THE HONOURABLE WOMAN

image

“Birkaç kişi mutluluğu bulabilsin diye birçokları acı çeker” FERNANDO PESSOA

“Seni kısacık bir an için bıraktım; ancak büyük bir merhametle geri toplayacağım.” TORA

“Masumu da suçluyla birlikte ortadan mı kaldıracaksın?” diye sorar Avraam; TORA

Eğer size (Uhud savaşında) bir yara değmişse, (Bedir harbinde) o topluma da benzeri bir yara dokunmuştu. O günler ki, biz onları insanlar arasında döndürür dururuz… Allah zalimleri sevmez.” AL-İ İMRAN SURESİ

Tüm bu alıntıları yapman şart mıydı, diziyle bağlantısı nedir diye soracak olursanız sekiz bölümlük BBC Dizisini izlerken ve izledikten hemen sonra ve halen daha kafamın içinde kuşlar gibi sıkışmış kalmış kanatlarını deli deli sağa sola çırpmakta(yön belirtmek zorunda mıydım?) olan çok da derin olmayan düşüncelerime birer cevap olabileceklerini umduğum için, biraz da duruma uyum sağladığı için kullandığımı belirtmekte fayda görüyorum. Noktayı koyduktan sonra da bu zevksiz ve keyifsiz başlangıç cümleme, dolayısıyla içerisinde çılgın bir kuş beslediğim koca kafesime pardon kafama katlanma gücü gösterdiğiniz için siz sayıca az okuyucuma da oturduğum yerden, tembel bir teşekkür gönderiyorum. Ama Pessoa’nın sözüne ekleyeceğim birkaç cümlem de yok değil. Çünkü birkaç kişinin bile mutlu olduğuna inanmıyorum bu dünyada. Birkaç mutlu ve kısa an var sadece. Bazıları için onlar da yok. Varsa bile anlamadan geçmiş o kıymetli anlar. Bir çeşit bilinçsizliğin kurbanı olmuşlar. Çook yazık olmuş o anlara.

Kutsal kitaplardan yapmış olduğum alıntılara gelince, hiç gelmemeyi yeğliyor ve aynı coğrafyanın farklı dönemlerde gönderilmiş kitaplarının ve nebilerinin ve onların günümüz temsilcilerinin ve körü körüne inananlarının ama en çok da Yaradanın şimşeklerini üzerime üzerime çekmek istemediğimden yorum yapmama hakkımı kullanıyorum. Gene de “merhametle toplama” kısmındaki sıfatla ilgili endişe ve sıkıntılarım devam etmekte. Roman neyse de, yoktan var ediyorsun neticesinde, çekilmiş bir dizi için birkaç kelam etmek isterken şu meşhur anot ve katotları çekmeyeyim hassas bünyemin üzerine. Hala kendi kendine tüm bu gevezeliklerin nedeni nedir ve diziyle ne alakası vardır diye sormayan kaldıysa eğer; bir teşekkür daha gönderebilirim kendilerine, tam da buradan, dünyanın merkezi olan popomun konumlandığı yerden, sırf yazdıklarımı okuma sabrını gösteriyorlar diye.

image

İsrail-Filistin mücadelesinin gölgesinde kah Ortadoğu’da, kah güneş batmaz Birleşik Krallık’ta suikastler, elçilikler, ajanlar, korumalar arasında ömürleri geçen yetim kardeşlerin küçüklüklerinde tanık oldukları suikast sonrası, özellikle kızkardeş Nessa’nın iyiniyetli bir barış elçisine dönüşüp, hassas dengeler üzerine kurulu kanlı coğrafyada bir umut ışığı olabilecekleri doğrultusundaki naif isteğinin ne kadar boş olduğunu, sadece paranın her zaman yeterli olmayacağını, kendilerinin dışında gelişen olaylar karşısında bir süre sonra nasıl da kolaylıkla harcanabilecek piyonlara dönüştüklerini izliyoruz bölüm bölüm. İşin içine elçilikler, dolayısıyla hükümetler ve onların kimin kimden olduğu kolay kolay anlaşılamayan ajanları da giriyor. Kimlikleri deşifre olan ajanlar, süratle infaz ediliyorlar. İşin Ortadoğu ayağına gelindiğinde ise ne kazanan var, ne de kaybeden. Toprakları işgal edilen, kendi ülkesinde mülteci konumuna düşen ve halen daha olayların başlangıcıyla ilgili bir şaşkınlık yaşayan öfkeli Filistinliler her şeylerini kaybetmelerinin acısını yaşıyorlar. İsrail tarafıysa hep huzursuz ve diken üzerinde. Dikenli tellerle çevrili aynı toprakların benzer insanları ezeli birer rakipler ve fırsat buldukça etmediklerini bırakmıyorlar birbirlerine. Sular durulmuyor ve durulacak gibi de gözükmüyor. Mesele Ortadoğu olduğunda, düşmanların yaptıklarındır dendiğinden, bir birey olarak kimse yaşananlardan sorumlu tutulmuyor; ama toplumun bireyleri olarak ele alındığında herkes sorumlu yaşananlardan. Tüm yakın komşular da buna dahil.

Bunca dramın ve öfkenin karakterler bazında dışa vurumuna gelirsek, ne zaman ki bir taraf diğerine iyiniyetle yaklaşsa, sonuç kendisinin ya da sevdiğinin mahvına yol açıyor diyebiliriz. Bir parça merhamet unutulmayacak acılar şeklinde geri dönüyor bir bumerangmışçasına. Bir şeyler eşelenmeye görsün, bombalar patlıyor, insanlar kıyma makinesinden geçiriliyor. Olaylar günümüz ve sekiz yıl öncesine dayandırılarak anlatılıyor. Kimse kendi kaderini belirleyemiyor. Hep bir üst mercii var, ülke menfaatleri doğrultusunda nazik dokunuşlarını sunmaktan çekinmeyen. Bir sır var biri İsrailli, diğeri Filistinli iki kadın arasında yıllarca özenle saklanmış olan. Maggie Gyllenhaal’in kontrollü ve ipeksi sesinden dökülen kelimelerle başlayan her bir bölümle beraber, sona doğru ilerledikçe tek tek tüm düğümler çözülüyor. Kasim’in bir tecavüz çocuğu olduğunu öğreniyoruz. Doğum imkansızlıklarla ve acıyla başlıyor ama her doğum gibi de, mucizesiyle birlikte geliyor. Çünkü birbirine düşman iki ülkenin insanlarının kanlarını taşıyacak Kasim. Her ne olursa olsun bir çocuğun masumiyeti örtbas ediyor hepsini. Gerçek hayatta pek sık karşımıza çıkmayan bir durum olarak, dizinin son bölümünde, bir sürü diğer dizilerde ve filmlerde olduğu üzere kurbanlarıyla yani mağdurlarla hesaplaşıyor mağduriyet halini yaratanlar. Nedenleri, sonuçlarıyla bir çeşit vicdan muhasebesi yapıyor taraflar ve bir kez daha anlıyoruz ki bir kazanan yok, ne ilk ne de son kez. Defalarca vurulmuş olan Filistinli Atika yerde uzanmış son duasını etmek varken, az sonra öleceğini bile bile “Vatanımdan defol git!” diye haykırıyor var gücüyle. Dünyanın göçmen yaptığı Arap kadının son sözleri oluyor bunlar. Dizi boyunca iki kardeşin de zaafı oluyor Atika. Nessa Stein, ikinci tecavüzden sonra bile onun ismini veriyor şifre olarak, ilk aklına gelen o olduğundan. İlk akla gelen isim olmanın önemini anımsatıyor ve gülümsetiyor kısa süreliğine bu hal. Ephra ile birlikte olduktan sonra Ephra, “Şalom” derken; Atika, “Selam” diyor ve Babil Kulesi geliyor akıllara. Ama yaşananları asla unutturmuyor sevgi sözcükleri.

İlk bölümde son derece başarılı ve ulaşılamaz görünen, aynı zamanda milyon dolarlık yatırımlar yapan bağışçı kuruluşlarının sözcülüğünü yapan ve yüksek sosyeteden oluşan hayırsever ve zengin çevreye hitap eden ailenin hayatına baktığımızda gördüğümüz gıptayla karışık hayranlık yerini yavaş yavaş acıma hissine bırakıyor. Korumalarla çevrili hayatlarında; sütüne havale edildikleri adamlara ve kadınlara güvenmenin mümkün olmadığı, dost ve düşmanın belli olmadığı, zaten pek dostun da olmadığı yaşantılarında hep arka kapılardan açılıyorlar bir tutam özgürlüğe. Nessa’nın dizi boyunca sıkışmış olduğu ve içinde var gücüyle çırpındığı kapan, arabanın arka koltuğundaki hüzünlü bakışlarına yansıyor mütemadiyen. İlk tanıştıklarında Atika’nın kullandığı arabanın ön koltuğunda özgür ve mutlu görünüyor sadece. Hayat henüz tam manasıyla üzerinden geçmemiş olduğundan ve gençliğin coşkusundan olsa gerek. Sürüklenircesine taşınıyor bir yerlere. İplerin kendi elinde olduğunu düşündüğü her anda çok fena duvara tosluyor. Kendilerini mahvedebileceğini düşündüğü sırlarını açık etmeden yaşamaya çalışıyor Nessa ve bu sırrın yarattığı bağımlılıktan Atika’ya duyduğu zaaf daha da büyüyor gün geçtikçe. Tüm kriz anlarını onunla aşıyor. Kanını emanet ettiği kadın onu darağacına götürse gidecek hale geliyor. Çünkü yakın korumaları hemen kendilerini ifşa ediyorlar ya da yok edilmek suretiyle öldürülüyorlar. Tek dostu, yegane sırdaşı oluyor Atika. İslami mahkemenin karşısında Atika’nın da onunla beraber gelmesi için yalvarıyor kadıya. Herkesin bir foyası, sakladığı sırları ve kendisinden beklediği yüksek menfaatleri varken, onca keşmekeşin içinde Atika’yı masum buluyor bile denebilir. Tecavüzüne ve doğumuna tanıklık ettiğinden, belki de kaderlerini benzettiğinden(ikisi de hem öksüz, hem yetim), sonunda ihanetini öğrense de çok zor kopuyor ondan. İnsan sırdaşını ve en yakın dostunu mu yoksa kardeşini mi kaybedince daha çok üzülür sorusu geliyor akıllara. Abisinin kendisine olan düşkünlüğü, Atika’da yok. Polisse tam bir fiyasko ve biçare. MI6, sırasıyla Mossad, Kidon, Hamas, Hizbullah ve FKÖ’den şüpheleniyor. Kimi zaman kendilerinden bile şüphe ettiklerinden şüphe eden adamlar bazen çaresizce televizyonlardan öğreniyorlar yaşananları herkesle beraber. Kadın ajanlarsa erkek egemen böylesi bir dünyada var olmanın sancısını atlatmışlar çoktan, sistemin acımasız birer parçasına dönüşmüşler kısa zamanda. Kadınlar pek fena. Kalpleri katılaşmış, terfi için, güç için, iktidar için yapmadıklarını bırakmıyorlar. Ama onlar da çuvallayabiliyor ve hayatlarıyla ödüyorlar bedelini.

image

image

BAZAROV vs SHERLOCK

“Beni unutacaksınız. Bir ölü, yaşayan birine arkadaş olamaz.” Babalar ve Oğullar

150px-Otsy1880[1]

Pekala da olur. Bir roman okursunuz, bir film izlersiniz ve karakterlerin arasından birini kendinize usta, arkadaş, dost, aşık olarak seçersiniz.. Kanınıza girer, sizinle yaşamaya başlar. Süresi size kalmıştır bundan sonra, ilişkinizin derinliğine ve beyninizde harcadığınız mesaiye bağlı olarak.

Umberto Eco, “Genç Bir Romancının İtirafları”nda; “Sevdiğimiz birinin öldüğünü gördüğümü gündüz düşünden uyandığımızda hayal ettiğimiz şeyin yalan olduğunu anlarız, “sevdiğim kişi hayatta ve sağlıklı” savını doğru kabul ederiz. Tersine, hayali sanrı sona erdiğinde -yani Paul Valery’nin “rüzgar şiddetleniyor, yaşamaya çalışmalıyız” diye yazdığı gibi, kendimiz birer kurmaca karektermişiz gibi davranmaktan vazgeçtiğimizde- Anna Karenina’nın intihar ettiğini, Oedipus’un babasını öldürdüğünü, Sherlock Holmes’un Baker Sokağı’nda oturduğunu doğru kabul etmeyi sürdürürüz.” der ve devam eder: “Bunun çok tuhaf bir tavır olduğunu itiraf ediyorum, ama sık sık olur. Gözyaşlarımızı akıttıktan sonra Tolstoy’un kitabını kapatır, şimdiye döneriz. Ama Anna Karenina’nın intihar ettiğine inanır, Heathcliff’le evlendiğini söyleyen biri çıkarsa onun aklını kaçırmış olduğunu düşünürüz. Değişken varlıklar olan bu sadık hayat arkadaşlarımız asla değişmezler ve sonsuza kadar kendi eylemlerinin sahibi olarak kalırlar. Eylemleri değiştirilemez olduğundan, onların bazı niteliklere sahip olduklarının ve belli bir tarzda davrandıklarının doğru olduğunu her zaman ileri sürebiliriz. Clark Kent Süperman’dir ve sonsuza kadar da öyle kalacaktır.”

—-.—-

Bazarov’un içine doğmuş olduğu roman olan “Babalar ve Oğullar” 1859 yılında Turgenyev tarafından kaleme alınmaya başlanmış ve üç yıl sonra yani 1862 yılında piyasaya sürülmüştür. Nihilizm konusunun işlendiği ilk roman olma özelliği taşımaktadır; nihilist bir roman değildir, içerisinde nihilist bir karakter barındırır. 1840’ların iyi niyetli, beceriksiz ve zayıf insanlarıyla, devrimci yeni nihilist gençlik arasındaki ahlaki çatışmayı sergiler. Roman, zamanının çoğu yazarı gibi çok sarih yazılmış, hiçbir şey okurun sezgilerine bırakılmamıştır. Bir şeyi akla düşürdükten sonra, sıkıcı bir şekilde ne olduğunu açıklamaya girişir Turgenyev. 1859 yılının mayıs ayında, Arkadi ve arkadaşı Bazarov babasının ve amcasının olduğu çiftliğe gelirler. Baba Kirsanov, oğlu Arkadi yokken, Feniçka adında bir köylü kızıyla yaşamaya baş­lamıştır. Kardeşi Pavel Pavloviç, muhafazakâr bir kişi olduğundan ağa­beyinin alt sınıftan biriyle evlenmesine karşı çıkmıştır. Bu yüz­den Nikolai, Feniçka ile metres hayatı yaşamaktadır. Nikolai, çevresine göre daha serbest görüşlü, kuralları önemsemeyen biridir. Bu yüzden, tüm kölelerini azat etmiştir. Geleneklere bağlı Pavel’le, nihilist Bazarov arasında sert tartışmalar yaşanır. Arkadi ise dostunun yeni-bulunmuş bilgeliğine erişme gayretinde olup, tamamiyle onun etkisi altındadır. Pavel, Feniçka’yı yani Kirsanov’un metresini kameriyede Bazarov’la öpüşürken görünce düelloya davet eder. Nihilist Bazarov ise bir başkasına karşılıksız aşık olur; kendisine karşı aynı hisleri beslemeyen, zengin, duygusuz ama serbest fikirli Anna Sergeyevna Odintsova’ya. Anne babasının taşradaki evine sığınıp çalışmalar yaparken tifüse yakalanır ve ölür. Arkasından anne babası dışında ağlayanının olduğunu ne yazık ki göremeyiz, neticede herkes kendi hayatına devam etmektedir. Ve Bazarov’un Arkadi’den ayrılırkenki öngörüsü doğru çıkmış olur böylelikle: “Bütün bütün ayrılıyoruz, bunu sen de biliyorsun.”

Bazarov’un Künyesi:

40231069[1]

Adı: Yevgeniy Vasilyiç Bazarov

Memleketi: Rusya

Gerçek Babası: Ivan Sergeyeviç Turgenyev

Baba adı: Nikolay Petroviç Kirsanov (emekli askeri doktor)

Anne adı: Arina Vlasyevna (ev hanımı)

Kardeşleri: Tek çocuk

Mesleği: Nihilist(Arkadi’nin kendisini tanıştırırken ifade ettiği üzere) ve Tıp fakültesine girmek için çalışan fen bilimleri öğrencisi aynı zamanda.

Doğum yeri ve yılı: Yirmilerini geçmiş. Burcunu bilemiyoruz. Hiçbir şeye inanmazken, aşkın kör kuyularına düştüğü göz önüne alındığında değişken ve dengesiz ruh hali ve seksist bir bakış açısı varken bir anda aşk kelebeği kesilip, duygularını ayan beyan ortaya döküşünden balık burcu olabileceğini düşünmekteyiz. Öte yandan dengesiz ve kibirli bir terazi de olabilir. Evcimen bir yengeç de. Parası tatlı bir akrep de. Neden evcimen; çünkü evden en çok uzaklaşıp gerisin geri döndüğü mesafe veranda ve kameriye arası, neden parası tatlı; üste başa para vermediğinden ve kitap boyunca bir kuruş para harcamayıp, zengin dula abayı yakışından(Rus edebiyatı üzerine ciddi bir takım yorumlar beklerken, farz edin ki Kelebek’in astroloji sayfasını açtınız ve gelecek hakkında bilgi verdiklerini söyleyen astrologlara inat Einstein çıkıyor karşınıza ve “yıldızlara bakarken aslında geleceğe değil, geçmişe bakıyor olursun.” diyor ama sizler o astroloji palavralarını okumaya devam edeceksiniz gelecekte de ve geçmişinizi geleceğinizmiş gibi yutturacaklar size) ve neden kibirli; çünkü nihilist ya da neden nihilist; çünkü kibirli ve aşırı gururlu.

En belirgin aksesuarı: Mikroskop

En sevdiği hayvan: Kurbağalar

En sevdiği insan: Anna Sergeyevna Odintsova

Düşmanları: Barışana dek Pavel Petroviç ve bizatihi kendisi

En yakın arkadaşı: Kendisine büyük bir sevgi duyan ve ona gıpta eden ezik bir karakter olan Arkadi.

Adresi: Arkadaşının ailesinin çiftliği ve ailesinin evi.

Doğduğu Yer: Babaevi

Öldüğü Yer: Babaevi

Yasını tutmakta olanlar: Sadece anne ve babası. Kısa süreliğine de okuyucu.

Katili: Turgenyev’dir. Bazarov’u dünya aleme nihilist olarak tanıtmış, sonra da yazgının kör buyruğuyla öldürmüştür. Kitabın sonsözünde de yazgı her şeyi, herkesi, hatta kitaptan taştığı gibi bizi bile ele geçirir.

Somut Ölüm Nedeni: Yakalandığı tifüs sonucu azar azar ölmek.

İnancı: Nihilist(Hiçbir şeye, hiç kimseye inanmamak demek, ne kurtarıcı beklerler ne kurtarılmayı, hiçbir otorite önünde eğilmezler, hiçbir prensibe inanmazlar, doğudan gelen de batıdan yükselen de birdir; bir dönem Sartre’da da vardı bu haller, Castor bozdu onu da).

Tanınmış nihilistler: Mersault, Raskolnikov, Ivan Karamazov(nam-ı diğer havaleli), Zerdüşt, Lao Tzu, Sean Penn(Maddy’den sonra bir süre karavanda yaşamıştı saçı başı dağıtıp), yakın birkaç arkadaşım.

Unutulmaz Sözü: “Bol bol çocuk yap. Daha iyi bir çağda dünyaya geldikleri için hepsi akıllı olur, senin benim gibi değil.” ==>Arkadi’ye söylemiştir.

Sherlock’un Künyesi:

Sherlock-PA[1]

Adı: Sherlock Holmes

Memleketi: Birleşik Krallık

Doğum Yeri / Yılı: Londra / 06.01.1854 (keçi burcu)

Baba Adı: Sir Arthur Ignatius Conan Doyle (doktor)

Kardeşleri: Bir ağbisi var; Mycroft (Microsoft değil)

Mesleği: Özel Dedektif

En Belirgin Aksesuarları: Mikroskop, Pipo, Asa

Hobileri: Keman çalmak, morfin yapmak, acıklı acıklı Watson’a bakmak

En Sevdiği Hayvan: Baskerville’lerin köpeği

En Sevdiği İnsan: Dr. John Watson

En Büyük Aşkı: Dr. John Watson

En Yakın Dostu: Dr. John Watson

En çok hırpaladığı insan: Dr. John Watson

Düşmanları: Liste uzun. “I will burn you.”= “Seni yakacağım.” diyen James Moriarty ve Hannibal’in büyük ağbisi ve Lumosity’nin kurucusu Charles Magnussen en bilinenleri.

İkameti: 221B Baker Street/ Londra, second floor

İnancı: Ateist, Tümdengelimci

Bilinen Hastalıkları: Asperger

Kendinden sonra gelen kriminal vakalarda suç mahallerinde vesilesiyle en fazla tekrarlanan sözü: “Bir şeyi saklamanın en iyi yolu onu herkesin görebileceği bir yere koymaktır.” Benim şu an kendimi koyduğum yer gibi.

Gelelim Umberto Eco’nun yukarıdaki sözlerine istinaden benim hangi Sherlock’u düşünerek Bazarov karakteriyle bir çeşit kıyaslamaya gittiğime; kitaptaki Sherlock mu yoksa 21. yy Londra’sında, Afganistan Savaşı’ndan-savaş yanlış kelime, ortada bir savaş değil saldırı var çünkü-yeni dönmüş Dr. John Watson’la oluşturdukları izleyiciye inceden inceye ama çok şık bir üslupla hissettirtilmeye çalışılan üzeri örtük ama doktorun ısrarla reddettiği ve fakat  hiç rahatsızlık duymadan sürdürebildiği aynı evde kendisine aşık bir adamla yaşamanın cüretkarlığını bizlere parmak ısırtacak bir gıptayla seyretmemize vesile olan diziye mi? Elbette ki ikincisi. Peki bu ikincisi hangisi? Sherlock Holmes mu, yoksa Holmes’u oynayan Benedict Cumberbatch mı? İşte orada işler biraz karışıyor sanıyorum ben hem elbiseyi taşıyan askıyı, hem elbisenin kendisini beğeniyorum ve bu aklımı korumama yardım ediyor. Kısmen. Ama yine de ikinci sezonun finalinde binanın tepesinden kendisini kuğu ve kuş karışımı bir nezaketle boşluğa bırakan Holmes’un ardından yüksek sesle “Ölmesinnn!” diyebiliyorum herkes içinde. Kırk tane bahane buluyorlar bana”Sen sevmezsin gökgözlü.” ya da “Fasulye sırığı gibi bir şey, nesini beğenmişim?” gibi. Bense kendilerini bulursam neler yapabileceklerimi gözden geçiriyorum tilki tilki. Ol dese Dr. Watson bile olabilirim, sorun yok. Ben deli miyim? Tam değil, aksi takdirde kendimi Sherlock’un yerine koyardım. Ama ben bizzat kendisini istediğimden hobbit olmayı kabul edebiliyorum. Sherlock, Benedict, askı, her neyse.. Ağzına geleni kuldan esirgemeyen,  kadınlara has o tatlı bakışa sahip, duygusal zekası hayli düşük, ailesiyle sorunlu, sosyopat, aseksüel, tümdengelimci, septik, yarı çatlak, latent gay.. ama ama belki ben de bir Molly Hooper’ımdır ve sen de tam benim tipimsindir, Sherlock. Olmasını istediğim.. Nazik, kibar, öngörülemez, korumacı, şefkatli, maceracı ruhlu, yaratıcı, sevimli, atak, zeki, tatlı deli, güzel bakan, güzel görünen, sevimli, sınırsız..

Cumberbatch ne anlama gelmekte acaba? Benedict çok soylu bir isim sanki. Topuklu giymem gerekecek. Ses tonu şiir gibi. Londra çok yağmurlu. Merkezde oturacağız, metroya da yakınız. Kapının önünden taksi var. Aksanımı kuvvetlendirmem gerek. Vizemi uzatmalıyım. Melez çocuklar daha güzel oluyorlar.  Diet yapmam gerek. Sadece Sherlock, Sherlock’tur. Bu isimde tanıdığım başka bir İngiliz ve  Sherlock yok. Robert Downey’in de adı buydu sanki. “Benedict, Sherlock’sa, Robert’ da Sherlock’sa; o zaman Benedict Robert’dır ve  bu tümdengelimci nihai sonuca bakıldığında ben çok şanslı oluyorum. Çünkü iki Sherlock sahibiyim bundan sonra. Sherlock’un kendisini de hesaba katarsak, üç.(Tanrım mantık Tanrım mantık, indir-yağdır-gönder, beynimin içinde Sherlock’lar geziyor sanki).

A woman, the woman..

TV Sherlock 4

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑