WALLANDER, DÖRDÜNCÜ SEZON

05FA7E04-7E0C-48C1-B021-28E7AD68E82F

WALLANDER, DÖRDÜNCÜ SEZON :

“Karlis bir keresinde insanların öldürmelerinin tek sebebinin aşk olduğunu söylemişti. Bu sadece sevdiklerini halletmelerinin bir yolu.” Baiba

“Gerçek çoğu zaman suratına bakar.”

Her sezonu üç bölümden oluşan dizinin son sezonunu iki yıllık bir gecikmeyle nihayetlendirmiş bulunmaktayım. Bu bağlılık-dikkat ederseniz bağımlılık demiyorum- nereden geliyor diye soracak olursanız eğer, Henning Mankell’in kalemine, Kenneth Branagh’nın aktörlüğüne, Wallander’ın alkolik ve melankolik içtenliğine ek olarak, 2008’de yayınlanmış olan ilk bölümünün ardından geçen sürenin yaklaşık on yıllık bir zaman dilimini kapsıyor oluşu ve bu zaman dilimi boyunca henüz benim için bile esrarını koruyan ama yaşamış olduğum bazı paralel olaylar. Belirtiyor fakat geçiştiriyorum, vuruyor ama kaçıyorum, farkındayım. İçtenlikli ikiyüzlülüğümü mazur görünüz. Artık bile bile işliyorum bütün kabahatlerimi. Yani bilerek kıracağım kalpleri, bilerek can yakacağım bundan böyle. En güzeli böyle. Wallander’sa olgunlaştıkça naifleşti. Paralellik bunun neresinde diyeceksiniz, dedim ya siz bilmeyeceksiniz. Ölünce öğrenirsiniz belki, belki kıymeti olur ruh ruh gezerken, belki de hoş ama boş bir tını olacağım ben de sizler için. Kim bilir? Dizinin son dakikalarında tıpkı babası gibi Alzheimer’la mücadele eden Wallander birleştiremediği, hatırlayamadığı anılarından ötürü seneler önce ölmüş olan babasına ne yapacağını sorduğunda, baba Wallander bir başkasının onun yerine hatırlayacağını söylemişti. Bir süre sonra belki de bir daha hiç hatırlamayacağı kızı ve torunu yanına yaklaşmıştı. Neyse ki yeryüzünde ondan geriye Wallander’ın bir hatırlayanı, bir ananı kaldığını hatırlatıyor bu anlar. Onun, bu çağın korkunç bir cezası olan illetiyle mücadelesi ise damgasını vuracaktı böylelikle dördüncü sezonuyla final yapan diziye.

889D2884-5D85-4B42-9033-CAE4F47740A8

Sezonun ilk bölümü İsveç’ten çok çok uzakta, Afrika kıtasında geçiyor. Kuzey’in isli puslu soğuk havası, yerini güneşli günlere bırakmış. Teknolojinin eseri olan uzağı yakın etme marifeti sayesinde kızı Linda ile bilgisayar aracılığı ile konuşuyorlar. Rollerin iyice değişmiş olduğunu görüyoruz; kızı ebeveyniymişçesine konuşuyor ve yol gösteriyor ona. Ne yapması, nasıl davranması gerektiği konusunda öğütler veriyor teker teker. Wallander’sa yakın tarihli konuşmasına hazırlanırken, bir yandan da inanç temelli bir program için Cape Town’da bulunan İsveçli karı kocadan, kayıp olan kadını bulması için yerel polisin ricasını kırmayarak davayı üstleniyor ve görevine, basından medet uman kocayı susması hususunda ikna etmekle başlıyor ilk önce. Aynı zamanda şüpheli durumda olan adam burada olmanın inancını zorlayacağını düşündüğünü ama bunun beklemediği bir şekilde meydana gelmesinden ötürü duyduğu umutsuzlukla karışık şaşkınlığı dile getiriyor ona. Kaybın aranması esnasında Cape Town’ın en fazla teneke ev barındıran evlerinin bulunduğu Khayelitsha adlı bölgesine gidiyor Wallander. Suç oranının çok yüksek olduğu bu bölge aynı zamanda Cape Town’da ikamet eden işsizlerin yarısını barındırmakta ve etrafa bir de Kuzeyli pardon BBC bakışı fırlatıyoruz bizler de, sayelerinde. Bu bölümün ana teması siyasal yozlaşma olduğu kadar bireyin içinde bulunduğu zor ve bıktırıcı ve suça meyledici yaşam şartları arasından kendi iradesiyle kurtulup kurtulamayacağı ve zor zamanlarda aklını, vicdanını kullanmak suretiyle kendi tercihini iyiden, doğrudan yana yapıp yapamayacağı. Bölüm ismi olan Beyaz Aslan aynı zamanda umudun simgesi imiş ve Afrika için, tüm bu yoksul insanlar için bir umut olacak mı sorusu ekseninde, aslında savaşın Beyaz Adam’la Siyahlar arasında değil de, güçlüyle güçsüz, zenginle fakir, iyiyle kötü arasında olduğunu göstermek gayretine düşüyor dizi sonsuz bir gayretle. Doğrudur ama özünde ne kadar doğru olduğu tartışılır. Sömürünün yolu acılarla dolu engin tarihine girecek olursak çıkamayacağımız için tekrar diziye odaklanıyoruz biz de. İlk bölümün sonlarına doğru Wallander’ın ufuktaki hastalığına dair ilk ipuçları filizlenmeye başlıyor. Bu bölümün can alıcı yeri bölüm sonunda Wallander’ın en nihayet konuşmasını yapmak üzere çıktığı kürsüde tüm klişelerden kaçınarak kurduğu cümlelerde son zamanlarda tanıştığı Viktor Mabasha ve onun değiştiremediği kaderi üzerine kurduğu cümleler oluyor: “Fark yaratıyor muyuz? Olabilir. Ara sıra. Fazla değil. Tek bildiğim şey, denemeyi asla bırakmamalıyız ve bunu her küçük şeyde hatırlamalıyız.”

0B230E4B-049D-4B26-AEEB-19A6EDBE0607

139EBC29-BC30-4B39-B461-1190AE6F117D

Ystad’a döndüğümüz ikinci bölümün başlangıcında Wallander’ın motosikletli gençler tarafından uğradığı darp, ilk bölümde sağlığına dair yaşadığımız kırılmaları bir ileri noktaya taşıyor. Olaylar onu babasının yedi sene önce öldüğü huzurevine gitmek mecburiyetinde bırakıyor ve hastalığının belirtileri iyice netleşiyor. Bütün sezonlar boyunca en çok darp edildiği, hırpalandığı, kısacası en talihsiz bölüm oluyor Wallander açısından. Beyaz peynir gibi teni, beyazlaşmış saçları, gömleğinin içinden hiç çıkarmadığı bembeyaz fanilalarıyla pek bir savunmasız görünüyor hey gidinin Wallander’ı. Neyse ki yetkin bir kalemin elinden çıkan romanın uyarlaması da akla ve mantığa uygun bir şekilde ekranlara yansıtılıyor. Başından beri şefkatten başka bir şey hissetmiyorsunuz ona karşı. Zorbalık etmiyor, güç gösterisinde bulunmuyor. İkna kabiliyetini kullanıyor yaslandığı yaşam tecrübesine ek olarak, vicdanının sesini dinliyor her zamanki gibi. Kızının en başında ona öğütlediği gibi bu iyi hislerini takip ediyor. Kızının kocasının ailesinin zenginliği karşısında bir polis maaşıyla yapacakları ya da alacakları son derece sınırlıyken, malikanede düzenlenecek olan partiye katılırken giyebileceği uygun bir takım elbisesi bile olmadığını itiraf ediyor kızına. Mutluluğun zenginlikle olan ilişkisine farklı bir perspektiften bakıyoruz, özellikle de üçüncü ve son bölümde. Arkadaşımın bir makalede okuduğu bilgiyi benimle paylaştığı şu son zamanlarda ben de bu konuyla ilgili bir haberi paylaşacağım sizlerle yersiz olduğunu bile bile ama bilgi bilgidir nihayetinde: İngiliz iktisatçı Angus Deaton, ‘Acaba mutluluk gerçekten para ile satın alınabilir mi?’ sorusunun yanıtını arayan isimlerden biri. Nobel ödüllü Daniel Kahneman ile birlikte, ‘Günlük yaşamımız için acaba kaç paralık gelirimizin olması bize en fazla mutluluğu getirir’ diye 2008-2009 yıllarında 450 bin Amerikan vatandaşı ile araştırma yapıyor. Araştırma sonucu 75 bin Amerikan Doları yıllık gelirin en fazla günlük yaşamda mutluluğu getirebildiğini, fazlasında ise artık eskisi gibi günlük hayatta mutluluğu arttırmadığını belgeliyorlar. Wallander’ın dünürü(ne deseydim kızının kocasının babası mı?) olan Hakan von Enke mutlu olmayı başarabilmek nadide bir şeydir derken, günümüz koşullarında, mutluluğun insanların açlık konusunda endişe etmemeye veya başlarının üzerinde bir çatıya sahip olmaya yahut rahatsız edilmeden yaşamalarıyla bir ilgisi olduğunu ve ancak bu koşullara bağlı olmak suretiyle mutlu olup olmadıklarından endişe ettiklerini söylüyor. Mutluluğun parayla bir alakası var ama içselleştirilmiş mutluluğun kaçta kaçının parayla doğrudan bir ilişkisi var, bilinemez.

49B73E17-B51F-4374-91E6-8F9EE01176A5

Wallander’ın iyice nükseden hastalığı ise çekilen MR sonucu ile belgelenmiş oluyor. Nispeten genç ve sağlıklı olduğu için de hastalığın daha hızlı ilerlemesi söz konusu. Bu yüzden doktoru artık ayarlamalar yapma zamanının geldiğini söylüyor. Olası oryantasyon bozuklukları ve kimi akut safhalar için yakınlarına hastalığından bahsetmesi gerekecek. Tam kızına anlatacakken, kızı onun yardımına muhtaç bir halde çalıyor kapısını. Zengin kayınbabası kayıp ve polisler göl kenarındaki malikane çevresinde ölü ya da diri kendisini aramakla meşguller. Kendisinin de dahil olduğu aramalar esnasında, zaman zaman hastalığının akutlaşan anlarıyla karşılaşıyoruz. Bu anlardan birine rast gelen kızı Linda bu süreçte babasının yanında olacağını söylüyor. Bir bebek gibi çimenlerde koşuyor, atlıyor zıplıyor Wallander. Kelimeler ağzında paramparça oluyor, soyunuyor, bağırıyor, hafızasını yitiriyor bir anda. Dünyaya döndüğünde ise gayet aklı başında konuşabiliyor. Hastalığın nasıl bir şey olduğunu ve ona neler hissettirdiğini anlatıyor. Hastalığa özgü kafa karışıklığını ve zihin bulanıklığını en güzel şu kelimelerle özetliyor dili döndüğünce: “Bazen nerede olmam gerektiğini hayal edemiyorum. Duvara çarpmış gibiyim. Denersin ve halletmeye çalışırsın ama olmaz. Dener ve bundan kurtulmaya çalışırsın, etrafında dolanır durursun. Sanırım bir şeyleri kafaya koyarsın. Olmuş olmalılar. Resimler artık yok. Aniden olmayan bir sürü şey gibi.” Bunu yapan bir babanın çocuğu olarak bununla yaşamanın bir yolunu bulmak için atılan ilk adımlardır bunlar Wallander açısından.

“Umutsuzluk onun yolunu bozar
Izdırap yolunu bozar
Akbaba uçuşunu bozar
Hevesli ışık akar
Hayaletler bile bir taslak alır
Ve resimlerimiz günışığını görür
Buz devri stüdyolarındaki kırmızı canavarlarımız
Her şey etrafına bakınmaya başlar
Yüzlerce güneş altında yürürüz
Her insan herkes için bir odaya açılan yarı açık bir kapıdır
Altımızda bitmeyen toprak
Ağaçların arasında su parlıyor
Göl dünyaya açılan bir pencere.”

Son bölümün başında ve sonunda olmak üzere Kenneth Branagh’nın sesinden iki defa dinleme şansına sahip olduğumuz bu nadide şiirin sahibi olan Nobel ödüllü şair, psikolog ve çevirmen Tomas Tranströmer’in insanın içini burkan satırlarını dizinin sonunda ikinci defa dinlediğinizde, yaşanmışlıklardan ötürü daha bir manidar buluyor insan. Bir kez de Gürhan Uçkan çevirisiyle okuyun istedim bu kıymetli şiiri;

YARI HAZIR GÖKYÜZÜ :

Koşuyu yarım bırakıyor cesaretsizlik.
Kaygı koşuyu yarım bırakıyor.
Akbaba bırakıyor kaçmayı.
O istekli ışık akmaya başlıyor
Hayaletler bile bir fırt çekiyor.
Her şey çevresinde bakınmaya başlıyor.
Yüzlercemiz güneşe giriyor.
Her insan yarı açık bir kapıdır
Herkes için bir odaya açılan.
Altımızdaki ölümsüz toprak.
Su parlıyor ağaçların arasından.
Göl dünyaya açılan bir pencere.

 

 

THE FALL, ÜÇÜNCÜ VE SON SEZON

Episode 4

THE FALL, ÜÇÜNCÜ ve SON SEZON :

“İki kişi olan bir adam varmış
Bahçesi fidelerle doluymuş
Bu fideler büyümüş
Bahçe karlarla kaplanmış
Karlar erimeye başlamış
Güvertesiz gemi gibiymiş
Gemi yelken açtığında
Kuyruksuz kuş gibiymiş
Kuş uçmaya başladığında
Gökyüzündeki kartal gibiymiş
Gökyüzü gürlemeye başladığında
Kapımdaki aslan gibiymiş
Kapım kırılmaya başladığında
Sırtımdaki sopa gibiymiş
Sırtım akıllanmaya başladığında
Kalbimdeki hançer gibiymiş
Ve kalbim kanamaya başladığında
Bu ölüm, ölüm ve ölüm gibiymiş.” Paul Spector/Peter Baldwin

“Hepimizin kafasında o sesler var. Hayal kırıklığı olduğumuzu söyleyen ve de işe yaramaz. Yeterince iyi olmadığımızı, çok uzun sürdüğünü ve çok zor olduğunu da. Bu zor zamanlarda zorlu hayallere ihtiyaç duymalıyız. Ama gerçek hayallere, yalanlara değil.” Stella Gibson

“Öfke başımıza iyi şeyler gelebileceği hissini yok ediyor.” Stella Gibson

“Doğmadan önce var olmadığım gibi, öldükten sonra da var olmayacağım.” Peter Baldwin/Paul Spector

Temposu düşmek nedir bilmeyen ilk iki sezonun ardından, üstüne üstlük ağır yaralı bir Paul Spector’la bundan sonrası nasıl olacak diye ümitsizlikle başladığımız dizinin üçüncü sezonunda usul usul ilerleyen ağır dramatik yapsını hiç bozmayan çok başka bir “The Fall” çıkıyor karşımıza. Çok daha derin, çok daha sezgisel. Bu gidişatın başarılı mimarıysa hiç kuşkusuz akılcı diyaloglarla süslediği altı bölümü de çok dokunaklı bir şekilde bağlayabilmiş olan dizinin aynı zamanda yapımcılarından olan yazarı Allan Cubitt. Özellikle psikolojik çözümlemelerde son derece başarılı ve bu sayede akılcı diyaloglar seriyor izleyicisinin önüne. Bu ise kimi zaman durgunlaşan ama yine de akan fakat bir parça sabır ve gayret isteyen, nihayetindeyse doygunluk hissiyle ekran karşısında kalakalmamıza sebebiyet veren buruk anlar olarak takılıp kalıyorlar zihinlerimizde. Kendi adıma söylemem gerekirse, üç sezonun içinde en başarılı bulduğum ve en çok beğendiğim, üzerine çok çok düşünülüp ondan da çok şey yazılacak karakter açılımları ve olaylar barındıran, sürpriz olmadığı aşikar olsa da finaline ermeden bu aşikarlıkla yüzleşme imkanı tanımayan ve sırf bu yüzden yaşanılan iki şiddet sahnesiyle de sizi olduğunuz yere mıhlayan, aynı şiddetin sessiz ve apansız gelmesiyleyse tıpkı Stella, Tom ve diğerleri gibi elinizi kolunuzu bağlayan çok ağır bir final var karşımızda, benden söylemesi.

images-4

Rüyalar ve anlamlandırılmaları var bu sezon boyunca karşımıza çıkan; günlükler, eski defterler, çocukluk travmaları, sırlar ve acıtan gerçekler… Paul’ün kimliği başsavcının onayıyla polis tarafından basına ve dolayısıyla halka ifşa ettirildiğinde geride kalanlar olarak olaylardan bihaber aile bireylerinin yaşadığı dram da önemli bir yer tutuyor. Yeni karakterler giriyor diziye, eskilerse kök salıyorlar iyice. En başarılı yeni kompozisyonlardan biri acil servis doktoru O’Donnell olarak izlediğimiz Richard Coyle’un canlandırdığı evli ve evde kendisini bekleyen beş çocuk sahibi, Shakespeareyen bir edayla sedye sedye ağır hastalar acil birimini doldurmuşken “Ben Çar’ım, tüm sorular bana, tüm sıkıntılar bana, tüm üzüntüler bana” dedikten sonra görev dağılımını çömezler arasında çarca yapan Belfast General Hospital’in kıdemli doktorlarından kendisi anlaşıldığı kadarıyla. Dizinin ilk bölümü, bir yandan sinirleri hasar görmüş olma ihtimali yüksek Tom Anderson’ın kol travmasıyla, bir yandan uzun günler ve geceleri bir bagajda koluna acısından tırnağıyla seni seviyorum yazan ve ölmeye yüz tutmuş Rose Stagg’ın karbondioksitle dolup taşmış ciğerleri ve hipotermi geçiren bünyesiyle ve nihayet iki defa karnı yarılmak suretiyle dalağı alınarak hayata döndürülen ve bu esnada böbrekleri, karaciğeri masanın üzerine çıkartılan Paul’ün ameliyatlarıyla geçiyor. Elbetteki bir Grey’s Anatomy değil izlediğimiz ve acildeki ilk müdahalenin ardından Paul odadan çıkarıldıktan sonra geriye kalanlar üzerinde dolaşıyor kamera. Çoraplar, ayakkabılar, kanlı bezler ve kesilerek üzerinden çıkartılmış kanlı kıyafetleri saçılmış yerlere. Tarafları muğlak bir savaş alanından kalanların nefes almaktan korkan sessiz duvarlarca hazmedilmeye çalışılmasını izler gibiyiz. Duvarların dili olmasa da, kamera söylüyor her şeyi birkaç sessiz dakika içerisinde.

images-1

images-2

images-3

downloadfile-1

11962082-high-1

Kadim karakterlerden Stella her zamanki Stella. Kendine güveni, ortama hakim tavırları, sesini duyurmak için iyice düşürdüğü tonu, seksüel cazibesi ve her ne olursa olsun vazgeçemediği stilettolarıyla tıkır tıkır yürüyor, merdivenleri iniyor çıkıyor rahatlıkla. Yakın planlardaki mimikleri son derece kontrollü olmakla beraber bir o kadar da baştan çıkartıcı ve seni anlıyorum bakışlarının altında aslında seni biliyorum diyor sanki karşısındakine. Erkek egemen iş hayatında ayakta kalmak için aldığı tavırlarla, onu Stella yani insan yapan içsel güdüleyiciler çakışmıyor. Bir oda dolusu adama meydan okuyor rahatlıkla hem de stilettolarıyla. Otoriteye karşı duruşu değişmiyor bu sezon da. Edepsizleşmeden yapıyor bunu ve de sesinin tonunu yükseltmeden. Bir oda dolusu adamı ikna edemiyor belki ama nihayetinde onun sözüne gelmeleri de çok zamanlarını almıyor bu bir grup nobran adamın. Evliliğini, çok sevdiği eşini ve işini, bir de doğmamış çocuğunu kaybeden bir kadının nasıl hisler taşıdığını tahmin etmiyor ya da etmek istemiyor aynı adamlar. Ailesini düşünerek Paul’ün basına deşifre edilmesine ayak diretiyor Stella, zarifçe. Çünkü olacakları tahmin edebiliyor. Kadınların kızınca ya kendilerine ya da kendilerine ait olanlara yani çocuklarına zarar verebileceğinin bilincinde ve meslektaşı Jim yaşananlardan sonra da suçu üzerine almıyor. Tıpkı Paul gibi o da bir çocuk. Bir çocuk saklı kalmış içinde bir yerlerde ve yer yer açığa çıkıyor tam da tüm kirlenmişliğiyle sıkışmış olduğu köşesinde. Büyüme zamanı gelmiş de geçmekte olan, yaptıklarının sorumluluğunu almaktan aciz adamlarla işler çok kolay yürümüyor. Rose Stagg’ın kocasının saçmasapan düşüncelerini yola getirmeye çalışıyor Stella. Karısının kuzu kuzu onunla gittiğini düşünüyor, hiç yardım çağırmadığını, hiç mücadele etmediğini. Kafasındaysa öteki adamın ona dokunmuş olma ihtimalinin korkunçluğu var. Kadınlar ve erkekler arasındaki temel farkı anlatıyor ona Stella böyle bir durumda nasıl tepki verdiklerine dair. Erkeklerin her zaman savaş ya da kaç mantığıyla yaşadığını, halbuki böyle bir durumda verilen en yaygın tepkinin korkudan donup kalmak olduğunu söylüyor. Bunu bir yandan da içgüdüsel olarak ailesini, eşini korumak için yaptığını söylüyor. Yaralanma olayında ihmal olup olmadığına dair soruşturma geçiriyor Stella. Her ne yaptıysa bunu Rose’u kurtarmak için yaptığını söylüyor. Güçlü bir amaç duygusu olduğundan engellere aldırış etmiyor ve yoluna devam ediyor. Ama o da kolay sıyrılamıyor yaşananların şiddetinden. Sığındığı bir günlüğü var. Gecenin bir vakti uyanıp düşüncelerini yazmak için kendini eğittiği. Çünkü uyuyan beynin, uyanık beyinden daha sağlam bağlantılar kurduğunu düşünüyor. Bu anlamda en manidar rüyayı gören Paul oluyor. Kendisini yüksek bir binadan bir kuş misali bırakışını rüyasında görüşünün üzerinden çok fazla zaman geçmeden kendini öldürüyor bir başka ve en bildiği yöntemle. Kendi çıkışını böyle buluyor. Stella ise babasını görüyor rüyasında, onu tatlılıkla uyandıran ve daha on dört yaşındayken hastalıktan kaybettiği babasını. Paul’e karşı tutkulu Katie ile görüşmeye gittiğinde ergenlikte kaybettikleri babalarının acısında buluşuyorlar. Katie hırsını, öfkesini kendisinden çıkartıyor kollarını görünür şekilde lime lime doğramakla. Stella’ysa kendine özel o yüzden kimsenin göremeyeceği yerlerini kesmiş zamanında, bacaklarının üst kısmı ve ayak tabanları gibi. Bunu Katie’ye itiraf ediyor. Onun yas döneminde bir dayanak ihtiyacından ötürü konacak bir dal ararken Paul’ü bulduğunu ve takıntı haline getirdiğini, fakat Paul’ün umrunda olmadığını, ne kızın varlığından, ne de ona duyduğu aşktan haberinin olmadığını söylüyor. Olsa da yapabileceği bir şey yok zaten. Paul vuruldu, ölümden döndü, şimdi de cezadan kurtulabilmek için kıvırmak peşinde. Bu yüzden Katie’ye hayatını boş yere heba ettiğini anlatmaya çalışıyor. Zor zamanlarda zorlu hayallere ihtiyaç duymalıyız derken, kısaca kendin için savaş diyor ona Stella.

11962350-high-1

images

Gelelim bir başka kadim başkarakter Belfast Saldırganı, Nietzsche takıntılı, sağlak, üstün zekalı, narsist ve sadist, seks yaparak dünyada Tanrı olabileceğine inanan ve kısa adımlarla yürümeyi tercih eden kadınları seven Peter Baldwin ya da Paul Spector’a. Bebek yüzüyle merhamet uyandırıp, hastanede gönülleri fethederken, bir yandan da kendini aklamak adına geçmişe dönük amneziye sığınıyor. Yirmi altı yaşında olduğunu söylüyor ki bu aradaki altı yılı çıkartıp attığını gösteriyor. Bu hesapla ikinci çocuğunun doğumundan ve de varlığından habersiz, twitter’ı ise hiç duymamış. Rolünü profesyonelliğinden gelen bilgisiyle hiç açık vermeden oynuyor. Annesi kendini asarak öldürmüş genç yaşta. Bu yüzden kendine de benzer bir son biçiyor. Biyolojik babasını bilmiyor. Baba dediği adam da bir süre sonra annesini terk edince, annesi depresyona girip intihar ediyor. Sekiz yaşında koruyucu aileye veriliyor. Bir süre sonra da Gortnacull’a gönderiliyor. Burada yaşadıklarının korkunçluğunun boyutunu öğreniyoruz nihayet. Devletin hukuki uzman doktor olarak tayin ettiği August Larson onun tedavi edilebileğini söylüyor ama iyileşmesi hususunda o da kararsız ve bu ikisi çok farklı şeyler onun gözünde. Ama yetimhanede yaşadığı trajediden sonra dikkat çekmek ve imzasını atmak peşinde bir şekilde. Bunu gerçekleştirirken de kendi öfkesinde ve şiddetinde boğuluyor. Kişilik bölünmesi var ve iyi ve kötü Paul’den bahsediyor. Bazen geri çekilip kendine baktığında bedenine yabancılaşıyor ve sık sık soruyor aynadaki yansımasına bu ben miyim diye. İzleyen taraf, bir de eylemi gerçekleştiren taraf var. İçindeki iyi Paul ve kötü Paul bitmez bir savaş halindeler. Sadistliğinin dışında kadın iç çamaşırına fetiş, röngencilik, transvestite, nekrofili, pigmalionizm ilgi alanları. Onu ölürken izleyebilsinler diye azar azar boğduğu kurbanlarına suni teneffüs yapıyor ellerinin arasında bir parça daha yaşasınlar diye. Yatırıldığı klinikteki August Larson(bu rolde orijinal Henning Mankell uyarlamasında Wallander rolünü üstlenen Krister Henriksson var) çocukların tacize uğradıklarında korku ve anksiyete yaşadıklarını, sonra da bu duyguları bastırabilmek için sadistik hareketlerde bulunduğunu, kendisine yapılan bunca korkutucu şeyleri başkalarına yaparak ancak bu korkudan kurtulabildiklerini anlatıyor Stella’ya. Psikodinamik açıdan bakıldığında en şiddetli eylemleri gerçekleştiren insanlar hayatlarında bunu bir şekilde anlamlandırıyorlar. Paul’se tek başına baş etmeye çalıştığı çocukluk kurbanlığından ve aile içi yanlış ilişkilerden kolay kolay kurtulamayıp, tıpkı bir bağımlı gibi kötüden daha kötüye gidiyor çaresizce. Gerçekliğini kaybetmiş zamanla. Kalbindeki o büyük karanlık boşluğu beslemiş durmuş. Hıncını alamadığından olsa gerek başka bedenlerden çıkartmış acısını. Tüm bunlara rağmen öldüğünü duyup alelacele olay yerine gelen Stella bunun gerçek olup olmadığını görmek istediğinden ve onunla son kez yüzleşmek istediğinden belki cesedinin başına geldiğinde yine de gözleri doluyor. Yediği yumrukları, aldığı darbeleri çoktan unutmuş bile. Affediyor onu. Karşısındaki aynı zamanda bir “kurban” çünkü. Bu yüzden de sevinemiyor Paul’ün ölümüne.

Yazımın en başında da belirttiğim gibi benim için psikolojik yanı en güçlü, karşılıklı diyalogları çok başarılı ve bunun senaryoya yansıtılış biçimi açısından en özel ve mühim sezonu oldu bu dizinin, özellikle de beşinci ve altıncı bölümleri. İyi oyunculuklarla bezeli, çok düşünceli karakterleriyle gerçek ”kurban”ın aslında kim olduğunu sorgulayan ve sorgulatan, kötülüğün insan ruhunda nasıl kök salıp dallanıp budaklandığına dair sürpriz ama olması gerektiği gibi nihayetlenen finaliyle şu sıralar izlediğim en iyi işlerden biri olmuştur. Umalım ki BBC’nin başarılı prodüksiyonlarından biri olarak hatırlansın ileriki zamanlarda da.

Episode 4

11962272-high-1

RIVER

 

image

RIVER

“Ben iyi bir memurum. Ama bu dünyada bu yeterli değil. Bu dünyada, senin kafa sallaman, gülümsemen ve bir bira içip “Günün nasıl geçti?” demen gerekiyor. Bu dünyada kimse farklı, garip veya hasarlı olamaz. Yoksa seni bir yere kapatırlar.” River

“Kendi deliliğinden kendine bir yol bul. Kendi kaosun içinde kendine bir düzen bul. Yoksa beni nasıl bulacaksın?”  Stevie

“Dünyayı doğru dürüst göremiyorsun. Bu senin nimetin ve lanetin.”

“Neden gittiğini bilmediğin birisini, nasıl olur da bırakabilirsin?”

“Sonsuza dek yanında kalacağım
Bu loş gecenin karanlığından hiç ayrılmayacağım.
İşte burada yatacağım, sana hizmet eden böceklerin yanında sonsuza dek dinlenip uğursuz talih yıldızımın boyunduruğundan şu dünya yorgunu bedenimi kurtaracağım.
Ey gözler son kez bakın!
Kucaklayın son kez ey kollar!
Ve dudaklar, ey siz nefes kapıları, yasal bir öpüşle mühürleyin
Doyumsuz ölümle yaptığım bu süresiz anlaşmayı!
Gel, acı ölüm; gel ey rezil yol gösterici!
Sen, umutsuz kaptan, deniz tutmuş şu yorgun tekneyi
Yalçın kayalara bindiriver artık!
Sevgilime! Aşkıma!” Romeo ve Juliet / W. Shakespeare

river_tcm48-292996
Londra’nın doğu yakasında, yüksek binaların ışıltıları yukarıdan şehrin çehresine pırıltı verip sadece kendilerini aydınlatırken, akşamın karanlığında, İskandinav kökenli ve aynı zamanda diziye ismini veren Dedektif John River(Stellan Skarsgard), henüz ismini öğrenemediğimiz yan koltuğundaki neşeli bir kadınla arabanın içinde az evvel aldıkları hamburger ve muzlu milkshake eşliğinde radyoda çalan doksanlardan kalma klasik bir disko şarkısı “Love to love”a eşlik ediyorlar. Tatlı bir flörtleşmeyle açılıp, akabinde yaşanacak tüm travmalara, bir sürü kötülüğe karşı ilaç gibi bir başlangıç oluyor bu parça. Altı bölümlük mini dizinin son bölümü de aynı parçanın eşliğinde bitiyor ve altı bölümün tümü sona eresiye kadar yaşanan cinayetleri, intiharları ve intihar girişimlerini, sevdiği için kahrolmayı, sevdiği için ölmeyi, çok çok acılar çekmeyi, çaresiz kalmayı, gözyaşlarına boğulmayı, kayıpla baş edebilmek adına deli gibi çırpınmayı, dışlanmayı, vatanından çok uzakta tutunmaya çalışmanın ne demek olduğunu, neticesinde göçmen olmayı, yalnızlığı, tecriti, birkaç yüz pound için adam öldürecek hale gelmeyi ve daha da birçok olumsuzluğu unutturuyor bize Tina Charles’ın şarkısı. Bir şairin sözleri gibi bir diziydi River: “Mutluluk iste. Çünkü ömür dediğin bir an.” River’ın sevdiği kadın kollarındayken ya da hemen yan koltuğundayken geçirdiği kısıtlı ama kıymetli ve en önemlisi mutlu olduğu anlar kalıyor geriye. Kötülükler siliniyor, her şey geçiyor ve değişiyor, tıpkı hayat gibi.

 

River

Mavi bir Mondeo’nun peşine düşen River, arabadan inen genci takibe başlıyor Londra sokaklarında. Fakir mahallelerden geçerek nihayet, varıyoruz gencin saklandığı eve. Elli dokuz yaşındaki River sonsuz bir gayretle, nefes nefese tırmanıyor merdivenleri. Genci tam kıstırmışken, panikten ve korkudan intihar gibi bir atlayış yapıyor ve çok kat aşağıya, bir arabanın üzerine düşüyor. River’ın amiri Chrissie bu yaşanan kovalamacadan ve oğlanın ölümünden sorumlu tutuyor onu. River’sa içinden Stevie’ye ateş edilen arabanın aynısı olduğunu söylüyor mavi mondeo’nun. River, amirinin yanından ayrılırken, az evvel yan koltuğunda oturan kadınla konuşup gülüşerek terk ediyor olay mahallini ve ilk defa amiri Chrissie’nin gözünden görüyoruz ki, River tek başına yürüyor ve kendi kendine konuşuyor. Ve Stevie tekrar giriyor kadraja. Başının arkasında koca bir delikle ve saçları kendi kanına bulanmışken. Bu noktadan sonra River’ın gizemi çözülüyor yavaş yavaş. Üstlerinin isteği üzerine psikiyatriste gitmek zorunda kalıyor ve bu durumdan hoşnut olmadığını her halikarda belli ediyor. Doktorun vereceği psikolojik rapor onun meslek hayatını bitirecek ya da tam tersi. River’ın çözülmesi ve doktoruyla arasında güven bağı oluşturması bir hayli zamanını alıyor. Bu değişik vaka doktorun da ilgisini çekiyor. Hiç evlenmemiş, çocuğu olmamış, ailesinden kimsesi kalmamış River yeni iş ortağı Ira’ya itirafında tüm samimiyetiyle, yardım edemediği kimseyle konuşmadığını söylüyor. Karşı taraftan bir çıkarı, bir beklentisi yok. İnsanlarla menfaaat üzerine dayalı bir ilişkisi de yok. Hiç almıyor, kendince koşulsuz verenlerden River. Bu onu tüm içe dönüklüğü, gariplikleri ve münzeviliğine rağmen, kendisini tanıyanların sevdiği ve saygı duyduğu bir insana dönüştürüyor zamanla. Stevie’nin ölümünün üzerinden üç hafta geçmişken, kendisine babası Müslüman, annesi Yahudi orjinal Gazze şeridi Ira, mesai arkadaşı olarak tayin ediliyor. Kendi kendine konuşan, dövüşen, dans eden, gülen, ağlayan, duvarları ellerini kanatıncaya kadar yumruklayan ve aralarında hava değil, kelimeler de değil, ölüler bulunan River’ı önce garipseyen Ira, onun mesleki başarılarını, insanlar üzerindeki ikna kabiliyetini, düştükleri umutsuz durumlardan çekip çıkarmak için parçalanışını gördükçe önemsemeye başlıyor ve asla, ne olursa olsun yargılamıyor onu ve davranışlarını. Kendi kendine konuşan teyzesinden bahsediyor River’a, gün gelip de amcası Ralph’i boğmaya kalkan. Beraber gülüp, beraber kederleniyorlar. Uzun mesailer onları birbirine yaklaştırıyor. Evde karısına da hiç durmadan ondan bahsettiğinden, dayak yediğinde kocasının onu ne kadar önemsediğini, değer verdiğini söylüyor kızgınlıkla genç kadın ilk defaya mahsus hastanede karşılaştıklarında. Akşam yemeği teklifine kuzu eti sevmem diyerek sıcak bakmayan River, bir sonraki yemek teklifini Ira’nın morarmış gözünü, sargıya alınmış kolunu da hesaba katarak uysalca kabul ediyor.

images-160
Ira(İbranice anaç ve tetikte demek)

River daha önce ilaç kullanmış, ama bunu asla açıklamamış. Stevie durumunu bildiğinden kontrol altına almaya çalışmış onu hep. Yardımcı olmaya çalışmış. Ama asla normal şekilde teşhis konmamış onun bu sıradışı durumuna. Annesinin daha bir çocukken kendisini terk ettiğini ve büyükannesiyle büyüdüğünü öğreniyoruz. Ölülerle konuştuğu için de, iş haricinde hiç arkadaşı olmamış. Sahip olduğu tek şey ölüler. Kimler yok ki çevresinde. 19.yy’da kadın cinayetleri işleyen bir seri katil Dr. Thomas Neill Cream, yirmi yıllık ortak mazileri olan ve asla ona olan aşkını itiraf edemediği Stevie, “Juliet” Erin, davalarını çözmeye çalıştığı bütün ölüler ve araftakiler. Bu kalabalıkta normal insanlardan dostlar yaratmak çok da kolay olmasa gerek! River onları hayalet olarak kabul etmiyor. Cennet ya da cehenneme de inanmıyor. Öbür dünya tarzı bir şey değil onlar. Sıkışmış kalmış ruhlar, huzura erememiş ya da erdirilememiş, söyleyecek son bir sözleri olan River’ın tabiriyle birer “manifest”ler yani capcanlılar onun gözünde. Çocukluğundan beri görüyor onları. Kalmaya ihtiyaçları olduğu sürece kalıyor ve sonra gidiyorlar. Ve her zaman insanlara nazaran daha dürüstler. Günlük hayatta en çok korkulan kişi, tamamiyle güven duyduğumuz kişidir derken, belki de en çok onların nankör olamayacağından bahsediyor olsa gerek. Çünkü buna gerek duymuyorlar ve hepimiz giderken, geride kendi gerçeklerimizi ve sırlarımızı bırakıyoruz. Bir de bizi seven insanları bırakıyoruz arkamızda ve onların sevgisini ve özlemini dindirmek mümkün olmuyor. Hayat unutturmuyor, hayat yenileniyor sadece.

Stevie’nin yokluğu koskocaman bir boşluk River için. Onun ölmeden önce kenarında rujunun izi kalmış milkshake bardağını saklıyor özenle, duvara çiviliyor onu, ağzının değdiği pipeti de içinde muhafaza ederek. Delil olarak saklanan ve poşetlere konmuş eşyalarına dokunuyor. Gözlerini kapattığında onu tarif ederken gözyaşlarına boğuluyor. Stevie yaşarken ona bir kez olsun seni seviyorum diyememiş halbuki. Ve bu içe kapanık adam çok zor söyleyebiliyor bu iki kelimeyi bir araya getirip de, dizinin en sonunda. Seni hayattan çok seviyorum diyor. Stevie ise sır gibi saklamış olduğu geçmişine rağmen yoluna devam edebilmiş bir kadın. Kırk dört yaşında. Problemli ailesi, kendisini kolaylıkla harcayabilen bir annesi, on altı yıl sonra hapisten çıkan erkek kardeşi, on dört yaşında uğradığı tecavüz, hamile kalışı ve çocuğunu doğuruşu, tecavüzcüsünün güçlü, varlıklı ve hep çevresinde oluşu, öz oğlunun onu ablası olarak bilmesi hayata tutunmasına ve herşeye rağmen gülerek bakabilmesine mani olamamış. Ölümü bile oğlunun elinden oluyor ve gülerek karşılıyor onu, başka da ne yapabilir ki? Sevgiyi, cinsellikten ayırdığı sözlerinde “Cinsellik sadece kaşıdığın küçük bir kaşıntıdır. Ama sevgi seni alaşağı eden bir kaşıntıdır. Ona kendi ellerinle ulaşamazsın.” diyor. Neredeyse beraber bir çeyrek asır geçirdiği mesai arkadaşını seviyor o da kendince. Sevgiyi sevgiliye karşı kelimelere dökmek çok kolay olmasa da, bazen insan sevdiğine çok geç olmadan bunu söyleyebilmeli. Ömür bitmeden, tükenmeden ve de en önemlisi aradaki gerçek sevgiyi tüketmeden.

river-463x260

tumblr_nvk4ooEfGe1qfqnq8o1_500

Abi Morgan dizinin yaratıcısı ve senaristi. Ana karakterler dışında kalan yan karakterler ve tüm bölüm oyuncularının ayrı ayrı diyaloglarının ve kompozisyonlarının başarısının altında bu kadının kalemi var. Anthony Minghella’nın “Truly,  Madly, Deeply” adlı filminden esinlenmiş. Birinci ve üçüncü bölümlerde çözümlenen bir intihar ve bir cinayet vakasının naifliği ve derinliği ve usulca bölümlere dahil oluşları o derece etkili ki ana hikayenin önüne geçiyor kimi zaman. Bir Romeo vicdan azabından kendini hapishane parmaklıklarının arkasına mahkum etmişti daha ilk bölümde. River onu, katil olmadığın için üzgünüm, sen sadece insansın diyerek teselli etmeye çalışıyordu ve de kurtarıyordu. Hepimizin insan olmaya çalıştığı bir dünya burası ve ne yapacağımızı bilemiyoruz kaç yaşında olursak olalım. Bir ergeni kahrından öldürebilen aşk, yaşlı bir adamı da mahvedebiliyor. Sevmenin, sevilmenin yaşı, rengi, cinsiyeti, ülkesi, dini ve dili yok. Tek bir dil var Babil Kulesi’nin tepesinde. Ve o dilin adı sevgi. Her şey bir gün birini sevmekle başlıyor. Nasıl seveceğimizi, kimi seveceğimizi bilmeden seviyoruz. Seviyoruz sadece. Kitaplarda ve filmlerde her zaman ilgi uyandıran ve karmaşık olan aşk için birden fazla kelime olmalı; aşkın öldürdüğünü, hayat kurtardığını, suçlu hissettirdiğini ve aşkın sevdiğini kaybetmiş birini kurtardığını gördüm diyor River(Abi Morgan). Ve sevmek hayat kurtarıyor gerçekten.

Üçüncü bölümde işlenen bir aşk cinayeti. Bir kadın kocasının başucunda beklerken bir itirafta bulunuyor dedektiflere: “Birisini her gün görürsün ama bir gün fark edersin ki onunla uzun zamandır doğru düzgün konuşmamışsın.” Gözyaşları döküyor ağır durumdaki kocasının başında. Kocaysa River’a görünüyor “Gidiciyim değil mi?” derken. Gerçekten gidici ve bir sırla gitmek üzere bu orta yaşlı adam. Üstelik evlilik yüzüğünün olduğu yerde yeller esiyor ve tüm bu gerçeklerle yüzleşmek istemeyen bir karısı var başucunda. Boş zamanlarında balığa çıkan adam bir yalnız sporunu kendine hobi edinmiş. Çünkü yalnızken rol yapman gerekmiyor ve hem taşıdığın hem de gizlediğin sırrınla bir başkası gibi davranmak zorunda kalmıyorsun çevreni saran insanlara karşı. Hastaneye itiraf etmek ve ölmeden son kez sevgilisini görmek için gelen erkek sevgilisinin varlığını görüp kendini kandırmaktan vazgeçen karısı bir hışımla girdiği hastane odasında bas bas bağırıyor kocasına piç diye her defasında daha çok yükselen bir tonla ve daha büyük bir hınçla. Aslında kendine kızıyor neden ve nasıl görmedim ben diye.

Yaşam ve ölüm gibi, canlılar ve ölüler, iyilik ve kötülük gibi ikiliklere referans olarak karakterler birbirlerine kıyaslama soruları soruyorlar durmadan o mu bu mu diye. Whitney mi Beyonce mu, Linda mı Yoko mu, Revolver mı Sgt. Pepper mı… Ve yaşamak mı, ölmek mi? Elbette yaşamak, çünkü yaşamak ölmekten iyidir. River bile ölülerle daha yakından haşır neşir olmaka beraber yaşamayı ve bu dünyayı tercih ediyor.

İzlemeye başladıktan kısa bir süre sonra dizi Henning Mankel’in Wallander’ını anımsatıyor. Melankolik ve alkolik sayfiye dedektifi Wallander’ın yeriniyse içe kapanık, problem çözücü ve duygusal zekası yüksek River alıyor. Altıncı His’teki ölülerle konuşan küçük Cole’un büyümüş halini oynuyor sanki. Ölüler onu bırakmamışlar hiç, geçen zaman zarfında.

Nordic noir olarak adlandırılan ve İskandinav ülkelerinden çıkma polisiye türünü anımsatan ve ne yazık ülkemizde 2015’in az ses getiren mini dizilerinden biri olarak kalan, biraz geç de olsa karşılaşmaktan mutluluk duyduğum,  sırtını bir usta kaleme ve iyi oyunculuklara dayamış polisiyeyi izlemenizi tavsiye ederim.

kv9G2MpPn9nUwh2d3W2r0jBXX76Rm1KdmTwE0lvwQswy7Gy7K1tpS090N24t--UfkvIpKI4t5mcSy4_F-dR4Yviu6wkWitOYPdin4Fo=w512-h288-nc

River

River

 

ACI/WALLANDER

ACI KISMI:

image

Sen tren beklerken, ben raylarda uzanmış yatıyor olacağım.
Senin bensiz hatıraların olacak benden sonra; bensiz gezip bensiz güleceksin.
“Suç ve Ceza”nın ve’sinden önce unutulan bir şey var, daha mühim sanki: “acı”; sonrasında yerini “sızı”ya ve bir sonraki aşamada da “yara”ya bırakan. Tüm bunlar senin içinde aşama aşama gelişirken, “ceza” kısmı gerçekleşiveriyor kendiliğinden. “Ceza”nın da bir ön hazırlığı var sanki.
Sevgiler ve sevgililer bazen yanlış yerlerde gezmeyi tercih ederler.
Mani olamazsınız.
Oluşacak acıdan ötürü üstlenilmesi gereken sorumluluğu ve bırakacağı hasarı kabullenecek uygun birisi çıkabilir her an için.
Sabırlı olmak lazım.

Şiddetli hayal kırıklığına müteakiben, çok şiddetli delirme yaşamışsın.
Geçer.
Sen içindeki kötülüğü öldür önce.

Hepimiz dilimizin altında gizliyiz(Hz. Ali).
Ben de.
Dil yalancıdır.
Kalbin ne der bu işe?
Hadi bir sor bakalım..

—-.—-

Çevreme vermiş olduğum her türlü kayıtsızlıktan ötürü artık özür dileyebilirim, daha çok geç olmadan.

—-.—-

İnsan bazen oturduğu yerden diğer insanlara sinir olurken buluveriyor kendini. Soruyor sonra kendi kendine bu kadar sinir nerede birikmiş diye? Sonra alışverişe çıkıyorsun o sinirle ve bir bakmışsın aklından silinivermiş hepsi. Sinir, fani sanki. İyi beslenemezse ölecek gibi.

—-.—-

Koşturup duruyorum, kendi eksenimde.

—-.—-

Bindiğim taksinin şoförü halen okumaya devam ettiği bir kitap olan “Türkler Nasıl Müslümanlaştırıldı?”daki derin mevzular üzerinden yapmış olduğu daha da derin çıkarımları derin derin anlatıyor gelmiş olduğu yer kadarınca. Benim de daha daha, çok daha derinleşebilmem için radyonun sesini kısıp, belirli aralıklarla boğazını temizleyip sesinin tonunu bir düşürüyor bir yükseltiyor. Adını o an hatırlayamadığı kitabın yazarının yorumuna ek olarak kendi eklediği yorumla sayısını hatırlayamayacağı kadar Türkün, Araplar tarafından nasıl kılıçtan geçirildiğini ve zorla müslüman edilen Türklerin düşmüş olduğu müşkil durumları yaşarmışçasına bir bir anlatıyor sakin sakin. Bir garip şekilde cinai bölümlerde sesinin tonu düşüyor, fısıldar gibi konuşuyor(bana kendimi Türkleri pusuya düşüren Araplar gibi hissettirmeyi başarıyor; yemyeşil, yüksek ağaçların arkasında kapkara gözlerimle avımı bekliyorum sanki ve her ne hikmetse Anadolu’da gerçekleşmiş olması gereken hadisede ağaç nerde gezer diye sonradan düşünebiliyorum. Kılıç sanki Robin Hood’u çağrıştırmış ruhumda, Sherwood’a gitmiş aklım). Bipolarlaşıyoruz karşılıklı. Söylediklerine beni inandırmak istiyor. Öyle gözüküyorum. İnanıyorum sana. Aç kalbini bana sormadan. Seninim nasılsa. Trafikte, arabasında sıkıştım, nasıl onun olmam? Uysalca başımla onaylıyorum söylediklerini ve mümkün olduğunca suyuna gitmeye çalışıyorum. İstanbul trafiğinde çılgına dönmüş şoförleri idare etmek için gayrete düşmüş bir çok yolcu var. Varsa sendikal haklarımız için başvurmalıyız. Sonra mevzu kendisinin şimdiye rahmetli olmuş kayınbabasına geliyor. Mirasını bölüştürürken oğullarına(üç oğulmuş) miktarınca altın -tam miktarını da ben şu an hatırlayamıyorum, ama çok miktardı-, kızlarına bölüşmeleri içinse bir daire bırakıyor-beş kıza Ümraniye’de seksen metrekare daireydi-. Üstelik giderken-öte tarafa, İtalya’ya değil-damatlara mı çalıştım ben diyerek son noktayı koymuş ve bizim şoförde o beş damattan biri. Konuşmanın devamıysa şöyle gelişti aşağı yukarı:
-“Biliyorum siz bir bayansınız(neyse ki), ama çok özür dileyerek, kardeşimsin(nereden?) bak, bu p.z.v.n.(rahmetli) öbür tarafta cennete gider mi? Beş vakit namaz kılıyor, ben kılmam; oruç tutar, ben tutmam, hacca gitti, ben gitmedim; ne olacak şimdi?”
Beni bu konuda otorite olarak kabul edip, fikrimi sorması zerre kadar gururumu okşamadı. Dini meselelerde, yasalar ve yasak konularda da çok fikrim yoktur, hele ki bu dünyayı aşanlar hususunda. Ama öyle bir trafik var ki dışarıda, yağmur da cabası..
-“Beyefendi(p.z.v.n.”e rağmen seviyeyi düşürmüyorum kendimce) memleket neresiydi?”
-“Kütahya.”
-“Kayınbaba?”
-“O da.”
-“İç Ege?”
-“Evet.”
-“Hiç gitmedim. Güzel memleket midir?” (Konuyu dağıtmak istiyorum, hiç yakından tanıdığım bir Kütahyalı olmadı.)
-“Güzeldir. Ama bizim tarafın insanı bir hoştur. Cebinde taksi parası olmayan kızın gece gece yürüyerek eve gelmeye kalksa, pardon ama o.o.p.(alıştım amca sana) olmuş senin kız derler, oğlan gelse hovardalıktan geliyor olur. Kıza iki vereceksin, oğlana bir. ” (Susmayacak, asla). “Nereye gider ki acaba?”(O kadar takmış durumda ki, paralel ve meridyenine kadar koordinatlarını vermemi istiyor, çok gereksiz baskı oluştu üzerimde.)
-“Tek bu konu üzerinden fikir beyan edemeyiz, oraya mı gider buraya mı diye(Adam turistik geziye gitmedi ki, haritada yer seçeyim)”.
Altın hakkı uçan beş damattan birini, cevaplarım mutlu etmiyor. Kendi dünyasına dönüyor nihayet. Aradığı yolcu profiline uymuyorum. Benden duyduğu hoşnutsuzluğu, radyonun sesini açarak gösteriyor. Haber dinliyoruz bundan sonra. Döviz yükselmiş, altın çıkmış(haberler de hüsranını katlıyor sanki, acıma doğdu içimde). İç çekiyor.

Nihayet arabadan indiğimde hem yürüyorum hem düşünüyorum. Benim halkla yaptığım konuşmalarım hep ufuk açıcı oluyor ve sonrasında beni gülümsetebiliyor ama içeriklerini düşününce çok tuhaf, bazen de aslında hiç yapılmamışlar gibi geliyor. Sokağa çıktığımda, tanımadığım insanlarla yaptığım konuşmaların konu başlıkları şunlar oluyor: Dış güçler(kimseler artık; uzay sanki dış ya) ve onların memeleket pardon memleketimiz üzerindeki korkunç feci komplo teorileri ve bitmek bilmeden üzerimizde oynadıkları bunaltıcı oyunlar(saklambaç, körebe), garip aile meseleleri(şoförün soy ağacını kısa zamanda öğrenebilmem gibi), esnafla istemeden yaptığım ve sonu hep benim aleyhimde sonlanan tuhaf pazarlıklar, yanıma yaklaşan dilencilerin dilenmesinin altında yatan acı dolu hastane ve hastalık mevzuları(lösemi ve ilik kanseri oluyorlar hep, daha da yanıma bizim oğlan Aids kaptı, Numune’de rehin kaldı diyen çıkmadı) ve enn fenası tarafına göre muhalefeti ya da iktidarı yeren ve kınayan karşılıklı atışmalar. Buradan bakıldığında kendi küçük trajedileri dışında insanlar tek tek hasta değil, toplum toptan cozutmuş sanki ve ben de buna dahilim. Esnaflar kendi içlerinde bir tür, memurlar(küçüğünden büyüğüne) ayrı bir tür; hastane personeli çok çalışmaktan sosyopatlaşmış, kendine sanatçı diyen bir azınlık var çoğu Kaf Dağının arkasında yaşıyor gibi, fakirlerin dili farklı, polisler krimi dizilerine konu olacak kadar derin değil, vekiller boksör gibi, liderler güven vermiyor, politikacıların söylemlerinde fetvalar ve karalamalar var, gazeteciler taraflı(iyi niyetle ve karşılıklı müzakerenin öneminden dem vurulduktan sonra başlayan karşılıklı bağrışmaları sonlandırmamakta direnen bir sürü insanı idare edecem diye diktatörleşen bir sürü moderatör var gecenin ilerleyen saatlerinde Gestapo’ya dönüşen), hakimler saygınlığını yitirdi(Nisa Suresi, 135. Ayet, “Allah adına şahitlik yapınız” der ve ekler..), çok gereksiz ve sebepsiz zenginleşmiş adam var-zenginleşemeyen ve kıt kanaat geçinene de bunca parayı versen neler yapacağı tartışılır..-, çok bilen çok ukala, bilmeyen çok şaşkın, elinde her çeşit bayrak hakkını aramak için çıkanlar da da anormalleşebilme potansiyeli var, birileri hep az kazanıyor; onlar da ya küskün oluyor, ya daha hiddetli. Mezarlıklarda, hastanelerde sükunet yok-yeterli paran ve bilincin varsa ölüme ve hastana karşı daha dirençli oluyor, daha makul düşünebiliyorsun; yoksa da ne yapacağını bilemeyip, üstünü başını parçalıyorsun ve ter ter tepiniyorsun ki bu da nihai sonu değiştirmiyor.- Merhamet duyduklarım tepeme biner mi diye merhamet etmeksizin yaşayan çok insan var ve onlar da haklı. O yüzden herkes bir başına yırtmaya çalışıyor ve iş iyice çığrından çıkıyor. Toplu dualar yok artık, hep bireysel istekli ve içerikli yakarışlar var. Toplu cinnetin nedeni bu sanki. Gereksiz acılarla günler geçiyor. Yaşamak zevksizleşiyor. Böyle zamanlarda sinirini besliyorsun, beslendikçe serpilip gelişen sinirinle iç organlarını parçalayacak duruma geliyorsun. İsveç’te, Ystad’ta yaşıyor olsaydık ve tek sıkıntımız can sıkıntımız olsaydı.. Başa çıkılmaz değil. Balık tutar insan, denize açılır, sakin geçen televizyondaki tartışma programlarını izler, ABBA dinler, Bergman filmleri izler ve planlı programlı bir şekilde tasarlanıp gerçekleştirilmiş seri cinayetlerin altında yatan nedenleri öğrenmek için bol bol krimi diziler izler, Henning Mankell okurduk, sonra da medeni ve sıkılgan diğer sınır komşularımızı ziyaret ederdik. Alkolik olup, intihar etmezsek tabi. Bizde cinayetler plansız programsız hep, insanlar trafikten kurtulup intihar edecek fırsat bulamıyorlar, hep öleyim de kurtulayım ne bitmez çilem varmış diyen bünyelerin temennisi hayatın hay huyu içinde buhar olup uçuyor. Dilinin buğusu kalanları bilemeyiz.

http://www.youtube.com/watch?v=1HnOFwqpLRQ

WALLANDER:

Faceless-killers-Kenneth-Branagh-485x728[1]

BBC’nin Bafta ödülleriyle taçlandırılan, İsveç’li yazar Henning Mankell’in “Kurt Wallander” karakterinin takip ettiği vakaların ve sorunlu aile ilişkilerinin çevresinde gelişen olayları anlattığı dizi tekrar izlendiğinde bile aynı buruk tadı bırakabiliyor ağızlarda. Buruk çünkü ölümlerin yakasını bırakmadığı dedektif her seferinde aldığı darbelerle Hollywood filmlerindeki klişelerden çok uzak, soğuk ve melankolik kuzey ülkesinin kıyı kasabasında dikiş tutturamadığı özel hayatı, sorunlu aile ilişkileri ve alkol sorunuyla baş edemediğinde her şeyi ve herkesi arkasında bırakıp gidebiliyor. Bir sürü vaka çözmüş, sebep sonuç ilişkisini kurmaktaki becerisini davaların sonuca erdirilmesinde kullanabilen “şair dedektifimiz Wallander” için tüm ekip arkadaşları ve ailesi endişe duymaktan kendini alamıyorlar. En zor vakaları çözmeye çalışırken bir yandan da Alzheimer’lı babası için de koşturup duruyor.

Serinin ilk sezonundaki vakalar gençlik ve gençler üzerine kuruluyken, ikinci sezonda karşımıza çıkan vakalar ve Wallander’ın hayatında gelişen olaylar yaşlılık, demans ve ölüm temaları çerçevesinde şekilleniyor. Babası-insana bilgeliği, hazır cevaplılığı ve aklıyla Bergman’ı çağrıştırıyor- ona birlikte oturması için birini bulması gerektiğini söylüyor ölmeden önce. Cenazeden sonra babasının tuvallerinden birinin başına oturup, kendini saklarken Gertrude’la yaptığı konuşmada patetik bir şekilde gelecek planlarını anlatıyor ona. Sahilde bir ev, biraz arazi ve bir köpek. Gertrude türünü sorduğundaysa, babasının ölmeden önce ona verdiği öğüdü söylüyor, onunla yaşamaya katlanacak tek şeyin bir köpek olduğunu düşünüyor, bu yüzden bir köpek diyor. İş yerindeki arkadaşlarının taziyelerini samimiyetsizce kabul ediyor, babasının yaşlılığı kisvesinin altına sığınıp, önemsemez görünüyor; cenaze kıyafetlerini çıkarıp bir atlet ve külotla toplu giyinme salonunda ayağında çorapları ve dağılmış saçlarıyla öylece dururken, babasını yeni kaybetmiş sekiz yaşında, hayatının bundan sonrasıyla nasıl baş edeceğini bilemeyen bir oğlan çocuğu varmışçasına korunmasızca kala kalıyor geride.

http://www.youtube.com/watch?v=w098rz-rdiQ

Ystad,-Sweden-Downtown[1]

Bir Adım Geriden, Beşinci Kadın ve Sonbaharda Bir Olay sırasıyla üç sezonun en yaralayıcı bölümleri. Yine sırasıyla umutsuz aşk ve yalnızlık; baba oğul hikayelerinin acıklılığının ve bir hayat kurtarmaya çalışırken kurtarılmaya çalışılan hayatların birbirine karıştırıldığının; üçüncüsünde ise hayatta yaşadığımız onca şeye bir anlam katma çabamız aksi takdirde hayatın manasızlığı ve var ise eğer -ki umalım olsun- hayatımızın ancak bir döneminden sonra izleri takip ederek, içimizden gelen sesi dinlediğimizde o sesin bizi yanıltmayacağını idrak etmemizi anlatan bölümler bunlar. Birbirinden kilometrelerce uzak, iletişimsiz insanlar, hayata bakışlarındaki gerçekçiliğin kısmen de olsa inançlarını çok sonradan sorgulattığı, sokaklarında bir karnaval ya da panayır olmadıkça insanların gezmediği bu şehrin melankolik dedektifi elinden düşürmediği kırmızı şarap kadehleri, hiç değişmeyen telefon melodisi, koruyucu babalık iç güdüsüyle sanki Mankell’in annesi onları bıraktıktan sonra kendisine ve oğluna bakan babasını düşünerek yazdığı izlenimini uyandırıyor. Bir yazar karakterine bunca anlam ve bu kadar acı yüklüyorsa, onun ruhunu kurtarmaktaki çaba, hayatındaki kendi koruyucu figüre duyduğu minnetten olsa gerek. İnsanlar en çok en çok acı çekenleri ve bunu söyleyemeyenleri severler. Karakterinize yaşattığınız acı onun ruhunu kurtarır ve yüceltir. Bu sizi de kurtarır bir anlamda ve özgürleştirir en sonunda.

wallander the 5th woman

—-.—-

Lüzumsuzca çok anlam yüklüyoruz hayata ve hep arayış içindeyiz. Belki hiç gerek yok tüm bunlara. Satranç taşları hiç acı çekmezler. Kimse duymaz ikiz filin ardından bir diğerinin yasını. Kendi küçük hamleleri vardır ve iki taraf yoktur aslında. Sınırlar bellidir. Dimdik dururlar yerlerinden oynatılmazlarsa. Bir taraf kazanır sonunda, karşı taraf içinse mutlak mat/ölüm.

Ötenazi yasağı kaldırılmalı, insanlar gururlu ölmeli. Birkaç kanun koyucu gerizekalının elinde olmamalı her şey. Kimsenin duyguları önemsediği yok bu dünyada.

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑