya da orada olmayan şeyler hakkında, orada olmayan kişilerle konuştuğuna dair. En şanssız ölüm onunkisi oluyor. Sağ kolu tarafından bulunup öldürülüyor ve en önemlisi tüm bunlar olup bitmeden önce Peggy’yle geçirdiği anlaşılamaz, tuhaf ve korku dolu saatler var ve zamanında kendi yaptığı işkenceler gün gelip onu buluyor. Dodd ve Peggy’nin yalnız kaldıkları saatlerde yaşadıkları bir Stephen King uyarlaması olan Misery’deki Annie’nin Paul’e yaşattıklarının bir başka versiyonu. Annie daha korkunçtu belki ama Paul’de daha masumdu Dodd’a göre.

image

image

Bear Gerhardt : Dış görünüşü itibariyle adını aldığı hayvana benziyor. Elinde bir küçük çakı yarısına geldiği elmayı kese böle yerken aynı hayvanın insan bedeni bulmuş da içine kaçmış haline dönüşüyor. Koşarken bile bir ayıya benziyor. Heybetinden ve vahşi görünümünden karşı tarafı ürkütse de abisine nazaran çok daha mantıklı kararlar verebiliyor hayati konularda. Çok fevri davranmıyor. Söz dinliyor. Belli bir inancı var ve İncil okumuşluğu da. Annesinin otoritesinden ve liderliğinden şikayetçi değil. Kurnaz değil. Engelli bir oğlu var ve onun hayatıyla ilgili de mantıklı karar verebiliyor. Böylelikle oğlu Charlie hapse giriyor, mezara değil.

image

Floyd Gerhardt : Soğukkanlı görüntüsünün ardında yatan acı dolu uzun yıllar var. Sevdiklerini yitiriyor. Kocası bir sebzeye dönüştükten sonra imparatorluğun başına geçiyor ama işler boyunu aşıyor. Bizler küçüğüz derken, Kansas şehir mafyasıyla uğraşamayacağını bilecek kadar sağduyulu ama Dodd işleri bozuyor ve savaş başlıyor. Her şeyden öte işler başına kalıyor. Küçük oğlu yok oluyor, kocası önce felç geçirip sonra öldürülüyor, Dodd fevri, Bear akıllı değil, bir torunu engelli, Nicole güven vermiyor. İşler büyüyüp kızıştıkça ne yapacağını bilemez hale geliyor. Hanzee’nin ihanetini tahmin bile edemiyor son ana kadar, tıpkı diğer Gerhardt’lar gibi ve yüzündeki soru soran ifadeyle, şaşkınlık içerisinde bakıyor Hanzee’ye, o ise karnına sapladığı bıçağı içinde çevirirken.

image

Hanzee : Otto Gerhardt’ın sekiz yaşındayken yanına aldığı kızılderili çocuk büyüyor ve Gerhardt’lardan kurtulduktan sonra ismini değiştirip kendi imparatorluğunu kurmak üzere bir tanesi ilk sezondaki Lorne Malvo’ya dönüşecek olan çocukları yetiştiriyor. Son bölümlere yaklaştığımızda hapishanedeki Bear’ın oğlu dışında bizim gördüğümüz tüm aile bireylerinin teker teker öldürüldüğüne tanık oluyoruz. Rye Gerhardt’ın kaybolmasından sonra, Kansas City’e başkaldıran aile bireylerinin infazının önemli kısmı ailenin içine aldıkları, sadıkmış gibi görünen Kızılderili Hanzee tarafından gerçekleştiriliyor. Dodd ve Floyd’u haklıyor birçok nedenden yahut hiçbir sebep yokken. Önüne çıkan ve engel olarak gördüğü tüm insanları soğukkanlılıkla ve tereddütsüz öldürüyor. Tıpkı tatlı, küçük, beyaz tavşana yaptığı gibi, önce bir güzel sevip okşuyor sonra da boynunu kırıyor ya da boğuyor onları. İşini az konuşarak görüyor. Tetiğe korkusuzca basıyor. Tüm dünyaya meydan okuyor.

image

Peggy Blumquist : Rengarenk kıyafetleriyle kara komedinin sıfat kısmından çok uzakta duruyor sanki. Sarı saçları, akça pakça teni ve tüm şirinliğiyle normalde mesleği olan kuaförlükte kullanılması gerekirken, eline geçen kesici ve delici aletleri, başı sıkıştığında enseye, karşı tarafı nezakete çağırmak adına sağlı sollu göğüs hizasına saplayabiliyor hiç çekinmeden. Aslında suç kısmına meyilli ama öyle tatlı, öyle şirin ki… Dükkandan tuvalet kağıtlarınu çalıp, evdeki dolapta istifliyor. Tıpkı dergilerini bodrum katta istiflediği gibi. Bir terslik var onda ve hayatında. O da bunun farkında. Olayları algılayış şekli farklı. Herkes oradayken ve bedensel olarak o da oradayken, aslında ruhu çok başka yerlerde. Olmayan hayaller görüyor, izlediği film karesini gerçek hayatta yaşadığını zannediyor, bir sürü derdin ortasında tam potansiyelini kullanamadığından duyduğu endişe ağır basıyor. Bir şey, bir kişi olmak istiyor ama bu tam olarak nedir, yirmi dokuz yaş aklıyla, hiç bilemiyor. Peggy dinlemiyor, rahatlamak için konuşuyor. Anlattıklarıysa ipe salmaz gelmez şeyler. Zavallı Ed var onu dinleyen ve onaylayan. Bir de ortada yanlış giden bir evlilik var freni patlamış duvara çarpmak üzere olan. Aynı arabanın içinde kocasının başına bir sürü iş açmış, adamı katil etmişken ve zavallı Ed yan koltukta çözüm üretmeye çabalarken, turistik bir seyahate çıktıklarının hayali içerisinde. Süratle boyut değiştirebiliyor. Her şey uçuşabiliyor bir anda ve sıkışıp kalmadık burada derken, kendi sıkışmışlığı var aklında ve bir türlü göremediği California’nın hayalleri. Her şey olup bittikten, Ed öldükten, yol açtıkları çete savaşlarından ötürü de onlarca insan ayrı ayrı öldükten sonra, elleri kelepçelenmiş vaziyette, direksiyonda Lou, polise teslim edilmek üzere giderken ilk önce biraz pişmanlık duyuyor. Ama sonra federal yargılanmanın hayalini kurmaya başlıyor. Cezasını California’da çekmek istiyor. Kuzey San Francisco’da sahili gören bir oda hayal ediyor, bir de pelikan görmeyi.

Bir adama çarpıp onu öylece eve getirmesinin cevabını bile kendince vermişti Peggy. Bu tip şeylerin şıklı bir sınav olmadığını, rüyadaymışçasına karar verildiğini söylemişti. Peggy’nin gerçeklik algısı da farklı diğer insanlardan. Pozitif Peggy’nin bir sürü hayali var gerçekleştiremediği, bir insan var hiç olamadığı. Bodrum katında belki binlerce moda ve güzellik dergisi var. Hanzee’nin anılarının olduğu evde yaşadığı için kendine bir başka dünya yaratmış bir kadın o. Geçmişin müzesinde yaşıyorum derken, o da bir yandan kendi tarihini yaratıyor moda ve güzellik dergilerinden kurulu. Kaçarken bile alfabetik sıraya göre dizilmiş dergilerinden seçtiklerini götürüyor yanında. Hayatını değiştiremeyince, başka çıkışlar arayan ve paralel bir evren yaratan bir kaçığa dönüşüyor gitgide.

image

image

image

Ed Blumquist : Kendi halinde yaşayıp giden, hayatındaki en büyük amacı yardımcı kasap olarak çalıştığı kasap dükkanını satın almak ve kendi işinin patronu olarak kendi Amerikan rüyasını gerçekleştirmek olan Ed bir tek şeyin farkına çok geç varıyor. Vardığında ise iş işten çoktan geçmiş oluyor. O da bir saatli bombayla yaşadığı gerçeği. Ve o saatli bomba karısı Peggy. Ed, Peggy ne zaman ki bir Gerhardt’a çarpıp, karakola ya da hastaneye gitmek yerine onu arabasının üzerinde evin garajına sokup hamburger helper’la akşam yemeğini hazırlayıp sofra dualarına müteakiben adamın dirilmesiyle bodruma inip yaralı adamı istemeden öldürüp, gelecek planlarının mahvolacağı korkusuyla kasap dükkanına götürüp kıyma yapmaya karar vermek suretiyle yok ediyor; işte o andan itibaren çete savaşlarının ortasına düşüyorlar beraber. Gerhardt’lar Rye’ın kaybını Kansas City mafyasından biliyorlar. Kansas City’nin bir ayağı olarak da Luverne’de yaşayıp kimliğini gizlediği sanılan zavallı Ed, bir anda Luverne Kasabı’na dönüşüyor. Kansas City’se temsilen ve katilen(bu uydurulmuş bir kelimedir ve ben de kendi dilimi yaratma telaşına düşmüş bir birey olabilirim) adamlarını Gerhardt’ların üzerine salıyor. Hanzee ve Simone bir o yana bir bu yana aslında kendi taraflarına çalışıp dururken, kan gövdeyi götürüyor ve onlarca insan ölüyor. Ve tüm bu absürt ve nedensiz ölümlere Peggy’nin esrarengiz bir kararı sebep olmuş oluyor. Ed ne yapsın? Sonuna kadar karısının arkasını kolluyor. Ailesini kurtarmak için elinden ne gelirse yapacağını söylediğinde sadece söylemekle kalmıyor, yapıyor da. Lou Solverson en çok bunu düşünüyor. Çünkü o da bir baba ve reisi olduğu bir ailesi var, her ne pahasına olursa olsun korumak, kollamak ve kurtarmak zorunda olduğu. Bunu bütün erkeklerin ittirdiği bir kaya olarak düşündüğünü söylüyor Ed ona. Her sabah kalktığında Sisifos miti misali tekrarlanan benzeri günler ve ödevler var. Ve erkekler buna yük deseler de, bu erkeklerin bir ayrıcalığı. Baba olmak, koca olmak, erkeklik taslamak her zaman çok kolay değil. Ed iş işten geçtikten sonra sahip olduklarına tekrar dönmek istediğini söylese de, her şey için çok geç artık bu saatten sonra. Her şeyi karısının mutluluğu için yapmış ve onu sevip inanan bir adamın son çırpınışları bunlar. Hayatının merkezi, anlamı ve tüm dünyanı üzerine kurmadığın bir insan için bunca fedakarlık yapman mümkün değil çünkü. Ve zavallı Ed…

image

image

Mike Milligan & the Kitchen Brothers: Mike Milligan, annesi kasvet hastası olduğundan yemeklerini karanlıkta yiyen bir ailenin sırf bu yüzden iyimser olduğunu söyleyen oğlu. Kansas şehir mafyası adına çalışıyor. Kendini Martin Luther sanırken, göz kırpmadan adam öldüren, felsefik cümlelerle konuşup karşı tarafı çıdırtan, sağlı sollu etrafını saran, Hank’in Bathroom Brothers olarak anımsadığı, bir tanesi hiç konuşmayan ve biri öldüğünde hangisi olduğu anlaşılamayan ikiz katillerle isimleri bir çırpıda okunduğunda bir rock grubunu anımsatan bir tetikçi. O da işin suç kısmında. Okay then dediğinde söylenecekler bitmiş, olanlar olmuş oluyor onun için ve herkes için ve sık sık okay then diyor. Onca cinayet, silahlarla haşır neşir olma halleri, bağımsız iş saatleri ve özgürlükten sonraysa sürpriz olarak bir beyaz yakalıya terfi ettirilmek oluyor ödülü. Cezaevi, duvarlarla kaplı daracık ofisi oluyor. Aslında terfi ediyor ama özgürlüğü bitiyor. Punk saçları, tuhaf kravatları ve aforizmalarıyla bu ortamda ne kadar yaşayabileceği meçhul. Vahşi kapitalizmin bir tetikçisiyken, memuruna dönüştürülüyor, üstüne üstlük bir bitki gibi toprağından alınıp bir saksıya oturtuluyor. Hem de dünyada kalan son işi yani para işini yapmak üzere, tüm zevksizliğiyle.

image

Karl Weathers : Arkadaşı Lou’ya Ronald Reagan’a Joan Crawford’ın kasık biti olup olmadığını sordurtacak kadar densiz. Neyse ki Lou bu gibi konularda daha mantıklı ve öyle bir şey yapmam diyerek net tavrını sergiliyor. Onun dışında Ed’in avukatlığını yapmak üzere çağrıldığında yüksek düzeyde risk taşıyan bu iş için çağrılmasının öneminden bahsedip böbürleniyor. Oysa ki kasabanın tek avukatı var ve o da kendisi. Boşboğaz, alkolik, sulugöz ama kötü bir adam değil. Hiçbir şey bulamazsa kutu kutu biraları deviriyor. Bekar olduğu sanılıyor ve silah taşıyor ve Cumhuriyetçi ve her ne kadar Reagan’ın elini sıkmam dese de koşa koşa ilk gidip sıkanlardan biri de kendisi. Az evvel konuşmasını dinlediği Reagan’ın vatanseverlik içeren konuşmasında da gözleri dolan ondan başkası değil. Bir şekilde korkudan ayılıp, oğlu Charlie konusunda Bear’ı teskin ederek ikna eden de kendisi.

image

Lou Solverson : Molly’nin babası, Betsy’nin kocası, Hank’inse damadı. Eyalet polisi. Vietnam’da savaşmış, direncinin, ağırbaşlılığının ve metanetinin bir kısmı orada yaşadıklarından ve gördüklerinden kaynaklı. Çok ölümler görmüş. Beyni öldüğü halde, gerçekliğini kabullenememiş askerlerin saplandığı çamurlarda onları avutmaya çalışmış yaşayacaklarına dair. Bir sürü hikayesi var yeri geldikçe ve insanları özellikle de Blumquist’leri akıl yoluna çekebilmek için. Ama nafile tabii ki. Karısı üçüncü evre lenfoma hastası ve dünyanın hastalığıyla, karısının içindeki hastalığın aynı olduğunu düşünüyor ve bir yandan Betsy’nin hastalığıyla baş etmeye çabalarken, bir sağanak gibi yağan cinayetler geliyor üst üste. Akıl sağlığını kaybetmiş gibi hareket eden bir çift, belalı Gerhardt’lar ve tuhaf Mike Milligan ve adamları, kim için hareket ettiği belirsiz garip bir kızılderili, mantıksızlıkta tavan yapmış federaller… ve tüm bunlar karşısında sağduyulu davranabilen Lou Solverson. Hep bir mesafesi ve kibar bir cana yakın olmama hali var. Kimseye borçlu olmadığından, yakasına yapışan alacaklıları da yok. Gerhardt’ların karşısında dimdik duruyor ve tavrını koyuyor. Mesai arkadaşı Schimidt gereksiz sevgi gösterilerinde bulunurken, oralı bile olmuyor. Saygı duyuyorsun haline, tavrına, kendisine. Dizinin ilk sezonunda muhteşem Keith Carradine tarafından canlandırılmıştı, şimdiyse yakışıklı Patrick Wilson hayat veriyor kendisine. İkisi de başarılı benim gözümde. Her zaman fazla güzel dolayısıyla mükemmel görünen bir adam olan Wilson bu defa karakteriyle ön plana çıkıyor ve siliyor üzerine sinmiş erkek güzelliğini bir kalemde.

image

Betsy Solverson : Lou’nun karısı, küçük Molly’nin annesi, Hank’in kızı, üçüncü evre lenfoma hastası ve geleceği sadece rüyalarında görebiliyor. Xanadu isminde almayı kabul ettiği kemoterapi ilaçları sahici de olabilir, placebo etkisi için verilmiş şeker de olabilir. Bir denek olmayı kabul ediyor, çünkü başka çaresi yok. Lou, o görevdeyken kendisine göz kulak olsun diye eşi dostu ayarlarken, o ise Karl Weathers’a Lou’nun evlenmesini vasiyet ediyor. Maureen’in Camus’den “öleceğimizi bilmemiz hayatı absürt yapar” alıntısına altı yaşındaki kızı ve ilerleyen hastalığıyla cevap veriyor. Tanrı’ya ve hesap gününe inanıyor, bir Fransız’ın şakasına değil. Hepimizin bir iş yapmak için dünyaya geldiğine ve her birimizin kendi işini yapacak kadar vakti olduğuna inanıyor. O sadece altı yaşındaki kızını, kocasını ve içinde kendini güvende hissettiği basit ama onun olan hayatını bırakmak istemiyor. Evliliğinde küslükler, kıskançlıklar, kaprisler yok. Genç bir kızken bahçesinde tavuklar olan bir evmiş hayali. Şimdiyse içinde bir grup hüzünlü insanın yaşadığı o evin sahibi. Hayat işte!

Bunlara ek olarak Betsy Solverson akıllı bir kadın. Saçlarını kestirmeye gittiğinde Peggy’nin aklını alıyor yaptığı çözümlemeyle. Adım adım cinayeti çözüyor. Olay yerine gittiğindeyse kimsenin bulamadığı  cinayet silahını buluyor. Ama başta babası Hank inandırıcı bulmuyor yoldan geçmekte olan bir arabanın çarpıp öylece yoluna devam etmiş olabileceğine. Sonra da o kişinin ön camında bir Gerhardt’la eve gidip yemek hazırlayabileceğine.

Saklayıp saklanarak, son çare ört bas etmeye çalışarak suça suç katan Blumquist’ler sayesinde dokuzuncu bölümde yaşanan katliamdan kurtulabilenler ufoyu gördüler. Her zamanki gibi sadece Peggy umursamadı bu olayı Çünkü o sadece uçan bir ufo aracıydı. Aynı ufo aracı Rye’ın aklını başından alıp, Peggy’nin arabasının önüne çıkmasına neden olmuştu. Hayat tuhaf  karşılaşmalarla geçiyor ama dünyanın en akılsız kıdemli polislerinden bir kısmı rutin görevlerindeymişçesine, cep telefonlarının ve internetin henüz icat edilmediği yıllarda tek iletişim araçları olan telsizlerini kapatıp cumburlop yatağa girip uykuda öldürülürlerken, şelale olup akacağını hayal ettikleri o muhteşem başarıyı yakalama şansı bulamıyorlar haliyle. Neticede bir aile yok oluyor hemen hemen. Bu aile yerin altını hak ediyor diyen Simone’un ahı tutuyor ama kendisi de öteki tarafı boyluyor amcası sayesinde. Zavallı Ed istemeden bir sürü cinayet işliyor. Eceliyle ölen kimse olmuyor. Herkes ya kafası kesilerek, ya ateşli silahlar ya da kesici aletlerin içlerine saplanmasıyla veda ediyor hayata. Betsy’se çaresizce içindeki canavarı yani kanserini büyütüyor.

image

image

image

 

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑