T2 TRAINSPOTTING

IMG_0470

T2 TRAINSPOTTING :

“Özel tasarım iç çamaşırı seç. Ölmüş bir ilişkiye biraz hayat katmak adına beyhude bir çaba. El çantalarını seç. Yüksek topuklu ayakkabılar seç. Kendini mutlu gibi hissetmek için kaşmir ve ipek seç. Kendini camdan atan bir kadın tarafından Çin’de üretilmiş bir iphone seç ve Güney Asya’da bir mağazdan alınmış ceketinin cebinden çıkarma. Facebook’u, twitter’ı, snapchat’i, ınstagram’ı seç ve tanımadığın insanlara kin kusacak binbir türlü başka yol seç. Profilini güncellemeyi seç. Kahvaltı ettiğini dünyaya duyur ve birinin, bir yerlerde bunu umursadığını umut et. Eski sevgililerini aramayı seç. Onlar kadar kötü görünmediğine çaresizce inanmak için. İlk otuzbirinden son nefesine kadar her şeyini bloglardan paylaşmayı seç. İnsan ilişkisinin indirgendiği nokta dijital bir veriden fazlası değil. Estetik ameliyat olan ünlüler hakkında bilmediğin on şey seç. Kürtaj için bağırmayı seç. Tecavüz şakalarını, kadınlara laf atmayı eski sevgilini ifşa etmeyi seç ve bitmek tükenmek bilmeyen depresif kadın düşmanlığını. 11 eylül’ün hiç yaşanmadığını ve yaşandıysa, sorumluların Yahudiler olduğunu seç. Ne zaman biteceği belli olmayan mesaileri ve işe gitmek için iki saat yol gitmeyi seç ve çocukların için de aynısını ama daha kötüsünü seç. Kendi kendine belki onların başına gelmediğini telkin et. Sonra arkana yaslan ve acıyı, sikko bir mutfakta üretilen adı bilinmeyen bir uyuşturucudan bilinmeyen dozlarda alarak dindir. Tutulmayan sözü seç ve keşke başka türlü hareket etseydim de. Kendi hatalarından asla ders çıkarmamayı seç. Tarihin tekerrür edişini izlemeyi seç. Her zaman hayalini kurduğun şeye ulaşmak yerine ulaşabileceğin şeye ulaşmaya kendini yavaştan alıştırmayı seç. Aza kanaat et ve mutluymuş gibi yap. Hayal kırıklığını seç ve sevdiklerini kaybetmeyi seç. Onlar hayattan ayrılırlarken senin bir parçan da onlarla birlikte ölür. Ta ki bir gün parça parça hepsinin öldüğü güne kadar.  Ve senden ölü ya da diri denebilecek tek bir parça kalmayacak. Geleceğini seç Veronika. hayatı seç.” Seksenli yıllarda uyuşturucu karşıtı kampanyanın iyi niyetli sloganı

“Geldiğim yerde geçmiş unutulan bir şeydir. Ama burada herkes geçmişten konuşuyor.” Veronika

Gözümde canlanır koskoca mazi… Tamı tamına yirmi bir yıl geçmiş ilk filmi izleyişimin üzerinden. Mazi ondan canlanmakta gözümde koskocalığıyla. Acaba titrek sesli Gülden Karaböcek mi yoksa nispeten daha düz okuyan Ferdi Özbeğen’le mi canlanıyor en çok mazim? Cevap veriyorum: İkisi de değil. Bana nostalji yaşatan Danny Boyle ve ekibi oluyor. Neredeyse çeyrek yüzyıl sonra ekip bir kez daha eksiksiz olarak bir araya gelebilmiş. Hal böyle olunca, tıfıl delikanlılar büyümüş adam olmuşlar. Doksanların sonunda yirmilerinin başında olan izleyiciler ve ilk filmi izleyenler için nostaljik bir şölen vaat ediyor yeni film. İşte aradaki fark bu; eskisi ve yenisi. Film ekibi ve dönem seyircisi olarak bizler eskimiş oluyoruz. Yeniler ilk filmi sinemadan ziyade televizyonlarda izlemiş olanlar, bir de yeni film vizyona girince ikinciyi anlamak için ilkini izleyenler. Ama bir parça geçmişi anmanın kime ne zararı olabilir ki? Özellikle de biz eskiler için. Bu arada bu seri için sakın ola ikiden başlamayın, çünkü taşlar oturmayacaktır yerine. Karakterleri kovalayanlar birer hayalet değil, kendi gençliklerinde çünkü-çünki kulağa daha hoş geliyor sanki. Bir de genç Renton’ın Edinburgh(yazıldığı gibi okursanız, hele de memleketinde okursanız aval aval bakacaktır İskoçlar yüzünüze) sokaklarında tüm enerjisi ve sıska bacaklarıyla koştuğu sahneleri görmeniz lazım, mis gibi bir tuvalete daldığını hayal ettiği-adı üzerinde hayale beraber balıklama dalmanız lazım. Gençliğin, geçmişin, nispeten saflığın, uyuşturucunun  verdiği tüm güzel kafalara ortak olmanız lazım.

IMG_0467

IMG_0468

Film Renton’ı canlandıran Ewan McGregor’un koşu bandında son sürat koşarken geçmişi gözlerinin önünde, sanki delikanlılık dönemlerine dönmek istercesine kan ter içinde koşturduğu anlarla başlıyor. Dengesini yitirdiğindeyse kendini yerde buluyor. Ağır ağır çalan “Perfect Day” eşliğinde çocukluklarına gidiyoruz kahramanların. Zaten filmin sırtını dayadığı en büyük başarısı ara ara yad edilen ve peşimizi bırakmayan mazide yaşanmış anlar ve anılar oluyor. İlk filmin ağır toplarından ve en ağır İskoç aksanlı abimiz Begbie ise beyazlamış saçları ve bıyıklarıyla yirmi uzun yılını hapiste geçirdikten sonra, azaltılmış cezai sorumluluk savunması yapmayan yine İskoç aksanlı avukatına saldırmaktayken, akabindeyse çaresizlikten hapishanenin en salağına kendini şişletip hastaneden kaçma planlarıyla uğraşırken çıkıyor karşımıza. Harcanmış hayatı, bol miktarda öfkesi, oğlundan saçma sapan beklentileri ve iktidarsızlığıyla filmin en zayıf halkasını oluşturuyor yine de yazık ki. Ama Robert Carlyle her zamanki… Filmin en saf karakteri olan 15 yıl eroin bağımlısı olmuş agnostik Spud rolünde Ewan Bremner her gideceği yere bir saat geç kalmaktan ötürü kapının önüne koyula koyula en nihayet İngiliz yaz saati uygulamasının yürürlüğe girdiğini gecinden farkediyor. Bir de Sick Boy(Johnny Lee Miller) var limon kabuğu rengine boyadığı saçlarıyla. Halasından kaldığını söylediği barı işletiyor çok çok az müşterisiyle. Burjuvalaşmaya ayak uyduramadığından yakınsa da aynı düşkün hayatına devam ediyor. Öte yandan kız arkadaşını kullanarak gizli kameraya aldığı adamların tuhaf cinsel isteklerini şantaj unsuru olarak kullanıyor ek gelir olarak. Bu zaman zarfında hiç değişmemişsin dedikleri Renton, eroinden uzak durarak, cebinde de kaçırdığı bir sürü para ve kurduğu yeni hayatındaki Hollandalı eşiyle nispeten daha normal-her ne demekse normal-bir hayat yaşamış Edinburgh’dan uzakta. Peki tilki neden dönüp dolaşıp kürkçü dükkanına dönüyor? Renton 20 yıllık zaman zarfında hiç dönmediği ülkesine, şehrine, çocukluğunun geçtiği mahalleye, okul sırasını ve yaşam dilimini paylaştığı arkadaşlarının arasına, ailesini görmeye neden şimdi dönüyor? Üstelik ilk geldiğinde uğradığı baba evinde annesinin hiç acı çekmeden ölmüş olduğunu öğreniyor babasından. Kadın bir gün oğlunun döneceğini ummuş ve odasını olduğu gibi bırakmış. Renton dönüyor, çünkü yolunda gitmeyen şeyler var hayatında. Çünkü aksini söylese de çocukları olmamış karısıyla. Yakınlarda bir operasyon geçirmiş ve stent takılmış kalbine giden yollardan birine. Ayrıca evde de işler pek yolunda gitmiyor ve ikinci dönüşünde artık bir ailesi ve işi olmadığını da itiraf ediyor Sick Boy’a. Aldığı muhasebe kursu sayesinde, küçük bir firmada perakende sektörü için stok yönetimi yapmış bu zamana kadar. Sick Boy’dan kaçırmış olduğu parayı iade ediyor herşeye rağmen. Vicdanı yürürlüğe giriyor çünkü yıllar sonra. Üstelik 46 yaşında, hayatta tanıdık kimsesi kalmamış, evi barkı dağılmış bir adam sonuçta ve her ne olursa olsun serde dostluk var diyen arızalı Sick Boy bile iyi geliyor ona şimdiki hayatında. İntihar etmekten son anda kurtardığı Spud’ı iyi yola kanalize etmeye çalışıyor. Onu eroin harici bir başka şeye bağımlı hale getirmek için uğraşıyor. Kendi bağımlılığını yönlendirdiği şeyinse “kaçmak” olduğunu söylüyor. Her fırsatta geçmişi anan Renton, ondan kaçarak gelmiş bugünlere. Tüm zamanlar içiçe geçmiş aslında. Her kim gelir de benim hayatım çok değişti derse desin, inanmam tek bir sözüne bile. Değişen bir şey yok, daha çok paranın olması ya da az, daha büyük bir evde yaşıyor olman ya da küçük, hiçbiri değiştirmiyor hayatını. Sen yine aynı sensin. Daha çok okudun, daha çok gezdin… başka? Bir gün sen de dönüp dolaşıp kendi kürkçü dükkanına geleceksin. Şans olarak gördüğün bu dünyadan yaşlanarak gidiyor olmak bile, aslında başa dönmek demek ve muhtaç bir bebek oluyorsun tekrar. Başa dönüyorsun tekrar. Onca yıl hiç yaşanmamış gibi. Nitekim herkes özüne dönüyor filmde de, yani başlangıç noktalarına. Bazısı hiç ayrılmamış bile yaşadığı  mahallesinden. Kalanlarsa baba ocağına, mahallesine, Begbie bile 20 yılını geçirdiği hapishane günlerine dönüyor en nihayetinde. Tüm bunları kronolojik sıraya göre hatırlayıp yazmaksa Spud’a düşüyor. Filmin Irvine Welsh’i de Spud oluyor bir nevi. Renton’ın da en sevdiği arkadaşı olan Spud’lı sahneler filmin unutulmaz anlarını teşkil ediyor. Duvara akseden dev gölgesinden habersiz yaşıyor Spud. Hikayede ve hikayesiyle zayıf kalan Begbie’nin yanı sıra yeşil çoraplarıyla boks dersleri almaya başlarken kendini Raging Spud olarak hayal ederken, ringde tek yumrukla yere serilmesi de fazla zamanını almıyor. Ringlerden küskün değil de yakasını toparlayamaz ve bitik vaziyette ayrıldığındaysa, gençlikleri geçip gidiyor gözünün önünden Edinburgh’un hayaletlerle dolu gotik mimariye sahip arka sokaklarında iken. Sick Boy’un dediği gibi kendi geçmişlerini ziyaret eden birer turist onlar. Ben kendi adıma filmi izlerken kah güldüm eğlendim, kah genç kızlığım geldi aklıma. Bu ve daha pek çok nedenden ötürü T2’yi sevdim ama nasıl sevdim, bir bütün olarak değil de bana hüznü, umudu, kayıplarımla başa çıkmak için uğraştığım günleri, geçmişimi, dayanışmayı, Queen’i, Blondie’yi, Iggy Pop’u, kafa çekmenin-otlu ya da otsuz-güzelliğini şu ayık kafamla ayrı ayrı sahnelerle hatırlattığı ve barındırdığı tüm kargaşaya rağmen ruhumu yatıştırdığı için sevdim. Oooo Dannyboy…

IMG_0471

IMG_0469

Film eleştirilerini okuduğumda hep Trainspotting ile karşılaştırıldığını fark ediyorum yeni filmin. Ben de sürekli bunu yaptım itiraf etmem gerekirse ama neticede bu bir yeniden yapım değil, sadece yıllar sonra gelen ve kahramanların olgunluk dönemlerinde tekrar bir araya geldikleri bir devam filmi ve yönetmen Danny Boyle’un da bence Slumdog Millionaire’den ve birçok filmindense hem daha özel hem de daha özgün bir yere sahip ilk Trainspotting’e göndermeler ve referanslarla dolu bir filmi. Yirmilerindeki pervasız delikanlılarla, kırklarını devirdi devirecek karakterlerin fiziksel ve ruhsal olarak aynı kalması elbette mümkün değil. Gençliğin verdiği hercailiği yıllar sonra yansıtmak da mümkün değil. Bu ikinci filmse Danny Boyle’un çok çok iyi bir yönetmen olduğunu hatırlattı bana ve belki bir parça unutmuş olanlara. 1690 gecesinde yaşananlar kulağa anlamsız gelse de mezhep kavgasının her yerde yaşandığını, siyasi sınıfları dışında yüzüstü bırakılmış insanların hayata tutunmak, kırılan onurlarını onarmak, aidiyet hislerini pekiştirmek ve sosyalleşmek maksadıyla nasıl bir araya geldiklerini gördük bu sahnelerde. Renton sahne almak zorunda kaldığı gecede “Bütün Katolikler ölmüştü” sözlerini söylediğinde anlık bir suskunluğun ardından seyirciler arasında kopan kıyamet ve coşku komik olmakla beraber az sonra Renton ve Sick Boy tarafından tatlı tatlı soyulmalarını engelleyemeyecek ve ATM kartlarına verdikleri aynı rakamdan oluşan dört rakamlı şifreleri yüzünden iki defa yanacaklardı Protestan ve Kraliçe taraftarı beyler bayanlar.

IMG_0475

T2: TRAINSPOTTING

Uyarlandığı kitabın yazarı efsane İskoçlu yazar Irvine Welsh yine küçük bir rolde çıkıyor karşımıza. Meraklılarının dikkatinden kaçmayacaktır ama belirtmesem olmazdı. Bu da benim tarafımdan taslanmış bir ukalalık olsun size. Hala düşündüğüm ve gülümsdiğim anlar kaldı bana T2’den geriye. Hele Bulgar kızımız Veronika’nın bol aksiyonlu videosunu izleyen Renton’ın yüzü bence filmin en efsane sahnesiydi. Hiç yaşlanmasın sıfatlı Ewan McGregor muzip sahnelere yakışan bir isimdir, benden söylemesi. İskoç viskisi fena olmazdı doğrusu, tam da şimdi.

IMG_0472

IMG_0473

STEVE JOBS

the-new-trailer-for-steve-jobs-makes-it-clear-that-sorkin-is-going-to-show-us-the-man-like-never-before

STEVE JOBS

Ben dünyayı değiştireceğim.” Steve JOBS

“Bu gücü, bu eğlenceyi avucunuzun içinde hissettiğinizde bir daha asla geri dönmek istemeyeceksiniz.” Steve JOBS

“Seni seviyorum Steve. Çünkü insanların kazandığı paraları değil, yaptıkları işleri önemsiyorsun.” Joanna Hoffman

Orwell’ın distopik bir dünyayı anlattığı 1984’ten farklı bir 1984 yılında Steve Jobs, bilgisayar mühendisi Andy Hertzfeld ve Polonya asıllı Mac’in satış departmanının başı Joanna Hoffman ile kafa kafaya vermişler lansman öncesi ses demosundaki sorunu halletmeye çalışıyorlar; yaptıklarıysa satirik bir gevezelik. Jobs kendisine “Merhaba” dedirtmekte ısrarcı ve Andy’i hatayı düzeltmesi için-aksi takdirde lansman esnasında, tüm izleyicilerin önünde bir türlü çalışmayan ses demosunun tasarımcısı olarak ayağa kaldıracağıyla-tehdit ediyor.

images-176

Yıl 1998. On dört yıl geçmiş. Jobs bir sürü badireler atlattıktan sonra Apple’a geri dönüyor. Filmin son lansmanı gerçekleşmek üzere. Jobs’ın tabiriyle “şeytanın baş mühendisi Hertzfeld” kapısında. Jobs’ın kızı yüzünden karşılıklı atışıyorlar. Andy ona on dört yıl önceki tehditini hatırlatıyor. Jobs’sa merhaba dedirtip dedirtemediğini soruyor. Elbette ki dedirtmiş ve Jobs ona “Teşekküre gerek yok” diyor.

downloadfile-41

Karşınızda böyle bir adam varsa yapacak fazla bir şeyiniz olamaz. Ama o da yanılıyor ve yanıldığını on dört yıl sonra kavrayabiliyor, o da sağ kolu, iş eşi Joanna sayesinde. On dört yıl önce Time’ın kapağındaki heykel onu hiddetlendirse, röportaj ağlatsa bile, o sene yılın adamı ödüllerinde konuşmadığı halde kan kaybetmiyor. Gerçekliğin bozulma alanı dedikleri, gerçeğin çarpıtılması aslında tüm bu yaşananlar. Time ne yapacağını çok önceden biliyor zaten ve o heykelin, o başlığın altında yatan çok başka anlamlar var. Jobs bir şey kaybetmiyor kısaca. Gazeteciliğin ezik bir parçası dediği Time ve iş dünyası ve Amerika, dehasının, ileri görüşlülüğünün, yapabileceklerinin ve kazandıracaklarının farkında ve bu adam daha yolun başındayken yok olmasına izin vermiyorlar. Arkasında güçlü bir ailesi bile yokken, geleceği vaat edişi akıllara durgunluk verici. Bir ülkenin, bir milletin ya da tüm dünyanın kaderini değiştiren adamlar son derece basit ailelerden çıkıyorlar. Erken yaşta yaşanan travmalar ve cezalar, sonunda ödülleri oluyor. Jandali’nin oğlu Steve dünyayı değiştiriyor. Bir mucit değil, mühendis değil; çok büyük hayalleri var sadece ama aynı zamanda ve en önemlisi çok iyi bir pazarlama uzmanı ve en iyi pazarladığı şey de kendisi ve o isimden yarattığı markası. Büyük resimdeki adamın ta kendisi. Yoksa işletim sistemi olmayan Next’i piyasaya sürmek için reklam yapabilecek bir başka isim yoktur herhalde dünyada, bir şarlatan dışında. Bir araba var ama motoru yok. Kaporta sağlam ama motor diye ancak biraz olsun ilerleyebilmesi için içerisine yerleştirilen bir golf arabasının motoru var. Yani siyah küp görebileceğin en havalı siyah küp aslında ama, ama’sı var işte.

images-137

Jobs’ın kafası zehir gibi çalışıyor, oyunu sert oynuyor, hazırcevap, kibirli, küstah, kırıcı, aşağılayıcı, satirik(Yentl Joanna, toprakağası Chrisann, şeytanın baş mühendisi Hertzfeld sevimli benzetmelerinden sadece birkaçı), hırslı, alttan almayı bilmeyen ama yeri geldiğinde tavır koymasını bilen, her şeye ve herkese baş kaldıran, sonuna kadar fikren ve zihnen çarpışan ve genellikle kazanan, insanların kendisinden nefret etmesini umursamayan ama tıpkı Julius Caesar gibi etrafının düşmanlarla çevrili olduğunu düşünen ve al ya da alma haricinde asla üçüncü bir seçeneğin varlığını kabullenmeyen ama özünde ve neticeye neden olan başlangıcında duygusala bağlamanın iyi bir şey olduğunu düşündüğümden olsa gerek Steve bir evlatlık sadece. Üstelik de istenmeyen bir evlatlık. Avukat bir çiftin bir ay içerisinde kız isteriz biz diyerek fikrini değiştirerek ailesine geri iade ettiği siyah beyaz bir televizyon sanki. Biyolojik annesiyse fakir oldukları için varlıklı, iyi eğitimli ve Katolik bir aileye evlatlık vermek istiyor onu. Ama o da mümkün olmuyor. Hayatındaki yitik baba figürünü dolduran isimse zamanında önüne seçenek sunduğu ve, ya ömrünün sonuna kadar şekerli su satarsın ya da dünyayı değiştirirsin diyerek aklını çeldiği Pepsi’nin CEO’su varlıklı, iyi eğitimli ve Katolik John Sculley oluyor. Biyolojik babasının restoranına götürüyor onu. 1983 yılında o restoranda geleceği okuyor ona Steve, sağ elinin yerinde tüm insanlığın eli olacak derken. Hem de dünyadaki herkesin. Dehası şaşırtıyor insanı. Zeka seçilmişe verilse de, kullanabilmeyi başarmak ve onunla baş edebilmek mühim olan ve bunu başarıyor yani zekasını alt edebiliyor kendince. Sakin görüntüsü, dünyayı daha iyi bir yer olarak görebilme hayali olan müzisyenlerin sözlerini önemsemesi ve bir slogana dönüştürmesi, dolaylı da olsa İkinci Dünya Savaşı’nı asıl kazanan kişi olarak Alan Turing’i anmadan geçmemesi bir yana, içinde kopan fırtınalardan bir anafor dalga dalga yayılıyor her geçen gün. Zen budizmine inanan ve bu uğurda beraber yol aldıkları Kubun’un sözleri geliyor insanın aklına: “Hayatımızın önemi, mükemmel şeyler yaratmakta saklı değildir. Apple, IMAC bunlar seni tamamlayan şeyler olamaz. Apple kuduz köpeğin olmasın”.

images-235

images-86

Tanıtımlar esnasında değil de, hazırlık aşaması yani hemen öncesi sorunlu geçiyor Jobs açısından. Bizim göremediğimiz perde arkasındaki koşturmacanın matematiğinde gerginlik, telaş ve gerilim var. Jobs’ın sorunsuz ve kavgasız lansman öncesi yok hemen hemen. Yukarıdaki salonda kalabalık çığrından çıkmış, alkışlarla salon yıkılırken o artık özel olmaktan çıkmış hayatının insanlarıyla çatışıyor hiç durmadan. Ama profesyonellikle tüm bunları aşıyor, sinir içinde kalsa da işine konsantre olması uzun sürmüyor. “Tüm tanıtımlardan beş dakika önce herkes bara gidip içiyor ve bana gelip gerçekte ne düşündüğünü söylüyor” derken haklı olmakla birlikte insanları bu noktaya getiren de kendisi oluyor her zaman. Çevresindeki insanlar onun tek bir övgüsü için ölüp biterken, o görmeden geçiyor. Çalışanların kendisinden ödü kopuyor. Wozniak’ın tüm ısrarlarına rağmen Apple’a teşekkür etmeyi reddediyor, zamanında kızını da reddetmişti. Aynı anda hem iyi hem de yetenekli biri olabileceğini kabul edemediğinden kaynaklanıyor bütün bu gerilim. Jobs’ın doğasında hep bir şeylerin üstesinden gelmek var. İkinci lansman öncesi baba bildiği Scully’i alt ettikten sonra Joanna’nın yanına hiçbir şey olmamışçasına geliyor. Basamakları kullanmak yerine, trabzandan kayıyor pür neşe. Tap dansı yaparcasına takip ediyor Joanna’yı. Başarmaktan, üstesinden gelmekten, yenmekten ötürü dışına taşan bir enerji üzerindeki.

Steve-Jobs-Michael-Fassbender-Jeff-Daniels

images-298

Filmde Jobs’ın parayla olan tuhaf ilişkisine tanıklık ediyoruz. Apple’ın hisse değeri 441 milyon dolardan fazla iken, DNA testi sonucu öz kızı olduğu ispat edilen tek kızı ve annesine mahkemenin belirlemiş olduğu 385 dolardan fazlasını kavga dövüş veriyor ancak. Bu yıllar sonra da değişmiyor. Kızı Lisa büyüyüp de genç kız olduğunda onu üniversite harcını ödememekle tehdit ediyor. Andy ödüyor onun yerine, Hertzfeld olan. Ona da bozuluyor. Kararlarını geçersiz kıldığı, kızına terapiste gitmesini salık verdiği için ve daha da birçok şey için. Kendisi de zamanında istenmemiş olduğundan belki de, o da kızını ister, sever görünmek istemiyor. Beş yaşındaki çocuğun yüzüne Lucy ismini verdiği bilgisayarla adlarının aynı olmasının “tesadüf” olduğunu söylüyor. Andy’nin söylediği gibi-Hertzfeld olan, yedi başlı kobra simgeli Simbiyonez Özgürlük Ordusu’na katılıp Patty Hearst gibi banka soymadığına şükretmesi gerekirken, zıtlaşıp duruyor anne kızla. Öte yandan bir proje olan Lucy, Apple tarihinin başarısızlıklarından biri olup çıkıyor. Scı

images-80

images-66

Steve Jobs rolündeki sarışın aktör Michael Fassbender çok enteresan bir Jobs’la çıkıyor seyircinin karşısına. Fiziksel olarak bire bir benzerliğin üzerinde durmadığı belli. Zaten Suriye kökenleri olan birini oynamak için fazla Avrupalı kaçıyor, zaten böyle bir benzerliğe de gerek yok ve zaten Hunger / Açlık’tan beri takip ettiğim (çok) yakışıklı aktör ortaya yine harika bir iş çıkartmış. İkili diyaloglardaki güveni müthiş, üzerinden gelemeyeceği bir senaryo yok gibi. Uzun diyaloglarla bezeli senaryoyu ezberlemekte bulmuş çareyi. Kontrollü oyunculuğuyla Fassbender’i unutturuyor göz göre göre. Doğuştan yetenekli bir aktörün artık ödül alması gerekiyor. Yan rollere gelirsek hepsi de kendi çapında son derece başarılılar. Kate Winslet’in canlandırdığı Joanna Hoffman ile 1998 yılına dek tam on dokuz senedir beraber çalışıyorlar ve Jobs ona sonunda neden birlikte olmadıklarını sorduğunda çünkü aşık değildik diyor. Hayatını işinde yaşayan bir adam için bu olasılıklar dahilinde ve iş eşi rolündeki tamamlayıcı ve toparlayıcı Winslet ve diğer oyuncular Jobs’ın gölgesinde kendi üzerlerine düşen vazifeyi yerine getiriyorlar usul usul ve hepsi de başarılı. Öte yandan Shallow Grave ve Trainspotting’den beri yönetmen Danny Boyle’un en iyi işi bu, benim gözümde. Çok zor bir metnin, çok zorlu bir karakterin ve bütün her şeyin kontrolünü kaybedip elinden kaymasına izin vermeden onca karmaşanın içinde derli toplu bir şekilde beyazperdeye aktarılmasını sağlayabilmiş. Duygu sömürüsüne kaçmayan senaryosu Aaron Sorkin’in elinden çıkma ve filmin büyük başarısı da bunda gizli. Jobs, Sculley’e erkekler böyle yapar derken, filmin alttan alta erkeklerin ve onların şekillendirdiği iş dünyasının hallerini gösteriyor olması dikkat çekiyor. Yol gösteren, yol açan, sert oynayan çocuklar bunlar ve arkalarında iz bırakanlar bu tavrı koyabilenler oluyor. Tüm bu lanetliğin altında yatan neden bu. Neticesindeyse erkekleri anlatan ama sadece erkeklere hitap etmeyen bir film olmuş “Steve Jobs”. Klasik biyografilerden uzak, Jobs’ın mesleki anlamda en kritik dönemlerini, zorlu evlat serüvenini, çevresindekilere kök söktürüşünü tüm çıplaklığıyla gözler önüne seren, kimsenin hakkını yemeyen, benim biraz geç kaldığım çok çok başarılı bir film olmuş. Belki senenin en iyisi değil ama en iyilerinden. 

images-226

images-111

images-95

images-91

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑