YUNANİSTAN, ÜÇÜNCÜ BÖLÜM : SİROS ADASI

 

20160606_182326

YUNANİSTAN, ÜÇÜNCÜ BÖLÜM : SİROS ADASI

Uzaktan daha, gemi limana yanaşmazdan önce farkını hissettiren bir adayla karşı karşıya olduğunuzu anlıyorsunuz. Delos Adası’nın  etrafında konumlanmış olup, onu çevreleyen Kiklad Adalarından biri olan Siros, Lady’lik ünvanını sonuna kadar hak ediyor tüm ihitişamıyla. Güney Ege sularındayız ve elegans Siros Adası’nın üzerindeyiz an itibariyle. Çok tuhaf doğrusu sulardan karaya çıkmak ve ziyaretçileri olarak kısa süreliğine de olsa o ada parçası üzerinde bulunmak. Hepsi başka başka karakterlere sahip adaları keşfetmekse ayrı bir keyif. Ve bu on üçüncü ada keşfe çıktığım Bozcaada ve Kıbrıs da dahil olmak üzere. Kıbrıs’la beraber on dört olacak. Son durağımsa Galapagos olacak. Bir gün. Darwin’in keşif adası benim jübilem olacak. Bir karşılaştırma yapmak istiyorum adalar arasında ama çok sağlıklı olmayacağını biliyorum. Çünkü her biri kendine özgü. Ama Siros en çok hangi adaya benziyor diye soracak olursanız eğer uzaktan sırtları Kalimnos’u andırmakla beraber, Simi’ye benziyor eteklerinde kurulmuş yerleşim yerleriyle. Bir tümseğinde Ortodoks Kilisesi, diğer tümseğinde Katolik Kilisesi yer alıyor. Çanlarıyla birbirlerine selam gönderdiklerini düşünüyor insan o yamaçtan öteki yamaca.

20160606_181938 (1)

20160606_193430

20160606_200435

20160606_200402

20160606_195016 (1)

Limanla merkez arası beş dakikalık yürüme mesafesinde. Bir Rodos ya da Girit değil mesela Siros. Onlar artık şehirleşmiş adalar. Yeryüzünde kapladığı alanla doğru orantılı olarak nüfusu arttıkça merkezden kopmalar başlıyor ve evler oluyor sana çok katlı apartman veya otel. Ne ara sokaklarında ne de sokaklarında kimse kimseyi tanımıyor esnaf haricinde. Değişimi insanlar yapıyor. Yerleşim olmazsa, insanlar ve binalar aynı kalıyor. Doku korunuyor. Hem insanların hem de mekanların bir dokusu var bizim ruh olarak tanımladığımız. İstila ruhu olmayınca ve turist de adı üzerinde turist olduğundan bir bakıp kaçıyorsa eğer ruhu çok yara almayabiliyor. Aksi takdirde yozlaşma başlıyor, tıpkı insanlarda olduğu gibi. Siros benim gördüğüm en temiz ada. Yerleri pırıl pırıl ve sanki her gün cilalanıyormuşçasına ayna gibi, jilet gibi. Adalarda su bir sorun teşkil etse de, çöp sorunu olmadığını biliyorum. Ama gıpta ediyorum gene de bunca temizliğe. Yerli halkı sadece dükkanlarında görmeniz mümkün. Sakız’daki gibi evlerinin önüne çıkmış oturmuş kadınları görmeniz nadiren gerçekleşen bir durum. Saatlerce gezdim adayı. Aksini ispat edecek gözlerimin şahitliğini sunamıyorum sizlere. Venedik olarak tabir edilen Vaporia daha çok Monaco’yu anımsatıyor. Köpeklerini yürüyüşe çıkarmış birkaç ada yerlisi, tek tük turist ve yine kirletiyor muyum acaba üzerine bastıkça dediğiniz ayna gibi yollarına parmak uçlarınızla basa basa dolaşıyorsunuz bu en nezih bölgesinde.Benim için öyle. Limanda görevli polisler bu bölgeyi görmem konusunda ısrar etmişlerdi sorduğumda. Denizin hemen önündeki ilk sıra evlerin aralarında karşınıza çıkan deniz manzaraları hoş enstantaneler sunuyorlar. Fotoğraf çekimi yapan kızlar var Antik Yunan kıyafetleri içinde. Tek renk onlardı görebildiğim. Bir de nefes nefese kalmış yaşlı köpeklerini gezdiren sportif insanlar vardı ara ara merhabalaştığım, yer yön yol sormaya çalıştığım. St. Nicholas Kilisesi biraz aşağıda kalıyor ve hem dinlenmek hem de içini gezmek için mola veriyorum nihayet. Adalar içinde beğendiğim bir kilise olarak kalacak aklımda. Yine her zamanki gibi bakımlı ve temiz.

Kime göre, neye göre? Elbette kişiye göre, ruh haline göre bir parça derinlik bulabildiğim ve hem ayaklarımı hem de zihnimi dinlendirebildiğim bir kilise olarak kalacak aklımda St. Nicholas. Başımı kaldırdığımda, kilisenin tam ortasında tavanında gördüğüm İsa figürü, unutulacak gibi değildi mesela. Bizim dinimizde putperestliğe girdiğinden resim, heykel yasak olduğundan ya hayal gücüne yahut yaratıcılığa ihtiyaç duyulsa da, gizem bir yana insan gözünde canlandırabilsin istiyor ki sonraki nesillere aktarabilsin hayal gücüne ihtiyaç duymadan. Dinde hoşgörü bu ve daha da bir sürü şeyi beraberinde getirirken, bizler öfke biriktiren bireylere dönüştük içten içe.

20160606_202402

 

20160606_185635

Ada’nın bir hizmeti de benim binmediğim otobüs seferlerinin olması. Nasıl yani diyeceksiniz, ben de size şöyle açıklayacağım: Sırf gevezelik olsun diye durakta beklemekte olan otobüsün içinde kalkış vaktine kadar vakit geçirmeye çalışan genç şoföre ne zaman kalkar, nereye götürür, götürülen yerde ne var ne yok gibi sorular soruyorum. Sabırlı-en önemlisi ve de sakin ve genç bir delikanlıydı kendisi. Buçuklarda kalkar, yukarıya götürür, bu saatte oralarda açık bir yer bulamazsınız, bulsanız da bana soracak olursanız bir şey yok, ben olsam gitmem gibi cevaplar veriyor. Aynı anda bembeyaz saçlarıyla emekli İngilizlere benzeyen Ada sakini bir adam geliyor yanımıza. Ne yapacaksın yukarıda, bir şey yok yukarıda diyor. Sonra da nereli olduğumu soruyor. Türklerle ve Kürtlerle Danimarka idi sanırım, orada işten arta kalan boş zamanlarında labut oynadığından bahsediyor. Çok iyi oynarmış. Çok kaynaşmışlar zamanında. Siros Adası’nda yer yol sormak için gittiğim durakta-Finlandiya’da da olabilir, Türklerle ve de Kürtlerle oynadığı labutu bana anlatma gereği duyan adamın karşıma tesadüfen ya da değil-biliyorum biliyorum tesadüf yoktu- çıkmasının nedenini düşünüyorum. Anlattığı şey çok mühim olmasa da bir nedeni var mıdır acaba diye soruyorum kendi kendime. Şimdiyse size. Önem nedir ki zaten? Her gün çok mühim insanlarla karşılaşıp, çok önemli şeylerden mi konuşur insan? Benim en azından çok sıradan bir hayatım var. Çok önemli işler yaptığım yok. İnsanların hayatını olumlu yönde değiştirmişliğim de yok. Dolayısıyla labutta atışları iyi olan ve bunu anlatma gereği duyan adamı önemseme gereği duyuyor ve ondan size bahsediyorum. İnanın çok daha sıkıcı ve sıradan şeyler anlatıyor insanlar birbirlerine. Geçim derdi, ahiret derdi-malum ramazan, sorunlar, istekler, akşam ne pişireceğim, sabah ne yiyeceğim, bazen de salondaki masa örtüsünün perdelerle uyumu gibi ipe sapa gelmez şeylerden bahsediyor insanlar birbirine. Evlilerde de durum benzer. Kadınlar mutfağa, erkekler salona geçiyorlar yemekten sonra ve başlıyorlar çocuklarından, kocalarından bahsetmeye. Sonra da sözleşmiş gibi, çiftler çiftini alıp evlerine dağılıyor. Biz kız kıza buluştuğumuzda mesela, olan, sevgilisini anlatıyor, olmayan hükumete atarlanıyor, sonra da olan ya da olmayan ortak bir şekilde hükumete atarlanıyor ve sırası geldikçe yapılan seyahatlerden, işten, güçten, dertten, belki bir filmden ya da kitaptan konuşuluyor. Herkesin kafası dağılıyor ve ayrılıyoruz akşam iyice çökünce.  Sevgilinle gittiğindeyse başka şeyler önem kazanıyor ve şimdi o önemli şeyleri size anlatacak halim yok. Siros’a dönmeli acilen. Konuyu dağıtmanın alemi yok. Dağıttım da daha da fazla dağıtmayayım istiyorum.

Her neyse.

20160606_195245 (1)

 

20160606_203315

20160606_193509

 

20160606_185121

Millano’daki La Scala’nın bir kopyası olarak tasarlanmış Apollon Tiyatrosu haziranın ortasına dek kapalı imiş. Öyle diyor kapının üzerindeki yazıda. Burası aynı zamanda Yunanistan’ın ilk opera binası imiş ama eskilerin dediği gibi “nasip” olmadığından; görmek kısmet olmuyor bu gelişte. Akşam iniyor yavaş yavaş. Uzaktan da yakından da ayrı bir görkeme sahip Belediye Binası’nın olduğu alana gidiyorum. Burada ister kafelerde oturun, isterseniz bu görkemli binanın basamaklarında oturup güvercin kovalayan neşe içindeki çocukları izleyin. Ya da benim gibi tanıdık bir yüz görmek için karanlığa karışın. Kim olabilir bu tanıdık yüz diyecek olursanız Finlandiya, Danimarka ya da ona benzer kuzey ülkelerinden birinde Türklerle ve Kürtlerle neşe içinde labut oynayan ama iyi oynayan adamla tekrar karşılaşıyoruz yolun ortasında. Ne yaptın, çıktın mı yukarıya diyor. Çıkmadım diyorum. Hava kararmak üzereydi, ben çok motivasyonsuzdum falan filan. Yine de teker teker ona neler yaşadığımı, nerelere gittiğimi anlatıyorum. Günlük ve bir günlük ve bir daha tekrarlanması imkansız günümü dinliyor usulca. İnsan bazen konuşma ihtiyacı duyuyor sanırım ve aklına ne gelirse özellikle de bir yabancıya daha kolay anlatıyor. Aynı durumda olduğumuzu hissediyorum. İnsan bazen sadece “konuşmak” ihtiyacı hissediyor. Sonra bu labutsever adamı yemeğiyle baş başa bırakıyorum. Ne yediğini umursamıyorum bile. Bu son karşılaşmamız oluyor.

Bir gün içerisinde Atina ve Siros’ta toplam 27139 adım atmışım. Hiç durmadan yürümüşüm sanki. Dur durak bilmeden, hiç oturmadan. Bazen çılgınca şeyler yapabiliyorum. Neden yaptığımı da bilmiyorum. Bilmek de istemiyorum. Kimseler de bilsin istemiyorum. Ama yazmaktan da kendimi alamıyorum.

 

YUNANİSTAN, İKİNCİ BÖLÜM : ATiNA

20160606_103718

YUNANİSTAN, İKİNCİ BÖLÜM : ATİNA

Gemi Yunanistan’ın üç limanından biri olan Lavrion’a yanaşıyor erkenden. İki saat arası olan Atina’ya ulaşmak başlı başına bir macera. Anılarımı tazelemek için gitmek istiyorum tekrar Atina’ya. Gemide pineklemek işime gelmiyor. Beş on dakika arası sürüyor gemiden inip taksi ve otobüslerin kalktığı durağa varmak. Saat sekizde kalkacak olan otobüsü bekliyorum kısa süreliğine. Marcopoulo aktarmalı otobüsle gerçekten de iki saat süren bir yolculuk sonucunda varıyorum Atina’ya. Pazartesi trafiği felaket olmakla beraber, o kadar da felaket değil aslında İstanbul’la karşılaştırıldığında. En ön koltuğa geçip insanları izlemeye koyuluyorum. İlk göze çarpan kilometreler boyunca istihdam sağlayacak tek bir fabrika olmayışı. Ekonomisi turizme dayalı bir ülkede hizmet sektöründe çalışmaktan başka çaresi kalmıyor nüfusun çoğunluğunun. Ekonomisi çökmüş, esasında batmış ama su yüzeyinde durmaya çalışan bir ülkenin devlet başkanı olan Çipras’la daha geçenlerde görüşen Putin bir çeşit Ortodoks ittifakı yapıyorlar gizliden gizliye ve de Erdoğan’a inat. Olansa bizim turizmimize ve turizmcilerimize oluyor. Bundan sonra tek Rus turist bulamayacağız ülkemize gelecek. Görmek ne kelime! Avrupa ülkeleri de elini ayağını çekmiş durumda. Yazık çok yazık. Bir sektör, çok önemli bir sektör feda edilmiş oluyor böylelikle. Zaten hoyrat davrandığımız turistler, tatlı tatlı turizm yapan Yunanistan’a gidecekler bundan sonra. Kim ister başında patlayan bombalar. Kim ister sonu belirsiz maceralar? Polisler parçalanırken, şehirler ve beraberinde bir tarih ve geçmiş yok edilirken, kim gider can güvenliğinin olmadığı bir ülkeye bu kadar hoşgörüsüzlüğün içine? Daha yeni yeni turizmcileri ve esnafı kurtarmak için bir takım tasarılarını gerçekleştirmeye, kanunlar çıkarmaya çalışıyor devlet. İşyerini kapatacak olan esnafa on ay boyunca işsizlik maaşı ödemek gibi parlak fikirler var ekonomi kurmaylarının kafasında. Onun yerine patlayan bombaları engelleseydin ya! Onun yerine böyle önemli bir sektörü bile bile göz göre göre tek kalemde harcamasaydın ya! Bu kadar çok çocuk isterken istihdam yaratan insanların ekmeğiyle oynamasaydın ya! Turizmi, sanatı bu kadar baltalayıp batırdıktan sonra aylık bin üç yüz liraya insanları köleleştirerek binmiş olduğumuz ve çoktan su almaya başlamış gemimizin bir gün batarken çok daha derinlere hep beraber çekileceğini görebilseydin ya! Etrafımızda havlayan bir sürü köpek biat etmeyenlere bu kadar havlarken aksi zor görünüyor zaten. İyisi mi köpekleştirmekmiş, dizlerinin üstüne çöktürmekmiş karakter fukarası bir millet yaratarak. Yazık, çok yazık oldu bu ülkeye. Bir girdabın içinde değersizliğe teslim olduk, hepimiz birey olarak değersizleştirildik.

Her neyse.

20160606_093137 (1)

20160606_094036

İnsanlar kafalarındaki kötü ve olumsuz düşüncelerden uzaklaşmak için düşerler ya yollara, benim kafam aksi istikamette çalışıyor her zamanki gibi ve ben nereye gidersem gideyim bırakmak bilmiyorlar beni sonsuz bir bağlılıkla. Dikkatimi arabaların içine vermeye çalışıyorum. Spor bir arabanın şoför yanındaki genç kız bacaklarını arabanın ön camına doğru kaldırmış tırnaklarını kesiyor. Bravo doğrusu. Hem rahatlığından, hem işlem maharet istediğinden, hem de medeni cesaretinden ötürü kutluyorum kendisini. Yanıma oturan siyahlar giymiş, kilolu hanıma Marcopoulo’yu ve bizim araç değiştirip değiştirmeyeceğimizi sormak için İngilizce biliyor musun diyorum. Noo diyor. Öylesine ve belki de iş olsun diye Türkçe biliyor musun diyorum. Sen Türk müsün diyor şaşkınlıkla. Evvet diyorum. Zoru zoruna benden yana dönüyor. Çok güzelsin nasıl Türksün diyor. İltifat mı ediyor anlayamıyorum. DHKP-C’nin kampının Lavrion’da olduğunu okumuştum. Çaprazımda benimle beraber otobüse binen çifte dönüp Türkmüş diyorum. Onlar da şaşkınlıkla Türkmüsünüz, çok Türk var mı burada diyorlar. Va-ar diyor kadın bizim oturduğumuz yerde. Garip garip Türkçe konuşuyoruz otobüste. O orada mı, şu şurada mı diye. Türkçeyi zor konuştuğundan her söylediğini anlamasam da dinliyorum kendisini. Zaten çok konuşmayı sevmiyor. Zaten tüm otobüs bizi dinliyor. Ama arayan oğluyla konuşuyor telefonda Türkçe. Sedat’tı galiba ismi ya da benim aklımda öyle kalmış. Dikkat et oğlum kendine dedi durdu kısık sesiyle. Sonra da indi bir durakta. Yerineyse Dimitris geldi bir anda. Orta yaşlı, temiz, bakımlı ve düzgün bir İngilizceye ve iki de diplomaya sahipmiş yakın zamana kadar finans sektöründe çalışmış olan Dimitris. Şimdiyse işsiz. Son derece de nazik. Beraber grev nedeniyle onda çalışmaya başlayacak olan metronun kapılarının açılmasını bekliyoruz. Bilet almam için bana yardımcı oluyor. Sonra da tek bir güvenlik görevlisinin bulunmadığı gişelerden geçiyoruz elimizi kolumuzu sallaya sallaya. Bizde olsa soran yok gören yok kim kime dum duma diyerek bilet alarak geçecek insan bulamayacakken, burada bu bir ahlak meselesi haline getirildiğinden herkes kurallara saygı gösteriyor ve her şey olması gerektiği gibi devam edebiliyor bu şekilde. Kafamın içinde, kendi kendine, aynen aynen, deli gibi, sürekli olarak Türkiye ve herhangi bir Avrupa ülkesi mukayesesi yapmanın bayat ideolojisini bir kitabın bölüm sonuna gelmiş gibi ayraçla ayırıyor ve kitabı kapatıp çantama atıyorum.

20160606_105545

20160606_102522 (2)

20160606_102625

20160606_111453

20160606_120230

20160606_112902

İki saat boyunca bir yerde oturmaya fırsat bulamadan sabah telaşını izliyorum Atina’nın, sokaklarını arşınlayarak. İzmir Kemeraltı’nı pek çok çağrıştıran Flea Market’inde kitapçıların açılışını izliyorum. Yeni açıyor dükkan sahipleri kepenklerini. Oradan Plaka’ya geçiyorum. Dükkanlar açılmış, açılmış olmasına da, insanlar daha kendilerine gelememişler sanki. Turist kafileleri tur rehberlerini dinliyorlar büyük bir ciddiyetle. Müzeler kapalı olmasına rağmen zorla bir müzeye çıkartma yapıyorum. Bildiğin çıkartma. Türklüğümü ispat etmem gerek ve bunu başarabilmenin yegane kapılarından birini zamansız zorlayarak yapıyorum. Kendimle gurur duymasam da tam duymuyorum da değilim. Sanırım. Hedefim Plaka’da önüme çıkan Yunan Folk Müzik Enstrümanları Müzesi. Kurbanlarımsa gişede çalışan ve telefonla konuşmayı seven bir beyle içeride bulunan bayan çalışan. Tatlılıkla uyguladığım dayatmalar ve binbir bahanem sayesinde bana zoru zoruna müzeyi ne yapacaksın şimdi, kapalı bütün müzeler pazartesi pazartesi dervesile bakan sıkılgan ve tombik adama baskı yaptırtıyorum genç kadın sayesinde. Onu çileden çıkartan sorular soruyorum hiç durmadan. İstiyorum ki pazartesi sendromunu benimle atlatsın ya da benim sayemde katmerlensin. Yok işte diyor, Türkiye’dekinin aynısı diyor. Tambur tambur, def tef… Ne istiyor bu kadın der gibi bakıyor bana. Bilgi ver bana diyorum. Ülkeme döndüğümde ilk senden duymuş olayım ve anlattığımda herkes şaşırsın ve etkilensin bahsettiklerimden. Yok yok diyor benden de ısrarlı bir şekilde. Kim bilir kaç senedir burada çalışıyor? Hayatından bezmiş bir memuru zıvanadan çıkartmak için başına gönderilmek beni nasıl memnun ediyor anlatamam. Sadizm aniden sarıyor yüreğimi.

20160606_112031.jpg

Bir gün ama ne gün bilmiyorum tüm yazdıklarım başka başka dillere çevrilecek ve insanlar beni Yunanca, Almanca okuyacaklar. Bu isteğim asla bitmedi. Bir gün gelecek ve beni daha çok okuyacak insanlar olacak. Daha çok okuyucu. Ve beni neden okuduklarını bilmeden okuyacaklar. Bende kibirle onlara şöyle sesleneceğim “Hey okuyucu, ne okursun benim yazdığım deli saçmalarını, git Proust oku, yani ben olsam öyle yapardım.” Ama sonradan da gizliden bundan zevk aldığımı göreceğim. Bir gün gelecek bütün bunlar gerçekleşecek. Gör bak. Proust’un yanına gittiğimde ona da anlatacağım tüm bunları ve sizler yitik zamanın peşinde gerçeği ararken, ben kütüphanelerde dolaşacağım sessizce. Güzel başlarınızın içindeki romanları okuyacağım. Canım kimi isterse onu okuyacağım. Ama önce seçilmişleri okuyacağım merak içerisinde.

20160606_110423

Dışarıdan mülayim-içlerini bilemem-bir çiftle anlaştığımız üzere metro istasyonunun önünde buluşuyoruz ortak taksi tutmak için. Onlar bu zaman zarfında ancak Akropolis’i gezebilmişler. En iyisini de yapmışlar. Burası demokrasinin doğduğu yer. Bir sürü çarşı gezebilirsiniz ama Akropolis, özellikle Parthenon yüzünden çok büyük önem arz etmektedir. İnsanı düşüncelere sevk eder. Monastiraki Meydanından başınızı yukarıya doğru kaldırdığınızda bir zamanlar yaşamış bir şehir, eteklerinde kurulmuş yeni şehre göz kırpar. Hayat çömezi der vakur eski şehir, eteklerinde doğanlara. İnsana da kendini aynen böyle hissettirtir. Hayat çömezi bir arsız olarak bakıyorum bende yukarılara. Sonra da çiftimizle beraber bindiğimiz takside öne geçiyorum hemen geveze şoförümüzün yanına. İtalyanlara benziyor kendisi ve onlar kadar çeneli. Erdoğan ve Çipras üzerine uzun uzun konuşuyor. Çipras, bize, yani halka ödetiyor borçları, çok tecrübesizdi diyor. Onun eski komünist olduğuna inanmıyor. Bilmiyorum diyorum bana ne yapsa doğru geliyor diyorum. Çok yakışıklı diyorum. Çok fena yerden giriyorum konuya biliyorum ama bizim badem bıyıklı politikacılarımızın yanında Çipras adeta bir prens. Bu konuda değişmez bir önyargıya sahibim. İyiniyetli buluyorum onu. Terbiyeli buluyorum. Hem de ateist ve dünyaya ve tüm yeryüzü tanrılarına meydan okur ateistler. Sert esen rüzgarlara karşı dururlar bu halleriyle. Benim dünya lideri aday adayım Çipras, gelin beraber son noktayı koyalım. Gelse bizi yönetse eski komünist, yeni ateist…hiç hayır demem Akdeniz’in incisine. Sonrasındaysa konu dönüp dolaşıp Erdoğan’a geliyor. İyi oyuncu ama özür dilemeyi bilmiyor diyor. O kadar ilgili politikamızla. Tarih okurum, roman okurum, düzenli gazete okurum diyor. Avrupa’da temel eğitimde bir fark olmadığından sonrasında ister aklını ister bedenini kullandığı bir iş yapsın insanlar, muhakemelerini kullanmak hususunda bir başka akla ihtiyaç duymuyorlar. Akıllı mantıklı bireyler olarak atılıyorlar hayata. Bizdeyse tam tersi. Eğitim politikaları fiyasko. Kimse ne yaptığını bilmiyor ya da çok iyi biliyor ve bile bile kurutuluyor fidanlar. Çürütüyor onları içten içe. Yazık ki ağaç yaşken eğiliyor. Yorgo’ysa bir yandan yüz seksenle bizi Lavrion’a yetiştirmeye çalışırken, bir yandan da eğer ben lider olsaydım hataları telafi etmek zorunda hissederdim kendimi diyor. Ve bunu da temsil ettiğim halkıma borçlu olduğumu unutmazdım diyor.. Temsilci, çoğunluğun sesiydi. Doğru. Biz bunları  çoktan unuttuk. Bırak temsili, bırak yaşamayı, nefes almaya çalışan yakın komşu sakinleri olarak endişe bulutlarımızı dağıtmakta aciziz başımızın üzerindeki. Ve o bulutlar bir indi mi… Seller götürecek her yeri.

YUNANİSTAN – 2: ATiNA

“Nereyi gezsem Yunanistan yaralar beni,
dağ perdeleri, takımadalar, çıplak granitler…” Yorgo Seferis

“Mayıs ayında solan
Çiçeklere soruyorum
Yanıtlarından anlaşılan
Sevmiyorsun sen beni” Dionisios Solomos

image image

PROLOG:

“Yazmak Üzerine(On Writing)”de Hemingway; “Bence temelde iki kişi için yazarsın. Öncelikle tamamen mükemmelleştirmek amacıyla kendin için, ki durum bu değilse ne ala sonra da okuma yazma bilsin bilmesin, hayatta olsun olmasın sevdiğin kadın için.” Yazar, kitabında aynı zamanda “Düzyazı mimarlıktır, dekorasyon değil.” diye de buyurmuştur. Bana gelirsek eğer, ismim Ernest değil, erkek değilim, savaş muhabirliği yapmadım, denizle, savaşla, silahlarla çok fazla haşır neşir olmadım, denizi yüzmek, savaş’ı kınamak, silahları ise amatörce atışlarda bulunmak(şarjörü yerleştirmem bile hiç kolay olmamıştı) için kullandım. Üçünün de içindeki ne derinliğin, ne de sığlığın çok fazla bilincindeyim. Deniz sonsuz, savaş anlamsız, silahsa ağır metal. Bir parça süsünse kimselere zararı olmadığını düşünenlerdenim. Duvarlarda birkaç Leonardo hiç fena olmayabilirdi, mesela. Mona tek bana baksaydı ya da “Son Yemek” salon masasının hemen solunda olsaydı, mesela. Girişler ücrete tabi olurdu o zaman. Ne derler? Ticaret olsun da..

Ve bir şey var ki; kendileri hemcinsim olmayabilir, aynı yüzyılda, aynı coğrafyada, aynı şartlarda yaşamış  olmayabiliriz; hiç fark etmez. “Hayatta olsun ya da olmasın, aynı şehirde olun ya da olmayın, aynı lisanı konuşun ya da konuşmayın sevdiğin için yazarsın”.

Ben hep öyle yaptım.

ATİNA:

Kalambaka’dan sabah kalkan 05:45 otobüsüyle Trikala’ya geliyorum. Bir başka otobüsle saat yedi’de Atina’ya doğru yola çıkıyoruz. Sekiz’e kadar hava aydınlanmak bilmiyor. Yollar bomboş. Bir kazaya rastlıyoruz. Eski bir kamyonet yoldan çıkmış ve yan yatmış. Şoförü olan yaşlı ve derbeder görünümlü adam şaşkınlıkla polise derdini anlatıyor, bir yandan da zararının ne kadar olduğunu çıkarmaya çalışırcasına gözlerini olası ekmek kapısından alamıyor sanki. Olay yerinden geçerken tutuk davranan şoförümüzse, ilk ışıklardan sonra hızlanıyor tekrar. Hayat devam ediyor kaldığı yerden, bir an için durmuş olsa da.

Yaklaşık altı saat süren bir yolculuk esnasında yeşil alanlardan, boş tarlalardan ve geçtiğimiz bakımsız köylerden başka bir şey yok görünürde. Tek bir fabrika yok yol boyunca. Turizme bel bağlamış bir ülke Yunanistan. Hiç yatırım yapılmamış. Dolayısıyla gençler Avrupa’ya kaçmışlar çaresizlikten ve işsizlikten. Tanışmış olduğum tüm emekliler ya bir başka ülkeden emekli idi ve parasızlıktan şikayetçiydi yahut Yunanistan’dan emekliydi ve parasızlıktan şikayetçiydi. Bunu da açık yüreklilikle dile getirebildiler. Yerli halk ise sürekli fiyatlarla uğraşıyordu. Halbuki Atina Avrupa’nın en cazip fiyatlara sahip başkentlerinden biri. Karşılaştırıldığında otel fiyatları, restoran menüleri ve ulaşım son derece makul düzeydeki fiyatlarla sunuluyor. Fakat insanların alım gücü çok düşük. Ne yaparlarsa yapsınlar düşük maaşlarıyla çarşıyla baş edemiyorlar. Adalar’la karşılaştırınca refah seviyesinin çok düşük olduğunu görüyorsunuz. Çünkü ticaret yapmayan, dükkanı olmayan, turizme yönelik çalışmayan, kurum ve kuruluşlarda da çalışmıyorsa eğer, şehirde hemen hemen hiç şansı yok gibi. Tüm bu olumsuzluklara rağmen, ortalıkta pek fazla polis yok ve asayiş sorunları minimum seviyede. Monastiraki’den, Plaka’ya doğru bir parça yol kat ettiğinizde yani Atina’nın en işlek ve popüler caddelerinin sokaklarında(ara sokaklar, kuytu köşeler değil kastettiğim) evsizler kendi evlerini kurmuşlar bile ve fakat kimselere zararları da yok. Pastanelerden aldıkları kumanyalar, gündüz saatlerinde durumlarının vehametini çoktan kabullenmiş oldukları belli olan vakur edaları ve sessiz tutumlarıyla uzattıkları naylon bardaklarının içlerine bırakılan bozukluklarla yaşamaya çalışıyorlar. Hepsi birer Yunan tragedya karakterlerine benziyor. Ya da evsiz barksız sokaklarda yata kalka böyle bir dönüşüm geçirmişler. Akşam hava kararıp da gecenin çökmesine yakın saatler geldiğinde sokağın nispeten kuytu köşelerinde hazırladıkları yataklarının içine iki kişi yan yatacak şekilde ayaklarındaki ayakkabıları, gözlerindeki gözlükleri çıkarıp giriveriyorlar. Sanki bizler onların yatak odalarına girmiş gibi kendimizi mahçup hissediyoruz(ben şahsen). Bu adamlar belki iyi eğitimler aldılar ve evlerinin kredisini ödeyebildikleri bir de işleri vardı zamanında, kim bilir?

Matt Barrett’a sorduğumda lokasyon, uygun fiyatlar ve güvenilirlik açısından Otel Attalos’u önermişti diğer tüm oteller bir tarafa. Metroya, Merkez’e, çarşıya yürüme mesafesinde altıncı katında minicik bir barı olan ve bir o kadar da minik bir resepsiyona sahip, güleryüzlü personelin ve müzminleşmiş otel sakinlerinin varlığıyla lüksten uzak, temiz bir sunum vaat eden odalarıyla müşterilerine tatillerini zehir etmeden huzur içinde geçirebildikleri bir otel Attalos ve özellikle konumu için şiddetle tavsiye edilir. Dünyanın her yerinden çeşitli ülkelerin sakinlerini de tatlı bir mütevazilikle karşılamaktalar her daim. Kimler yok ki sakinler arasında? Rahipler, rahibeler, gay’ler, öğrenciler, Ruslar, diğer Avrupa Birliği vatandaşları, Amerikalılar, Japonlar, Koreliler, Ben, Ioannis(Yannis diye okunmakta olup kendisinden yazımın ileriki bölümlerinde bahsedeceğim uzun uzun), bekar kızlar, bekar beyler.. Hepimiz altıncı katındaki barında oturduk durduk akşamlar boyunca bir parça tanışıklığın hatrına.

http://www.greektravel.com

image image

image image

image image

image image

Aynı gün gittiğim pardon çıktığım Akropolis’in giriş ücreti 12 euro. Akropolis ve Likavitos Dağı(Mount Lycabettus) en iyi iki Atina manzarası sunan noktalar ve uzaktan uzağa birbirlerine göz kırpmayı ihmal etmiyorlar. Likavitos, Parthenon’a bakıyor. Akropolis’se bu hüzünlü dağdan aldığı kuvvetle bekliyor sanki tüm Atina’yı. Akropol’ün genelinde yapılmakta olan restorasyon ve kazı çalışmalarından nasibini alan fotoğraf karelerinin her birinden çıkmış olan vinç askılarına rağmen vakur görünmekteler. Tevellütleri eski ne de olsa.

Şehrin içinde oradan oraya koşturmaktan yorulduğum bir anda Plaka’da, mis gibi bir güneşin altında tatlı bir kafede oturuyorum biramı yudumlayarak. Aslında susuzluğumu gidermek için içtiğim bira ve açlığımı bastırmak için söylediğim salata garsonun “Enjoy your meal(yemeğinin tadını çıkar!) tavsiyesiyle bir anda önem kazanıyor. Bugün buraya kadarmış diyorum. İkinci Heineken’imi söylerken buluyorum kendimi. Hayat bir an güzel görünür gözünüze, alkollü ya da alkolsüz, yalnız ve kalabalıkların ortasında. Bu o anlardan biri hiç kuşkusuz.

image image

image image

image image

Roma’dakiler kadar güzel olmasa da Monastiraki’den aldığım dondurmayı otel yolum boyunca bitirmeye çabalıyorum. Hepi topu iki top bitmek bilmiyor. Dondurmamla olan sevgi dolu ilişkimin arasına giriyor Ionnis(Yannis). “Arkadaş, ben gavur diyor.” Eskiler çok kullanırdı bu kelimeyi. Ionnis buralı ama Belçika’dan emekli. Ve ’33 doğumlu. Çok çapkın. Babamdan yaşlısınız diyorum. Dilimi tutamıyorum. Kalbini kırmışım. Öyle söylüyor. Ama hemen de unutuyor. Otelde kalan herkesle ve bekar tüm kadınlarla arası çok çok iyi. Kim hangi memlekettense derhal o lisana geçiyor. Benim ve barmen kızın şaşkın bakışları altında beş dakikalığına bizi bırakıp derhal onların yanına gidip tatlı tatlı kur yapıyor. Geri döndüğünde ise benim kırılmış olabileceğimi düşünerek “Benim tipim aslında sensin” gibisinden bir şeyler söylüyor. Ionnis’in enerjisi bende olmadığından oturduğum yerden sakin sakin onun kovalamaya ve yakalamaya çalıştığı hayatının peşinden koşuşturmasını izliyorum. Nazik ve bonkör. “Keşke 20 yaş genç olsaydınız.” diyorum. Hoşuna gidiyor. Kekini yiyor ve Lipton çayını içiyor yanımda. Barın tek ilgi odağı o. Çılgınlar gibi anlatıyor. Anlattıklarını burada yazmam imkansız. Üç gezi, üç de anı yazısı çıkar anlattıklarından. Bekar olmama bir sürü anlam yüklüyor kendince. Midilli Adası’na gittim mi hiç, Ada’nın ismi nereden geliyor biliyor muyum acaba, erkek mi sevmiyorum acaba, gizli bir kocam, bir sürü çocuğum ya da gizli bir sürü kocam ve bir tane çocuğum mu var geride bıraktığım. Bir limanda bir elinde mendil kucağında bir çocukla gözleri yaşlı orta yaşlı ve kasketli bir adam hayal ediyorum ama kendi hayal gücüme bile inandırıcı gelmiyor. Herşeye rağmen Ionnis(Yannis) Türk olsaydı ve biz Türkiye’de olsaydık-Yahya olsaydı ismi mesela; kendisini ellerimle boğabilirdim. Türkiye’de bir hırtlık gelir ya, insanın üzerine hiç(!) sebepsiz, Ionnis’e dayanıyorum ben de bir şekilde. Bar taburesinin hafifliğinden midir yüksek tolerans gösteriyorum kendisine kanımın son damlasına kadar, hiç bilemiyorum.  “Yok değilim, koca yok, ne çocuğu, en çok Patmos’u sevdim, dini içerikli adalar tercihim” gibisinden cevaplar veriyorum(kendime de şaşmıyor değilim). Onun için esrarengiz bir şey oldum kaldım koskoca Atina’da. Ne yaparsın Arkadaş?

BİR SONRAKİ GÜN VE ESMEKTE OLAN TSiPRAS RÜZGARI:

Öncelikle tatlı esen bir rüzgar bu ve batı komşumuz tarafından hafif hafif bize de sirayet etmekte etkileri ister istemez. Az sonra madde madde sıralayacağım gezmiş ve hem hoş görmüş hem de hoş bulmuş olduğum ören yeri ve müze ziyaretlerimi şimdilik bir kenara bırakıp, şehir turunda hoş bir tesadüf olarak karşıma çıkan Tsipras’dan bahsedeceğim bir parça. Söyledikleri kadar varmış ve kendisi Atina’da son derece mütevazi bir bölgede yaşıyor. Hiçbir olağanüstü tarafı yok yaşadığı yerin. Apartmanının önünde bekleşen gazeteciler hareketlenip, koşarak kapısına yığılınca ancak anlayabiliyorum neler olduğunu. Sanıyorum Tsipras seçilmiş. Pırıl pırıl, aydınlık bir yüzü var. Ne kibir, ne politikacı sahtekarlığı, ne maske, ne rol; neyse o. Hala daha aklımda olansa temiz yüzü, aydınlık profili. Birkaç saniye boyunca ama net olarak görerek elde ettiğim izlenimlerdi bunlar. Obama, Erdoğan, Sarkozy hepsi seçilmiş ki en tepede bu adamlar dediğinizi duyar gibi olsam da, yanılmaktasınız bence çok fena. Tsipras’daki çok başka bir şeydi. Korunmuş bir seçilmişlik bahsettiğim ve varolan düzeni korumak ya da beter etmek yahut halkı heder etmek için değil de, halkının makus kaderini değiştirecek umudu taşıyan bir yüzü vardı sanki. Umarım yanılmam. Hiç böyle güzel bir adamı politikacı olarak hele de başbakan olarak hayal edemiyor insan.

Başbakanlık iyi bir kariyer olarak düşünülse de, öyle kolay değil. Former Prime Minister yani tekaüt olmuş emekli bir başbakan olarak başka bir iş bulmak hiç kolay olmayabilir mesela. Durduk yere karşıt görüşte bir sürü öfkeli kalabalığın tek muhatabı  haline gelebiliyorsun. Okyanus aşırı ya da değil havarilerini iyi seçmiş olmalısın. Ekonomi, içtihat, milisler, komşular hep senden sorulacak. Üstüne üstlük herkes çapkınken ve büyük kısmı fiilen bunu gerçekleştirirken çatır çatır, sen yapınca olay/kabahat(bkz. Clinton, bkz. Hollande, bkz. Beyonce) olacak.

image image

Gelelim halkın düşüncelerine. Koyu Ortodoks’lardan benim konuştuklarım, eşcinsel evliliklere olumlu bakmasından pek hoşlanmasa da, ekonomi konusunda çok umutlular kendisinden. Yunan gay’ler eşcinsel evliliğe karşı olmadığı için kendisini desteklemekle beraber, eşcinsel çiftlerin çocuk sahibi olması konusunda olumsuz-kararsız da diyebiliriz- düşündüğü için bir parça da kızgınlar ama ekonomi konusunda onlar da çok umutlular. İki radikal sayılabilecek uçtan örnek vermek istedim. Çünkü bundan sonra İncil’e el basarak yemin etmeyi reddeden ateist ve komünist ve evlenmeden bir birliktelik yaşadığı kadından( yüksek özgüven sahibi Peristas) iki çocuk sahibi olan kırk bir yaşındaki bir parça asi başbakan hususunda farklı kanılar var haliyle. Tsipras mümin ve orta yaş üzeri Ortodoks’ların pek tipi değil ama ekonomileri.. Derler ya ticaret olsun da.. Bir sürü borç yükü altında ezilen, kredi borçlarını ödeyemeyen, sanayisizlikten iş bulma imkanı da olmayan halk, gençleri için her şeye razı aslında. Ateist, komünist, yeter ki kurtarsın bizi diye bakıyorlar olaya. Önce mantık konuşuyor ister istemez Avrupa’da. Etnik sorunlarda da hassasiyet var. İskender’in şimdiki Makedonya sınırları içinde doğmuş olmasına rağmen Yunan asıllı olduğunu söylüyorlar. Eski hükümetin vetolarına rağmen en nihayet Avrupa Birliği üyesi olabilmiş Makedonya ise bayrağıyla, ismiyle hep sorun teşkil etmiş komşusu için. Gizli milliyetçilikleri bir anda ortalığa dökülebiliyor. Dindar kesimden bana “İsa’ya inanıyor, onu seviyor musun?” diye sorduklarında, “Evet” diye karşılık verdim. Sonra Tanrı’ya inanıp inanmadığımı da öğrendiler merakla(ona da evet dedim) Nihayet bütün hislerini dürüstlükle serdiler ortaya. Burada bir parça saflık vardı ve beni rahatsız etmedi tavırları. Allah var mı? Var. İsa var mı? Var. Tamam o zaman, seniniz. Ben Işid’den sonra Müslümanlık’tan(Kur’an’dan bahsetmiyorum) ve Müslüman’lardan soğumuşum zaten. Bizdeyse benzer tohumlar Madımak’la atılmıştı Sivas ellerinde çook önceden.

Merkel’in ikinci Thatcher olduğunu söylüyorlar. Onları tam bir Avrupalı olarak görmüyormuş, Asya’ya daha yakınmışlar. Yani bize. Bizse Ortadoğu’ya. Turizm için gerektiği kadarı haricinde İngilizce öğrenmeye karşılar. İngilizler’i kibirli, Amerika’yı uzak durulması gereken bir oluşum olarak betimliyorlar. Ama New York’la ilgili bir örnek verdiğimde gözlerinde gördüğüm ani pırıltıyla eş zamanlı olarak “Hiç gittin mi?” sorusu taçlandırıyor anımızı. Amerika’da insanların kanını tutuşturan bir şey var sanki. Herkes bir farklılık yaratmak peşinde ve Amerika’da bulunmuş olmak bile ayrıcalık gibi geliyor.

Yunanistan’ın on tane zengini olduğunu, tüm paranın onlarda olduğunu, bunun dışında kalan halkın aşağı yukarı aynı durumda olduğunu-yani parasız-söylüyor birisi. Aşağıdaki link ufak çapta bir fikir verecektir bu kimseler hakkında. Parasızlık ve alım güçlerinin düşük olduğunu dillendirmenin bir marifet yahut meziyet ya da ajitasyon amaçlı olarak kullanmadığını bildiğim Yunan halkını ve sade yaşantılarını birkaç orta üstü mağaza dışında bizim alışık olduğumuz türde on sekiz bin katlı alışveriş merkezine bir kez bile rastlamayışımdan anlıyorum. Çok lüks arabalar da yok. Bizdeki pırnakıl türemiş zenginler hiç yok. Türkiye’de çökmeden, batmadan vaziyeti idare ediyor yahut günü kurtarıyoruz. Borcu borçla, olmadı kredi kartlarıyla, faizleri şimdi şimdi düşen tüketici kredileriyle kapatmaya çalışıyoruz. Bizim durumumuz parlak mıdır? Tartışılır. Sarayın borcu, mebus zamları, eski dost düşman oldu dolar euro uçtu gibi bir takım ek masraflara her gün bir yenisi ekleniyor haliyle. Ama artık kimseler bilmez oldu bizi bu noktalara hangi hatalarımızın getirdiğini ve üzerine konuşmaz olduk dertlerimize yenilerini eklememek için.

http://www.businessinsider.com/the-wealthiest-greeks-2010-5?op=1

ATİNA’DA BİR GÜN DAHA:

Plaka, Gazi, Ernou ve Kolonaki caddelerini iyice içinize sindirmeden, her yolun ya Monastiraki ya da Syntagma Meydanı’na çıktığını idrak etmeden, Flea Market(bit pazarı)’inin içindeki sağlı sollu dükkanlarını, ilerisindeki ikinci el kitapçıları, Hindistan mutfağının da içinde bulunduğu dünya mutfaklarının olduğu restoranları bir kez olsun şenlendirmeden, Akropolis’i ve Müzesi’ni gezmeden, beyaz külotlu çorap ve uçları ponponlu ayakkabılarını giyip her saat başı nöbet değişimi yapan Efsun askerlerinin görev bilinciyle gerçekleştirdikleri ritüellerini görmeden, Zappeton’un içine göz atmadan ve gelmişken yakınındaki Milli Park’ında tertemiz havayı ciğerlerinize çekmeden, Parlamento binasının içindeki kütüphaneye(pasaport yeterli) -Pera’nınki gibi bir asansörü var- çıkmadan(akademik çalışma için yetersiz kaynakları var, çoğu da Yunanca), Yunanistan’ın ilk başkenti Nafplion/Mora’ya küçük bir seyahat organize etmeden, halkıyla, esnafıyla durum değerlendirmesi yapmadan ve konuştuğunuz her insanın ya Ada’lardan yahut İstanbul’dan nostaljik bir anısını dinlemeden dönmemenizi etmekteyim tavsiye, şiddetle.

20150129_174106

image

image

image
Ioannis(Yannis) balığını yemiş olarak geliyor bara ve çayını yudumluyor günlük kekiyle beraber. Vanilyalı iki dilim kek her gün bu saatlerde hiç aksatmadan tükettiği. Yarın gideceğimi söylüyorum. “Ne yapayım, yarın on kadınla gelirim buraya.” diyor gülerek. Beni özleyeceğini düşünüyorum çok fena. “Atina’daki tek dostumsun.” diyorum. Hoşuna gidiyor. Sağdan soldan konuşuyoruz birkaç saat. Sayısız defalar beni çileden çıkartıyor. Bense misilleme olarak sayısız defalar onun kalbini kırıyorum. Böylelikle ödeşiyoruz. Atina’daki tek dostumu özleyeceğim. Başımı çok şişiriyordu, susmak nedir bilmiyordu ama kendimi yanında hep güvende hissettim. Elimde değildi ve hisler insanın elinde olan şeyler değiller. Bir güç onları içinize koyuveriyor bir anda.

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑