SÜRPRİZ ROTA, ÜÇÜNCÜ DURAK : MARDİN

 

20180417_191911-01

SÜRPRİZ ROTA, ÜÇÜNCÜ DURAK : MARDİN

GİRİŞ :

Son Mardin’e gelişimin üzerinden altı ay geçmiş. Napim yani? Seviyorum bu şehri. Gelmeyeyim mi bir kez geldim diye? Görmeyeyim mi bir kez gördüm diye? Birden çok olabilir. Hayatta her şey mümkün olabilir. Bitlis’te uğradığım çifte(burada sıfat olarak “dubleyi” kullanacaktım fakat malum Ramazan, siz bir de öyle okuyun isterseniz) trafik kazasından sonra canımı Mardin’e nasıl atıyorsam artık, yol boyunca sevinç içindeyim, içim içime sığmıyor adeta Güneydoğu’nun incisine gidiyorum diye. Siirt’ten geçiyoruz ve de Baykan’dan. Mesire yerlerinde piknik yapan halkı izliyorum kısa bir süreliğine de olsa. Siirt her zamanki Siirt. Sıcak, toz toprak içinde her yer. Halk serinliğe doğru koşuyor adeta. Bir pazar günü çoluk çocuk yapılacak bir piknikten ala ne olabilir ki Siirt dolaylarında? Sıradaysa Batman var. Otogarına giriyoruz ilk önce iki dakika sürecek olan yolcu indirip bindirme molası için. Bitişiğinde bulunan Yeni Otogar alanındaki binlerin buluşma nedenini anlamak üzere gidiyorum ve soruyorum bu nedir diye. Kutlu Doğum Haftası imiş meğerse. Ortalık çarşaflı kadınlardan geçilmiyor. Pankartlar Arapça. Çimenlerin üzerinde namaz kılıyor erkekler toplu halde. Alansa hınca hınç dolu. Sunucu sahneden Tekbir getiriyor ve de getirttiriyor yığınlara. Müslümanlık güzel din olmakla beraber, kafalar altıncı yüzyıl kafası olunca bir anlamı kalmıyor tüm bu yaşananların ve de yaşatılanların. Bir kara çarşafın içinde, iki göz delik üzerinde, adam babam öyle istiyor diye ömür mü geçermiş? Gözün yiyorsa sen geçir be adam!

20180415_150529-01

20180416_163533-01

Tekbir sesleriyle Batman otogarından ayrılıyoruz. Blondie’nin Handmaid’s Tale uyarlaması Heart of Glass’ı dinliyorum defalarca başa ala ala. Margaret Atwood uyarlaması dizide yaşananlarda beni huzursuz eden, ürküten şeyi görüyorum bir kez daha tüm bu yollar boyunca. Yanımda oturan talebe kız Halil Cibran okuyor. “Ermiş” elindeki. Altını çize çize okuyor kitabı. Aslen Batmanlıymış ama öğrenci olarak Yeni Mardin’de yurtta kalıyormuş. Edebiyat okuduğunu hayal ediyorum ama fos çıkıyor. Hemşirelik ve ebelikmiş bölümü. Bir çanta dolusu kitap taşıyor yanında. Öte yandan genetik masterından ve anlamadığım daha pek çok şeyin masterının varlığından haberdar oluyorum sayesinde. Hasankeyf’ten geçiyoruz o ara. Mahvolmuş Hasankeyf. Mardin’e geldiğimizde, beni durak taksisine bindirip Eski Mardin’e uğurlarken, çantasında kitaplarıyla ağır ağır ve düşünceli bir vaziyette kaldığı yurda doğru yürüyor tek başına yol arkadaşım. Bense iki gece de burada geçiririm dediğim şehirde tam dört gün kalacağımın farkında olmadan varıyorum en nihayet kalacağım yere. Akşam olmuş bile. Çarşı kalabalık. Turistten geçilmiyor ortalık. Yerlisi, benim gibi dışarıdan geleni, turla geleni, tek başına takılanı, yabancısı hepimiz Mardin çarşısını arşınlıyoruz. Bir geleneğe dönüşen Yusuf Usta’da Mardin Kebabı yemek için lokantadan içeriye girdiğimde kalabalık olan yemek saatlerinde zar zor bir masa buluyorum kendime. Sanki diğer gelişimde daha lezzetliydi yediklerim. Belki de benim ağzımın tadı yoktur, kim bilir? Fiks fiyat yirmi üç lira veriyorum içecek dahil her şeye. Rido’daysa her şey dahil yirmi lira. Bedava değil mi, siz daha şehir kazığını yiyin kebap yiyeceğiz sağda solda diye. Doğu’da et de ucuz, süt de.

20180415_141709-01

20180417_182247-01

GÖBEK ATMAYI SEVEN BİR TOPLUMUZ, YER VE ZAMAN MÜHİM DEĞİL :

Ben galiba hayatımın hatasını yapıyorum. Büyükçe bir minibüsün içine bir sürü tanımadığım insanla beraber tıkılıyor, bunun için de üzerine cüzi bir miktar para veriyorum. Dönüşü olmayan bir yol’a girmiş bulunduğumuysa çok geç anlıyorum. Kendim kaşınıyorum. İnsanlar da bilmeden kaşıyorlar açık yaralarımı. Bakar mısın kadere? Geçen sefer tanıştığım ve güvendiğim Fehmi iki gün boyunca tur almış. Tanıdığım bildiğim insanla gezerim, biraz da dişimi sıkarım diyerek sabahın sekizlerinde düşüyoruz yollara. İki orta yaşlı çift, üç genç kız, iki genç bey, bir de ben varız. Ne güzel! Oynak Arapça parçalar tercihimiz ve rotamız tüm turistik yerler. Mor Hananya(Deyrul Zafaran) ve Mor Gabriel(Deyrulumur) Manastırları, Dara Antik Kenti, Hasankeyf, BeyazSu ve Midyat’ı görüp on iki saat sonra şehre dönmek maksadıyla bir bir dolaşıyoruz Mardin kazan bizlerse kepçe. Fehmi beni öne şoför koltuğunun yanına oturtuyor. O sayede kafam dinç kalıyor. Dönüş yolculuğunda Mümin Sarıkaya’dan “Ben Yoruldum Hayat”ı istek parçası olarak söylüyorum. Mümin susar susmaz da, kasap havasına devam ediyoruz kaldığımız yerden. Bodrum, Marmaris’te tekne turu satın alan yerli yabancı turist animasyon adı altında haydi eller en yükseğe diyerek merkeze yerleştirilip çevresinde halka oluşturularak tuhaf şeyler yaptırırlardı ya, işte onun kara versiyonu tüm bu yaşananlar. Alan dar olunca, herkes oturduğu yerden tempo tutuyor. Tanrım müzikler o kadar korkunç ki. Hoparlör de dibimde, gidiyorum gündüz gece. Yol boyunca yeterince antipatik göründüğümü düşünerek, şirin gözükmeye çalışan bir ifadeyle arkama dönüp el çırpıyorum. İğrencim. Haydi kızlar, iyi ki varsınız, ya ya göbekler, dar alanda kısa paslaşmalar. İçimden söz veriyorum kendime bir daha asla tur almayacağım diye. Oh oh yandan, aman aman!

20180417_173202-01

20180417_172124-02

SONGÜL, MEHMET TAHİR ÖKMEN, ATİYE’NİN YERİ, NOYANLAR ve ELİZ :

Yıllardır memleketimin şehirlerinden, köylerinden ve dış memleketlerden getirmiş ve biriktirmiş olduğum anılarımı yazıp yayınlıyorum sitemde. Fakat ben en çok kendi ülkemi ve insanlarımı yazmayı seviyorum, şairin dediği gibi Memleketimden İnsan Manzaraları’nı oluşturuyor bu anılar ve onlar benim önceliğim her zaman için. Hiçbir yerde görmediğim pek çok saçma sapan şeyle kendi ülkemde karşılaşsam da olsun diyor, devam ediyorum yoluma. Göz, göre göre katlanır hale geliyor bir zaman sonra. Daha iki üç gün oldu ben Van’ı göreli mesela. Kalbimin en hızlı attığı yer neresi diyecek olursan Mardin derim hiç düşünmeden. Üzerine şehir tanımam. Kars’ı, Ordu’yu, Sivas’ı, Tarsus’u, Şebinkarahisar’ı, pek çok şehri kaplayan Kapadokya Bölgesini, Kayseri’nin muhteşem köylerini, Eski Talas’ın her metrekaresini, Antep’i, Harran’ı, Nemrut’u asla unutmam. Ben öleyim, onlar yaşasın sonsuza dek. Çok sevdiğim için de bir kez daha buradayım, Şehri Mardin’de. Gecesi gerdanlık, gündüzü mezarlığa benzetilen şehrin tam kalbinde. Kıymetini bilmek, hakkını vermek gerek her şekilde. Dokusunu korumuş kadim kente, her gelişimde hayran oluyorum yeniden. Her sokağında muhakkak bir güzellik çıkar çünkü karşınıza, görmeden asla bilemezsiniz ne demek istediğimi, Mardin anlatılmaz, yaşanır çünkü.

SONGÜL, DARA : İsim vermeden anlatmak imkansız geliyor çünkü isimlerle oynamam anlamsızlaştırıyor pek çok şeyi. Yakıştıramıyorum bir başka ismi aynı karaktere. Soluyor sanki karakter ismi yer değiştirince. Songül mesela, kim, nasıl cüret edebilir onun ismini, ruhunu soldurmaya? Taş olsun, toprak olsun eğer onun içindeki isyanı bastıran çıkarsa? Yukarıda bahsettiğim gürültülü turdan ayrılıp antik olmayan Dara’yı gezmek için dolaşırken çıkıverdi Songül karşıma. Dara el sanatları merkezinde hem de. Önlerinde birer Singer çalışıyorlarmış kadınlar burada her fırsatta. Bana da marifetlerini gösterdiler. Sonra Songül aldı götürdü beni evine. Anası, bacısı, yengesi, çocuklar uslu uslu bir köşedeydiler. Kahvaltı ettim pek güzel. Songül’ü bir ilkokul öğretmeni olarak hayal ettim nedense hem de kendi köyünde. Onları yetiştiriyor, bir gelecek yaratmak gayretinde azimle, şevkle. Peki bunun için Songül’ün ne yapması lazım? Bırakmak zorunda olduğu liseyi içerden ya da dışardan bitirmesi lazım. OGS, HGS gibi pardon onlar köprü ve otoyol geçiş sistemleriydi; LGS, YKS gibi sınavları geçerek ama sıkı çalışarak üniversiteye hazırlanıp, sınıf öğretmenliği için yüksekçe de bir puan tutturması lazım. Kolay mı? Değil. İmkansız mı? O da değil ama daha kolay olabilirdi. Nasıl mı? Din elden gidiyor diye Köy Enstitülerini kapatanlar biraz daha sağduyulu davransaydı, bu ülkenin öğretmene imamdan çok ihtiyacı olduğu gerçeğini teslim etselerdi şu noktalara gelinmezdi mesela. Bu çocuklar hayatta bir şansları olduğunun umuduyla nefes alırlardı hiç olmazsa. En çok da kız çocukları. Güneydoğu’yu bir sorun olarak görenler için zihniyet sorununu çöz de gel demek öncelikle. İzmir Marşı’nı sağlığa zararlı görüp okutmayan zihniyetle, Türkan Saylan’a sayıp sövenlerinki aynı zihniyet. Aynı tas aynı hamam bu memleket. Yıllar geçse de üstünden, değişen pek fazla bir şey yok maalesef. Ekstra ekstra yollar, köprüler, barajlar haricinde.

20180416_110017-01

20180416_114457-02

MEHMET TAHİR ÖKMEN ve ATİYE’nin YERİ, SAVUR :  İki gün üst üste gittiğim yerlerden biri Midyat ötekiyse Savur. Savur’un bir küçücük çarşısında erkekler var sadece her zaman olduğu üzere. Çarşıda kadın kısmı pek dolaşmaz böyle küçük yerlerde sonra laf çıkar diye. Benim umrumda değil, çünkü ben buralı değilim. Çarşının ücra taraflarında gördüğüm tüm hemcinslerimse memur kesimi. Onlar da bir sürü adamın ortasından geçerken sopa yutmuş gibiler. Bir ben varım böyle fütursuzca dolaşan çünkü yarınsızım bu ilçede. Yerlisi bir kadın işin mi yok gelmişin oralardan buralara da harabelerin fotoğrafını çekiyorsun diyor. Sonra da dönüp köy fotoğrafçısı mısın sen diyor. Değilim diyorum. Aslında öyle bir alt dal var mı, varsa da inan ben de bilmiyorum, demiyorum. İki ineğini sırasıyla evinin altındaki ağıla sokan bir amcadan fotoğrafını çekmek için izin istiyorum. Ne yapacaksın ki benim fotoğrafımı diyor. İlla top model olman gerekmiyor, defile fotoğrafçısı değilim ki demiyorum. O tip bir alt daldan da habersizim. Onun yerine olsun ne güzel işte diyorum. Çeek diyor Amca. Çeekiyorum, çeektim.

20180417_155303-01

20180417_145953-01

20180417_150547-01

20180417_150947-01

20180417_143620-02

Yolda karşılaştığım zabıta memuruna Hacı Abdullah Bey Konağı’nı soruyorum neden kapalı diye. Teyze gelininde kalacakmış havalar iyice ısınana dek diyor ama yine de beni götürüyor bayırın ucundaki konağa. Bense daha önce geldiğimi, burada yiyip içtiğimi söylemiyorum bile. Birkaç fotoğraftan sonra gölgede serinlemekte olan kadınları görüyorum gel de çayımızı iç diyen. Memnuniyetle. Kimi buralı, kimi gelin gelmiş. Sakin sakin çay içiyorlar, öyle de kraker ve bisküvi atıştırıyorlar. Canımın çıktığı bir gün olduğundan olsa gerek bardak bardak çay içiyorum. Onlar dolduruyor, ben boşaltıyorum(mideme). Sizler burada yaşıyorsunuz, adamlarınız çarşıda diyorum. Yeni gelin, biz kabullendik bu hayatı diyor. Arıyorlarmış, adamlar çarşıdan ekmek, süt ne istiyorlarsa getiriyormuş. Haftada bir pazara da götürüyorlarmış. Daha ne? Rolleri bölüşen karı kocalar gül gibi yaşayıp gidiyorlarmış bu şekilde. Sözüm yok. Buraya gelen para yapıyor, ev yapıyor, araba alıyor kolaylıkla bu yüzden diye de ekliyorlar. Doğrudur, para harcayacak yer yok, dediğim gibi temel gıda maddelerin de ucuz olunca para ile ne yapacaksın ki? Kira ucuz, şato gibi bir ev 220 liraya satılmış daha yeni. Para ile satın alacakların kısıtlıyken, harcayacak yer arar da bulamazken iyisi mi biriktirmek bari ufak ufak. Ben de habire çayları götürüyorum bu arada. Gözüm çocukların eline verdikleri krakerlerde. Tutuyorlar hissetmişçesine, atlıyorum ben de. Acıkmış ama hissetmemişim oturuna dek. Geçen hafta, zamanında bu bölgede hizmet vermiş fakat benim aradan zaman geçince mesleğini, varsa da rütbesini unuttuğum yüksek bir memur gelmiş, hep beraber halı sahada futbol maçı yapmışlar. Buraları çok sevdiğimden ziyarete geldim, gene gelirim diye söz vermiş bir de giderken. Geçen hafta gelmiş olsaydın buralar çok şenlikli idi dediler. Kaçırmışım, ne yapayım! Gene gelirim diyorum ben de. Geliyorum da gerçekten. Hem de ertesi gün. Şu yan ev diyorum. Yeni taşındılar oraya diyorlar. Burada bir kız vardı diyorum dört beş yaşlarında. Suriyeliler vardı diyorlar. Suriyeli imiş benim kız. Hiç unutmadım onu ve bana poz verişini. Şimdi kim bilir nerelerdedir?

Bahsettiğim üzere Abdullah Bey Konağı kapalı olduğundan Mehmet Tahir Ökmen’in Konağı’na gidiyorum. Yabancı uyruklu yardımcısı açıyor aşağıdan çaldığım kapısını. Çok kibar bir bey kendisi, görmüş geçirmiş. Ve bu konağın yaşayan son temsilcisi. Konağı ise Kültür Merkezi yapılması için İl Özel İdaresi’ne hibe etmiş. Anne babasının olduğu fotoğrafı gösteriyor sonra duvardaki. Yalan dünya diyor, bir zamanlar vardılar, şimdi kimse kalmadı diyor. Mehmet Bey’i çok iyi anlıyorum. Çünkü ben de çocuksuzum. Terekeni bırakacak kimse olmadığında, geçmiş daha önemli oluyor gelecektense. Kahvemi içiyorum, çikolatamı yanıma alıyorum. Suyunu da yanında götür dediğinde, bardak suyun çantama dökülebileceğini söylüyorum. Bunun üzerine şişe suyu veriyorlar yanıma. Alıp çıkıyorum ben de.

Atiye’nin Yeri bakkal dükkanının ismi. Atiye evde olduğundan, bu bakkal dükkanını, Midyat-Savur minibüslerini, karşıdaki hafriyat dükkanını da işleten ve ne yazık ki pek çok insanla karşılaşmaktan onun da ismini unuttuğum bakkalla oturuyoruz minibüsüm kalkana dek. Bir soda açıp getiriyor. Kızının tayini Bandırma’ya çıkınca, bir de torunu olunca görmeye gitmiş ama zor kaçmış apartman katından, karşı komşun dibinde, ayağını basacak toprak yok, her yer betondu diyerek. Savur’da olmaktan, Savur’lu olmaktan son derece memnun. Burada ölürüm artık diyor. Ben nerede öleceğimi bilemiyorum mesela. Kimi insanın rutin geçen hayatı değişmez kolay kolay, değişmesi hususunda bir olay cereyan etmediği gibi, kendileri de değiştirmek için gayret etmezler. Doğup büyürler bir yerde; ölür giderler aynı yerde. Benim ne öleceğim yer belli bundan böyle, ne de huzur bulabileceğim yer. Gelecek muğlak her şekilde.

20180418_163427-01

NOYANLAR VE ELİZ, MİDYAT : Midyat’ta Süryani esnaf çokken ve hazır gelmişken, mutfaklarından da tadarım diye düşünüyorum. Fakat çoğu lokanta kapanmış olduğundan, en nihayet Antik Cafe’ye doğru gidiyorum karakolun karşısında yer alan. İçeride hiç durmadan telefonla konuşan bir adam ve karşısında yaşını yüzünü göremediğimden kestiremediğim bir kadın var. Onlar kahvaltı ediyorlar. Bense Eliz ismindeki hanıma Süryani mutfağına ait yiyecek neler olduğunu soruyorum. Şam böreği ve içli köfte diyor. İçli köfte her yerde var, ben yağda kızartılan Şam böreğini sipariş ediyorum. Bu arada Süryani esnaf ve genel olarak tüm Süryaniler son derece kibarlar. Erkekleri centilmen, kadınları da nazik. Müşteri olarak, her şeyden önce bir insan olarak size çok normal davranıyorlar(ben ne esnaflar gördüm demeyeceğim, ama gördüm). Neden çünkü az ve azınlıktalar ve hem aile  hem de cemaatleri içinde iyi ve doğru düzgün terbiye alıyorlar. Hiç şımarık Süryani görmedim mesela. Gören gördüm desin. Diyemez; çünkü görmez, göremez. Nitekim Eliz nazikçe diğer masaya doğru gidip çay alır mısınız dediğinde, yerinde oturan bay hanzo koy diyor ayı ayı. Eliz bozuluyor ama belli etmiyor, ben bile bozuluyorum ve umuyorum sana koyarlar diyorum içimden. Böyle bu ülke. O yüzden nazik esnaf gördüğünde bile şaşırıyor insan bu doğru olamaz diye.

20180418_122312-01

20180418_130722-02

Bundan sonra aradığım hiçbir şey yok. Sadece fotoğraf çekmek gayretindeyim. Ara sokaklardan birinde sarı saçlı bir kızla karşılaşıyorum. Gelin sizi bizim yerimize götüreyim diyor ve bende her zamanki gibi takılıyorum peşine. Anneleri bahçeyle uğraşıyor dışarda. İki kız kardeşin işletmeciliğini yaptığı bir çeşit halk evi burası. Noyanlar Kültür Evi olarak geçiyor adı. Hanımlara kumaş boyama, dikiş nakış kısaca el işi dersleri veriliyor imiş. İçeride de bu el emeklerini sergiliyorlar. Aysel ve Ayşe Noyan kardeşler burası için didinmiş durmuşlar yıllar boyunca. Çevre baskısı yaşamışlar ama vaziyeti idare ederek bugünlere de gelebilmişler. İki gün boyunca gidiyorum yanlarına birkaç saatliğine de olsa. Her gittiğimde Ayşe’yi yemek yerken buluyorum. Mahçup oluyor her geldiğimde onu yemek yerken bulduğum için. Son derece zayıf olduğundan dünyaları yiyebilir. Sorun yok yani. Kursiyerlerde gelmeye başlıyorlar bir iki. İzmir’den tayini çıkmış gelmiş Ağrı’lı öğretmenin yine Ağrı’lı olan eşi, okulu bıraktığı halde içinde ukte barındırmayan güzeller güzeli Mardin’li bir taze. Bu sefer olmadı ama bir dahaki sefere Midyat’ta kalacağım. Savur ve Midyat benim kıymetlim. Özellikle Midyat’ta pek çok bacı tanıdım ve Doğu’da etrafında kadınlar olduğunda kendini daha bir güvende hissediyorsun her zaman bir kadın olarak.

20180418_105051-01-01

20180418_115503-01

T2 TRAINSPOTTING

IMG_0470

T2 TRAINSPOTTING :

“Özel tasarım iç çamaşırı seç. Ölmüş bir ilişkiye biraz hayat katmak adına beyhude bir çaba. El çantalarını seç. Yüksek topuklu ayakkabılar seç. Kendini mutlu gibi hissetmek için kaşmir ve ipek seç. Kendini camdan atan bir kadın tarafından Çin’de üretilmiş bir iphone seç ve Güney Asya’da bir mağazdan alınmış ceketinin cebinden çıkarma. Facebook’u, twitter’ı, snapchat’i, ınstagram’ı seç ve tanımadığın insanlara kin kusacak binbir türlü başka yol seç. Profilini güncellemeyi seç. Kahvaltı ettiğini dünyaya duyur ve birinin, bir yerlerde bunu umursadığını umut et. Eski sevgililerini aramayı seç. Onlar kadar kötü görünmediğine çaresizce inanmak için. İlk otuzbirinden son nefesine kadar her şeyini bloglardan paylaşmayı seç. İnsan ilişkisinin indirgendiği nokta dijital bir veriden fazlası değil. Estetik ameliyat olan ünlüler hakkında bilmediğin on şey seç. Kürtaj için bağırmayı seç. Tecavüz şakalarını, kadınlara laf atmayı eski sevgilini ifşa etmeyi seç ve bitmek tükenmek bilmeyen depresif kadın düşmanlığını. 11 eylül’ün hiç yaşanmadığını ve yaşandıysa, sorumluların Yahudiler olduğunu seç. Ne zaman biteceği belli olmayan mesaileri ve işe gitmek için iki saat yol gitmeyi seç ve çocukların için de aynısını ama daha kötüsünü seç. Kendi kendine belki onların başına gelmediğini telkin et. Sonra arkana yaslan ve acıyı, sikko bir mutfakta üretilen adı bilinmeyen bir uyuşturucudan bilinmeyen dozlarda alarak dindir. Tutulmayan sözü seç ve keşke başka türlü hareket etseydim de. Kendi hatalarından asla ders çıkarmamayı seç. Tarihin tekerrür edişini izlemeyi seç. Her zaman hayalini kurduğun şeye ulaşmak yerine ulaşabileceğin şeye ulaşmaya kendini yavaştan alıştırmayı seç. Aza kanaat et ve mutluymuş gibi yap. Hayal kırıklığını seç ve sevdiklerini kaybetmeyi seç. Onlar hayattan ayrılırlarken senin bir parçan da onlarla birlikte ölür. Ta ki bir gün parça parça hepsinin öldüğü güne kadar.  Ve senden ölü ya da diri denebilecek tek bir parça kalmayacak. Geleceğini seç Veronika. hayatı seç.” Seksenli yıllarda uyuşturucu karşıtı kampanyanın iyi niyetli sloganı

“Geldiğim yerde geçmiş unutulan bir şeydir. Ama burada herkes geçmişten konuşuyor.” Veronika

Gözümde canlanır koskoca mazi… Tamı tamına yirmi bir yıl geçmiş ilk filmi izleyişimin üzerinden. Mazi ondan canlanmakta gözümde koskocalığıyla. Acaba titrek sesli Gülden Karaböcek mi yoksa nispeten daha düz okuyan Ferdi Özbeğen’le mi canlanıyor en çok mazim? Cevap veriyorum: İkisi de değil. Bana nostalji yaşatan Danny Boyle ve ekibi oluyor. Neredeyse çeyrek yüzyıl sonra ekip bir kez daha eksiksiz olarak bir araya gelebilmiş. Hal böyle olunca, tıfıl delikanlılar büyümüş adam olmuşlar. Doksanların sonunda yirmilerinin başında olan izleyiciler ve ilk filmi izleyenler için nostaljik bir şölen vaat ediyor yeni film. İşte aradaki fark bu; eskisi ve yenisi. Film ekibi ve dönem seyircisi olarak bizler eskimiş oluyoruz. Yeniler ilk filmi sinemadan ziyade televizyonlarda izlemiş olanlar, bir de yeni film vizyona girince ikinciyi anlamak için ilkini izleyenler. Ama bir parça geçmişi anmanın kime ne zararı olabilir ki? Özellikle de biz eskiler için. Bu arada bu seri için sakın ola ikiden başlamayın, çünkü taşlar oturmayacaktır yerine. Karakterleri kovalayanlar birer hayalet değil, kendi gençliklerinde çünkü-çünki kulağa daha hoş geliyor sanki. Bir de genç Renton’ın Edinburgh(yazıldığı gibi okursanız, hele de memleketinde okursanız aval aval bakacaktır İskoçlar yüzünüze) sokaklarında tüm enerjisi ve sıska bacaklarıyla koştuğu sahneleri görmeniz lazım, mis gibi bir tuvalete daldığını hayal ettiği-adı üzerinde hayale beraber balıklama dalmanız lazım. Gençliğin, geçmişin, nispeten saflığın, uyuşturucunun  verdiği tüm güzel kafalara ortak olmanız lazım.

IMG_0467

IMG_0468

Film Renton’ı canlandıran Ewan McGregor’un koşu bandında son sürat koşarken geçmişi gözlerinin önünde, sanki delikanlılık dönemlerine dönmek istercesine kan ter içinde koşturduğu anlarla başlıyor. Dengesini yitirdiğindeyse kendini yerde buluyor. Ağır ağır çalan “Perfect Day” eşliğinde çocukluklarına gidiyoruz kahramanların. Zaten filmin sırtını dayadığı en büyük başarısı ara ara yad edilen ve peşimizi bırakmayan mazide yaşanmış anlar ve anılar oluyor. İlk filmin ağır toplarından ve en ağır İskoç aksanlı abimiz Begbie ise beyazlamış saçları ve bıyıklarıyla yirmi uzun yılını hapiste geçirdikten sonra, azaltılmış cezai sorumluluk savunması yapmayan yine İskoç aksanlı avukatına saldırmaktayken, akabindeyse çaresizlikten hapishanenin en salağına kendini şişletip hastaneden kaçma planlarıyla uğraşırken çıkıyor karşımıza. Harcanmış hayatı, bol miktarda öfkesi, oğlundan saçma sapan beklentileri ve iktidarsızlığıyla filmin en zayıf halkasını oluşturuyor yine de yazık ki. Ama Robert Carlyle her zamanki… Filmin en saf karakteri olan 15 yıl eroin bağımlısı olmuş agnostik Spud rolünde Ewan Bremner her gideceği yere bir saat geç kalmaktan ötürü kapının önüne koyula koyula en nihayet İngiliz yaz saati uygulamasının yürürlüğe girdiğini gecinden farkediyor. Bir de Sick Boy(Johnny Lee Miller) var limon kabuğu rengine boyadığı saçlarıyla. Halasından kaldığını söylediği barı işletiyor çok çok az müşterisiyle. Burjuvalaşmaya ayak uyduramadığından yakınsa da aynı düşkün hayatına devam ediyor. Öte yandan kız arkadaşını kullanarak gizli kameraya aldığı adamların tuhaf cinsel isteklerini şantaj unsuru olarak kullanıyor ek gelir olarak. Bu zaman zarfında hiç değişmemişsin dedikleri Renton, eroinden uzak durarak, cebinde de kaçırdığı bir sürü para ve kurduğu yeni hayatındaki Hollandalı eşiyle nispeten daha normal-her ne demekse normal-bir hayat yaşamış Edinburgh’dan uzakta. Peki tilki neden dönüp dolaşıp kürkçü dükkanına dönüyor? Renton 20 yıllık zaman zarfında hiç dönmediği ülkesine, şehrine, çocukluğunun geçtiği mahalleye, okul sırasını ve yaşam dilimini paylaştığı arkadaşlarının arasına, ailesini görmeye neden şimdi dönüyor? Üstelik ilk geldiğinde uğradığı baba evinde annesinin hiç acı çekmeden ölmüş olduğunu öğreniyor babasından. Kadın bir gün oğlunun döneceğini ummuş ve odasını olduğu gibi bırakmış. Renton dönüyor, çünkü yolunda gitmeyen şeyler var hayatında. Çünkü aksini söylese de çocukları olmamış karısıyla. Yakınlarda bir operasyon geçirmiş ve stent takılmış kalbine giden yollardan birine. Ayrıca evde de işler pek yolunda gitmiyor ve ikinci dönüşünde artık bir ailesi ve işi olmadığını da itiraf ediyor Sick Boy’a. Aldığı muhasebe kursu sayesinde, küçük bir firmada perakende sektörü için stok yönetimi yapmış bu zamana kadar. Sick Boy’dan kaçırmış olduğu parayı iade ediyor herşeye rağmen. Vicdanı yürürlüğe giriyor çünkü yıllar sonra. Üstelik 46 yaşında, hayatta tanıdık kimsesi kalmamış, evi barkı dağılmış bir adam sonuçta ve her ne olursa olsun serde dostluk var diyen arızalı Sick Boy bile iyi geliyor ona şimdiki hayatında. İntihar etmekten son anda kurtardığı Spud’ı iyi yola kanalize etmeye çalışıyor. Onu eroin harici bir başka şeye bağımlı hale getirmek için uğraşıyor. Kendi bağımlılığını yönlendirdiği şeyinse “kaçmak” olduğunu söylüyor. Her fırsatta geçmişi anan Renton, ondan kaçarak gelmiş bugünlere. Tüm zamanlar içiçe geçmiş aslında. Her kim gelir de benim hayatım çok değişti derse desin, inanmam tek bir sözüne bile. Değişen bir şey yok, daha çok paranın olması ya da az, daha büyük bir evde yaşıyor olman ya da küçük, hiçbiri değiştirmiyor hayatını. Sen yine aynı sensin. Daha çok okudun, daha çok gezdin… başka? Bir gün sen de dönüp dolaşıp kendi kürkçü dükkanına geleceksin. Şans olarak gördüğün bu dünyadan yaşlanarak gidiyor olmak bile, aslında başa dönmek demek ve muhtaç bir bebek oluyorsun tekrar. Başa dönüyorsun tekrar. Onca yıl hiç yaşanmamış gibi. Nitekim herkes özüne dönüyor filmde de, yani başlangıç noktalarına. Bazısı hiç ayrılmamış bile yaşadığı  mahallesinden. Kalanlarsa baba ocağına, mahallesine, Begbie bile 20 yılını geçirdiği hapishane günlerine dönüyor en nihayetinde. Tüm bunları kronolojik sıraya göre hatırlayıp yazmaksa Spud’a düşüyor. Filmin Irvine Welsh’i de Spud oluyor bir nevi. Renton’ın da en sevdiği arkadaşı olan Spud’lı sahneler filmin unutulmaz anlarını teşkil ediyor. Duvara akseden dev gölgesinden habersiz yaşıyor Spud. Hikayede ve hikayesiyle zayıf kalan Begbie’nin yanı sıra yeşil çoraplarıyla boks dersleri almaya başlarken kendini Raging Spud olarak hayal ederken, ringde tek yumrukla yere serilmesi de fazla zamanını almıyor. Ringlerden küskün değil de yakasını toparlayamaz ve bitik vaziyette ayrıldığındaysa, gençlikleri geçip gidiyor gözünün önünden Edinburgh’un hayaletlerle dolu gotik mimariye sahip arka sokaklarında iken. Sick Boy’un dediği gibi kendi geçmişlerini ziyaret eden birer turist onlar. Ben kendi adıma filmi izlerken kah güldüm eğlendim, kah genç kızlığım geldi aklıma. Bu ve daha pek çok nedenden ötürü T2’yi sevdim ama nasıl sevdim, bir bütün olarak değil de bana hüznü, umudu, kayıplarımla başa çıkmak için uğraştığım günleri, geçmişimi, dayanışmayı, Queen’i, Blondie’yi, Iggy Pop’u, kafa çekmenin-otlu ya da otsuz-güzelliğini şu ayık kafamla ayrı ayrı sahnelerle hatırlattığı ve barındırdığı tüm kargaşaya rağmen ruhumu yatıştırdığı için sevdim. Oooo Dannyboy…

IMG_0471

IMG_0469

Film eleştirilerini okuduğumda hep Trainspotting ile karşılaştırıldığını fark ediyorum yeni filmin. Ben de sürekli bunu yaptım itiraf etmem gerekirse ama neticede bu bir yeniden yapım değil, sadece yıllar sonra gelen ve kahramanların olgunluk dönemlerinde tekrar bir araya geldikleri bir devam filmi ve yönetmen Danny Boyle’un da bence Slumdog Millionaire’den ve birçok filmindense hem daha özel hem de daha özgün bir yere sahip ilk Trainspotting’e göndermeler ve referanslarla dolu bir filmi. Yirmilerindeki pervasız delikanlılarla, kırklarını devirdi devirecek karakterlerin fiziksel ve ruhsal olarak aynı kalması elbette mümkün değil. Gençliğin verdiği hercailiği yıllar sonra yansıtmak da mümkün değil. Bu ikinci filmse Danny Boyle’un çok çok iyi bir yönetmen olduğunu hatırlattı bana ve belki bir parça unutmuş olanlara. 1690 gecesinde yaşananlar kulağa anlamsız gelse de mezhep kavgasının her yerde yaşandığını, siyasi sınıfları dışında yüzüstü bırakılmış insanların hayata tutunmak, kırılan onurlarını onarmak, aidiyet hislerini pekiştirmek ve sosyalleşmek maksadıyla nasıl bir araya geldiklerini gördük bu sahnelerde. Renton sahne almak zorunda kaldığı gecede “Bütün Katolikler ölmüştü” sözlerini söylediğinde anlık bir suskunluğun ardından seyirciler arasında kopan kıyamet ve coşku komik olmakla beraber az sonra Renton ve Sick Boy tarafından tatlı tatlı soyulmalarını engelleyemeyecek ve ATM kartlarına verdikleri aynı rakamdan oluşan dört rakamlı şifreleri yüzünden iki defa yanacaklardı Protestan ve Kraliçe taraftarı beyler bayanlar.

IMG_0475

T2: TRAINSPOTTING

Uyarlandığı kitabın yazarı efsane İskoçlu yazar Irvine Welsh yine küçük bir rolde çıkıyor karşımıza. Meraklılarının dikkatinden kaçmayacaktır ama belirtmesem olmazdı. Bu da benim tarafımdan taslanmış bir ukalalık olsun size. Hala düşündüğüm ve gülümsdiğim anlar kaldı bana T2’den geriye. Hele Bulgar kızımız Veronika’nın bol aksiyonlu videosunu izleyen Renton’ın yüzü bence filmin en efsane sahnesiydi. Hiç yaşlanmasın sıfatlı Ewan McGregor muzip sahnelere yakışan bir isimdir, benden söylemesi. İskoç viskisi fena olmazdı doğrusu, tam da şimdi.

IMG_0472

IMG_0473

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑