BACALAUREAT – MEZUNİYET

downloadfile

BACALAUREAT – MEZUNİYET :

“Bazen önemli olan tek şey sonuçtur.” Eliza’nın babası Romeo

“Bazen hayatta geçerli olan tek şey sonuçtur.” Eliza’nın babası Romeo

“Hayattaki bazı büyük adımlar küçük detaylarda gizlidir ve bazı fırsatlar kaçırılmayacak kadar büyük olur.” Eliza’nın babası Romeo

“Seni dürüst biri olarak yetiştirdik ama dünya böyle bir yer işte ve bazı durumlarda onların silahlarıyla savaşmamız gerekiyor.” Eliza’nın babası Romeo

“Bir trafik kazası olmuş. Dört ölü varmış. Biliyorum, çünkü kardeşim cenaze levazımatçısı ve bilgi için ambülans şoförlerine para veriyor. Çok fazla rekabet var efendim.” Emniyet Ressamı

Cristian Mungiu’nun benim izlemiş olduğum üçüncü uzun metraj filmi “Mezuniyet”, “4 ay, 3 hafta, 2 gün” ve “Tepelerin Ardında”dasından sonra gelen. Yine bir yönetmen olan George Miller başkanlığındaki 2016 Cannes Film Festivali Jürisi en iyi yönetmen ödülünü layık görmüş kendisine bu defasında. Üstelik bu kıymetli ödül öyle kıymetli bir ödülmüş ki Olivier Assayas ile aralarında kardeş payı yapmayı uygun görmüş ne yardan ne de serden geçmeyi sevmeyen kıymetli Cannes Jüri Üyeleri. Romen sinemasının en özgün adamlarından Mungiu ise sıradan hayatlar yaşayan mütevazi karakterlerinin omuzlarına kaldırabilecekleri miktarda sıkıntılı durumlar yükledikten sonra sistem eleştirisi yapmaya devam ediyor yine tüm ağırlığıyla ve evet ağırlık çünkü eğer sinemada dolayısıyla filmlerinizde bir ağırlık yoksa eğer bu tip ödüller öyle kolay gelmiyorlar önünüze. Hala Türkiye sineması yok maalesef ama Nuri Bilge Ceylan sineması var adından söz ettiren. Yılmaz Güney yaşıyor hala tüm başkaldırısı ve öfkesiyle. Öte yandan bir Romanya Sineması var ve Mungiu sineması da var buna ek olarak. Siz sormadan cevap veriyorum bu sefer de; çünkü ” HOŞGÖRÜ”. Var. Hissedilir şekilde hem de. Neden Türkiye ile Romanya’yı karşılaştırdığıma gelirsek eğer, Avrupa Birliği içerisinde nüfusunun büyük çoğunluğunu Ortodoks Hıristiyanların oluşturduğu en dindar ülkesiyle iyi anlamda sayılmayacak ne kadar çok benzerlik olduğunu özellikle yönetmenin bu son filmini izledikten sonra görüyoruz ama her ne olursa olsun bu kadar sert ve derinden ve de aleni sistem eleştirisi yapan, hele ki aldığı ödüllerle dünyada ses getiren bir yönetmeni havvaalanına adımını attığı andan itibaren vatan haini diye linç etmeden yaşatmazlardı Türkiye’de. Silivri’de bir başka çözüm olabilirdi bu tip sanatçı kavramını yalnızlaştırmak, ıssızlaştırmak, eğer çıkabilirse de şaşkınlaştırmak için. Günler, aylar, yıllar boyunca tıkıldığı dört duvar arasından çıktığında nasıl görünebilir ki insan? “ŞAŞKIN”. Girdiğinde nasılsa, öyle yani.

35e703ed-b67d-4446-84be-9e29585f5ad8

Film Romanya’nın Cluj şehrinde geçiyor. Yönetmen filmin ilk saniyelerinde bizi olayların büyük kısmının geçeceği semtin yüksek apartmanlarla çevrili bir mahalle manzarasının önüne götürüyor. Bir taraftan kimin kazdığı belli olmayan bir çukurun içinden bir görünüp bir kaybolan kürek tutan elin fırlatıp attığı toza toprağa bakıyoruz uzunca bir süre boyunca. Çok çeşitli okumalara açık bu sahnenin ardından Romeo isimli doktorumuz, onun kütüphanede çalışan mutsuz ve depresif eşi ve biricik kızlarının hayatına dahil oluyoruz bir anda, tıpkı evlerinin camını kırıp içeri giriveren taş gibi. Bu ve benzeri bir sürü aksilik peşlerini bırakmıyor ailenin film boyunca. Yolda giderken bir köpeğe çarpıyor ya da köpek onun arabasına çarpıyor, arabasının sileceklerini bükülmüş buluyor, bir kez daha ama bu sefer arabasının camı taşlanıyor ve bir sürü aksiliğe yol açan olay gerçekleşiyor; kızları Eliza okulunun hemen yanındaki inşaatta tecavüze uğramaktan son anda kurtuluyor. Romeo bu talihsiz olayı sevgilisi Sandra’nın evindeyken öğreniyor. Kızlarının sıkıntısında kenetleniyor aile. Sağ bileği incinen Eliza’nın kolunu alçıya alıyorlar. Eylül’de Londra’da iki farklı yerden Psikoloji bursu kazanarak üniversiteye başlayacak olan kızlarının final sınavları iyi geçmek zorunda. İşte asıl hikaye bundan sonra başlıyor: Bir babanın kızı için ve onun geleceği için paralanmasına şahit oluyoruz film boyunca. Saygın bir doktor kimliği olan, yaptığı ameliyatlardan bıçak parası almayan, hayatı boyunca ödün vermemiş adam kızı için umarsızca, bulduğu her dalı çekiştirmeye başlıyor. Haliyle de başına karlar yağıyor. İsmi akıllarda kalmasa da çok tanıdık bir yüzle karşılaşıyoruz filmde. “4 ay, 3 hafta, 2 gün”deki kızların yaşamına bir kabus gibi çöken doktor bu sefer de dul ve bir kız babası yardımsever ve misketle öfke kontrolü sağlamaya çalışan polis şefi rolüyle çıkıyor karşımıza. Emniyetteki ressamın vaftiz babası olan eski gümrük başkanı, şimdiki belediye başkan yardımcısını devreye sokmak hususunda aracı oluyor Romeo’ya kızının sınavı için. Yukarıdan, nüfuzlu bir tanıdık-çok tanıdık geldi değil mi, derdine deva olacak kızının meselesi hususunda. Karşılığında ise karaciğer nakli bekleyen siroz hastası başkanı ulusal nakil bekleme listesinde üste çıkarmak için Bükreş’te Sağlık Bakanlığı’nda çalışan bir yetkiliyi arayacak. Polis şefi arkadaşı sayesinde belediye başkan yardımcısına, belediye başkan yardımcısının vasıtasıyla da sınav komisyon başkanına ulaşıyor Romeo. Prensipte zamanında kendisi ve karısı için aklına gelse bile asla taviz vermeyeceği ne varsa yapıyor teker teker kızı için. Annesi ise tüm bunların adil olmadığını, daha hayatının başında olan kızlarının omuzlarına çok ağır bir yük yüklediklerini düşünüyor. Baba ise tüm bu yozlaşmayı, çürümeyi ve kendi harcanmışlıklarını görmekten bıkıp usanmış, kararını vermiş artık. Kendi deneyip de başaramadıklarını, Eliza yapacak. Hiç de kayıp sayılmayacak kızının kurtulması ve iyi bir hayata sahip olabilmesi yaşam amacı oluyor. Bunun için de onlardan daha medeni olduklarını düşündüğü İngiltere ve dolayısıyla İngiliz halkının kızı için tek kurtuluş yolu olduğunu düşünüyor ve kızının vermesi gereken kararları kendi kendine veriyor önden önden. Bu arada kendisi çok etik mi davranıyor? Hayır. Evli olduğu halde bir sevgilisi var. Karısı zaten biliyor ama kızı sonradan öğreniyor. Yaşadığı yerdeki hiçbir şeyi değiştiremeyip, kızını uzaklaştırmaya çalışıyor. Kızı için prensip edindiği mesleki ahlakını hiçe sayıveriyor ve kırmızı çizgiyi hiç düşünmeden geçiyor. Sabit fikirli. Hiç hırçınlaşmıyor, hiç sinirlenmiyor. Düşünüyor ve hep yüksek sesle ifade ediyor tüm bu düşüncelerini. Örneğin kızının burada hayatını idame ettiremeyeceği düşüncesi yerleşmiş aklına. Onun burada kalması çok büyük bir hata ve eğer bu hatayı işlerse bunca yıl boş yere uğraşmış olacaklar karı koca ve evlilikleri boyunca birbirlerinden uzaklaştıkça ellerinde kalan tek ortak amaçlarının üzerinde bir çeşit adanmışlıkla çalışmış durmuşlar ki buradan o anlaşılıyor. Öyle ki sevgilisinin oğlunu benimsemiyor hiç, önemsemiyor da. Varı yoğu kızı. Sürekli patlayan camlarının sorumlusu bulunamasa da, küçük oğlanın taşlama merakı ve öne sürdüğü neden başlı başına yeterli sebep teşkil ediyor aslında. Onun dışında yumuşak bir baba, kızının üzerine titriyor. Sigara içmesine müsaade ediyor, motosiklet kullanmasına da. Bekaretini kaybettiğini bir doktor arkadaşından öğrendiğinde, karısına, Eliza söz konusu olduğunda sır saklamamakta anlaşmış olduklarını hatırlatıyor. Romeo bir saplantısını gerçekleştirmekte sakin bir tonda ama var gücüyle çabaladıkça, etrafındaki kadınlar daha mantıklı düşünür hale geliyorlar. Karısı daha aklı başında konuşuyor, kızı kendisi için ne iyi ne kötü kendisi ne istiyor diye düşünmeye başlıyor. Büyükanne de dahil olmak üzere gitmenin gerçek bir kurtuluş olup olmadığını düşünmeye başlıyor insanlar.
images-6

Filmin tirajikomik sahnesinin kahramanı, hakkında usulsüz işler yapmak ve görevi kötüye kullanmaktan yakalanma kararı çıkartılmış, şu an hastanede yatmakta olan belediye başkan yardımcısını sorguya çekmekle görevlendirilmiş iki cumhuriyet savcısından az konuşanın günümüzün modası olan her lafa bir aforizmayla cevap verme hastalığı gibi kah İncil’den kah atasözlerinden yaptığı alıntılarla olay üzerinde soruşturmanın dışında her şeyle meşgul bir havada. Aklına eseni söyleyiveriyor. Soruşturmadan çok, şu anla ilgili sanki, kavanozların içinde ne var, Romalılar ne demiş, İncil’de böyle demiş gibi. Mungiu’nun Vlad Ivanov’dan sonra fetiş oyuncusuna dönüşebilir Yılmaz Özdil’e bir hayli benzettiğim Lucian Ifrim. O kadar müsait ki!

“4 ay, 3 hafta, 2 gün”le bir tabibi eleştirdiği için Romanya Tabibler Odası’nın, “Tepelerin Ardında”da çağın gerisinde hatta hangi çağın neresinde olduğu anlaşılamayan Ortodoks Kilisesi’ni eleştirdiği için Romanya Ortodoks Camiasının, son filmiyle de rüşvet, iltimas ve yolsuzlukla işlerini görmeyi öğrenmiş, ilkesizleştirilmiş birçok meslek grubu insanını içine alan genel bir sistem eleştirisi yaptığı için de Romanya’daki birçok meslek grubunun ve onların destekçisi hem kindar hem dindar vatandaşların ülke marşı eşliğinde “sistematik” bir şekilde uyguladığı toplu lince maruz kalmadan, vatandaşlıktan çıkartılmadan, yargılanmadan, hapse atılmadan, başvurduğu ülkelerden kapı vizesi beklentisine düşmeden yaşamını sürdüren Cristian Mingui’nin uzaklardan destekçisi ve takipçisi olarak diyorum ki sadece gel ve bu filmleri burada yap ki gerçek yiğitliğini burada test edelim. Söz veriyoruz her tür linç girişimini önleyeceğiz ama sen de yeni gelen yılı barda pavyonda kutlama, yanlış yerlerde bir boş anında Istavroz filan çıkarmaya da kalkma, bir de Romen başına geceleri yokuş yollara çıkma.

Bu filmden sonra hoşgörülü insanlar ülkesi Romanya ile ilgili bilmek istediğiniz her ne varsa faydalı bilgiler barındıran bir linç çok pardon link var aşağıda.

http://romenhavasi.com/

BATI KARADENİZ, BİRİNCİ BÖLÜM : AMASRA

20161102_172424

BATI KARADENİZ BİRİNCİ BÖLÜM : AMASRA

“Deniz medeniyettir.” Alexander Dubcek

İLK MOLA: ANKARA

Nevşehir’den Ankara’ya, oradan da kuzeye doğru yol alacağım. Bunlarsa benim sözde planlarım. Dı. Gerçeklerse Elmadağ’daki berbat tipi ve otobüsteki yolculara muavinin yaptığı emniyet kemeri uyarısının ardından görüş mesafesinin giderek düşmesi. Kasım, aralık ve ocak aylarında mevsim normallerinin üzerinde seyredeceği söylenen hava durumu, bir gün, bir akşam üzeri belki bir anlık kızgınlıkla yerini kara bırakıveriyor ve şansım beni Nevşehir ve Ankara arasını beş buçuk saatte aştıktan sonra, zorunlu Ankara molasına sevk ediyor. Maltepe’de oturuyor Hale. Karayolunda daha fazla telef olmamak için metroya biniyorum. Yüksek yüksek binaların giriş katlarının camekanlarını süsleyen ellerinde sazlarla stüdyoda çekilmiş yağız Anadolu delikanlılarının saza ve söze davet içeren, aynı zamanda buram buram testesteron kokan fotoğrafları süslüyor mekanları. Ciğerci, kebapçı derken bir pastaneye oturup başlıyorum arkadaşımı beklemeye. Bir el var sanki tam arkamdan dürtükleyip duran. Sesler önce fısıldaşmalar şeklinde geliyor kulağıma. Sonradan netlik kazanıyor aynı şehrin sesi. Tüm bu fısıltılar dörtnala geldikleri noktalardan sonra, merkezde toplanarak onun sesine dönüşüyorlar bir anda. Bu o: Ankara. Tüm haşmetiyle de şimdi, şu an tam karşımda.

20160822_111549

20160821_213548

-Nörüyon Ankara?
-Nörim!
-Sen nörirsen güzel örirsin.
-Yani?
-Adın çıkmış marşlarda “Ankara Ankara güzel Ankara” diye.
-O eskidenmiş. Canım. Garımda 109 can, Merasim Sokak’ta 29 can, canım Güvenpark’ım da da 8 can verdim ben. 15 Temmuz’da da semalarımı şenlendiren jetler vardı. Hayalet kent olmadıysam, bil ki başkent olduğumdandır. Beş milyon küsur can’ın ne kadarı bırakıp gidebilecek işi aşı? Barınmaya devam ediyorlar çaresiz. Bense bir baba gibi taşıyorum onları.
-Belediye napıyor belediye? Çalışıyor mu Melih başkan?
-Benim oy verme yetkim yok. Canım. Partiler ve zihniyetler üstüyüm ben. Kimsenin tapulu malı da değilim üstelik. Yerim çoktu verdim, insanlar başlarını soksunlar istedim. Bozkırın ortasında komşularım olan illerle geçinip gidiyordum yoksa. Sonradan karaborsaya düştüm, değer bilmez, sahiplenmek nedir bilen insanlarca zaptedildim istemeden. İnsanoğlu çiğ süt emmiş, hayallerinden büyük hırsları var. Canıma okudular kıymetim anlaşılınca. Mustafa Kemal iyiydi hoştu, çok gururlandırmıştı beni zamanında ama şimdi düşünüyorum da keşke başkent olarak beni seçmeseydi. Ne bileyim bir Çankırı ya da Kırıkkale başkent olabilirdi pekala. Kıskançlığım yoktur benim. Keşke onlardan biri olaydı da ben de sakin başımla kalabilseydim. Çok başımı ağrıtıyor trafik, siyaset, terörün her türlüsü… En sevdiğim yerlerim mezarlıklarım. Valla. Huzur buluyorum onlarda. Sessiz sessiz yatıyorlar. Ne kavga var ne dövüş. Ne sitem var ne riya. Tek beslendikleri şey sükunet. Keşke daha çok olsa onlardan.
-Tövbe de! Tüefsin yahu. Dilinin buğusuna kapılırsın bak sonra.
-Kopsun dilim. Kessinler dilimi. Yazarlar beni en kötü ihtimalle. Evet ama öyle. Bıktım ben insanların hiddetinden, şiddetinden tepemde. Çok şiddetli migren ağrılarım tutuyor bazen.
-Hadi canım sende. Ankara’nın migreni mi olurmuş.
-Neden olmasın? Canım. Kanser bile olabilirim. Ben bu ülkenin başkentiyim. Tüm sıkıntılar bana, tüm şikayetler bana. Gel bir günlüğüne benim yerime geç ve gör bakalım çektiklerimi. Arazi mafyası bende, Anadolu kültürünün bir parçası pavyonlar bende. Sabaha kadar başım şişiyor sayelerinde. Tüm Çiçekdağ Ankara’ya indi sanki, sazı eline alan herkes Neşet. Usta tektir malum. Ama anlatmak ne mümkün! Ciğerlerim olan son ağaçlarım da kesiliyor hunharca. Bir sürü gökdelen, bir sürü AVM. Eskiden ne güzeldi Kızılay. Şinasim vardı, Akün’de film izlemek bir ayrıcalıktı. Siz hiç başka yerde duydunuz mu ırmaktan adını alan bir sinema? Kızılırmak ya. Güzeldim ben. Hem de çok güzel. Bir zamanlar. Dost’tan içeriye giren yoldaşlarım, güzel sinemalarım vardı benim.
-Nostaljik gördüm seni.
-Melankolik diyelim. Havadandır. Canım. Kasım’da aşk başkadır.
-Geçer.
-Ne geçmesi. Irzıma geçilmişken benim, ne geçmesi. Batsın bunların politikası. Rantı. Küçük hesapları. Boylarından büyük kazançları. Kirletildim artık dönüşüm yok benim. Ahh migrenim. Off başım başım. Beynimde tümör varsa yandım demektir. Türk hekimlerine emanet etsinler beni. Ölürsem eğer sakın Ankara Belediyesi çelenk göndermesin. Yol yapmaya devam etsinler ve de gökdelen. Bir bildikleri o zaten. Off off. Kur’an bir gece okunur, kırk gece değil. Neşet’in türkülerini çalsınlar arkamdan. Yeter bana.
-…

20161102_161418

ERTESİ SABAH : AMASRA

Çekmiş olduğum fotoğrafları ayıklamayı bırakmayı başarabilirsem, bitkiörtüsel değişime şahit olabileceğim ama mani olamıyorum kendime. Ankara’dan coşku içinde ayrıldığım geliyor bir yandan aklıma, kurtuldum kurtuluyorum senden sevimsiz şey diye diye. Bir akşam ve bir gece yetiyor başkentte. Benim için böyle. Hep böyleydi. Bundan sonra da böyle. Ankara’dan Amasra’ya gitmek üzere yola çıkan Özemniyet firmasına ait on otobüsü içerisindeki yolcu sayısı dört saatin sonunda altı’ya düşüyor ve bu altı kişinin altıncı kişisi bendenizim. Önü dörtleyenler kadınlar korosu. Özgürlüklerini ilan etmiş sokaklara fırlamışlar sanki. Kadınların coşkulu hakimiyetinden korkan şoför ve muavinden gayrı tek erkek yolcu olan önümdeki koltuğu işgal eden adamsa pencere kenarına tünemiş de adeta ha uçtum ha kaçtım misali tekinsiz vaziyette manzarayı izlemeye sığınmış sanki sessizce.

Ankara’ya göçmek üzere konmuş göçmen kuşunu oynamama sebebiyet veren dondurucu hava yerini ılıman bir iklime bırakıyor Amasra’ya iner inmez. Şehrin içerisindeki garaja bırakılıyorum. Şirin, küçük bir kıyı kasabası görünümünde burası. Bavulunu çeke çeke git dilediğin yere, git gidebildiğin kadar. Sükunet hakim sokaklarına. Memurlar işyerlerinde, esnaf dükkanlarında. Ortalık süt liman. Taşkınlık yapsan tımarhaneye kapatılırsın. Halk sorun çıkaran biriyle karşılaşmayalı uzun zaman olmuş gibi. En işlek sokaklarında dolaşıyorum, bitiyorum iyi anlamda bu huzurlu ortama. Yaz bitmiş, herkes evlerine çekilmiş sanki. Bir günüm var. Dolayısıyla sınırlı sayıda saat var taraflarınca kovalandığım. Bu ise beni kabına sığmaz yapıyor. İçim içime sığmaz oluyor.
Adını, Kraliçe Amastris’den almış Amasra. Şehrin ilk sahibiyse Amazonlarmış. Sene 1460’ı gösterdiğindeyse Fatih Sultan Mehmet tarafından “savaşsız” fethedilerek Osmanlı İmparatorluğu’na dahil edilmiş. Arada geçen uzuun zaman zarfındaysa Fenikeliler, İonyalı’lar, Karyalılar, Akalar, Persler, Pontuslular, Romalılar ve Bizanslılar yurt edinmişler bu toprakları. Toprak dediğim 7 tepe, bir yarım ada, iki ada ve iki körfez imiş. Rivayete göreyse fetih öncesi şehre tepeden bakan Fatih, hayranlığını şöyle dile getirmiş: “Lala Lala acep Çeşm-i Cihan bu m’ola?”
Ülkemizde turizmin başladığı yer olarak bilinen Amasra bu mevsimdeki sakinliğinin aksine yaz aylarında iğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalık bir sayfiyeye dönüşüyormuş. Altyapı yetmiyor diyorlar. Evler pansiyonlara dönüştürülmüş çoktan. Oturanların üçte biri yerli halkmış, kalanlarsa Karabük ve Kastamonuluymuş. Birkaç filmin başrolünde oynamış Amasra. Sayılı miktarda da dizinin. Almanlar bir film ya da dizi çekmişler burada. Nereden mi biliyorum? Çek Tatarı Alexander Dubcek’le sohbet etme imkanım oluyor çünkü. Lakabı Dubcek, kendi ismiyse İsmet. Karadeniz’in hiç bozulmamış Bodrum’u olarak adlandırdığı Amasra’sında balıkçılıkla geçiniyor. Ben gittiğimde ağları tamir ediyordu. Sahne alma tecrübesi oynadığı dizilerden geliyor. Kameraya bakmaması gerektiğini oradan biliyor. Bilgeliği denizden ona miras. Buralarda kaçık havası deriz biz ona diyor. Yaz fırtınaları olurmuş. Böyle göründüğüne bakmamak gerek yani. Ne de olsa Karadeniz. Sonrası süt liman. Amerikan filmleri düğmeye hikaye yazarken, asıl hikaye buralarda, bu insanlarda. Yurtdışı macerasından bahsediyor ki onunki tam macera. Sahil güvenlik tarafından balıkçı tekneleri alıkonuyor ve Romanya Sulina’da ifade vermek zorunda kalıyorlar. Serbest bırakılıp ülkelerine dönesiye kadar da şehrin, ülkenin tadını çıkartıyorlar. Tekne ne oldu diyorum, limanda yatıyormuş daha, Sulina’da. Denizciliğin cilveleri diyoruz. Birkaç fotoğrafını çektikten sonra kendisini ağlarıyla ve düşünceleriyle baş başa bırakıyorum. İmkansız bir puzzle’ı çözmeye benziyor yaptığı iş.

20161102_152318

20161102_152313

Amasra Müzesi’nin bilinmeyen bir süreye kadar, bilinemez de bir süre boyunca kapalı olduğunu öğreniyorum çalışanlarından. Herkes hiç durmadan bilmiyoruz bilmiyoruz diyor. Neyi bilmedikleriniyse kimse bilmiyor. Kendileri de neyi bilmediklerini bilmiyor. Bir sürü bilinmezliğin ortasında bırakılmış bir avuç memuru Kültür Bakanlığı’na havale etmekten başka çare bulamıyorum bir an. Gözlerim nemlenerek ayrılıyorum aralarından. Tarihi eserlerin, heykellerin ortasında kalmış umutsuzlukla bakıyorlar arkamdan(hissediyorum yani). Kurtarın bizi diyorlar(iç ses iç sesi duyarmış). Temizlik işçileri bahçeleri süpürüyor kederli ve yalnız. Müze bir süredir misafirsiz kalmış.
Balıkçılar dönüyorlar. Martılar adres sormaksızın takip ediyorlar onları çığlık çığlığa. Gökyüzünde bağırmak varmış özgürce. Kanat çırpmak ve de. Kuşlar kadar olamıyorum. Ne çaresizliktir insan olmak, karaya tutunmak zorunda olmak. İnsanlarla uğraşmak.
Balıkçılar üzerlerinde su geçirmez kıyafetler ayaklarında çizmelerle sağ salim ikinci yurtlarına dönmüş olmanın verdiği mutluluğun yanı sıra, benim tarafımdan fotoğraflarının çekildiğini fark ettikleri andan itibaren mahçuplaşıyorlar. Üç kişiler ana güvertede ve uzaktan birinin diğerine şöyle dediğini duyuyorum: “Çekiyor, ne yapacağız?” Diğerinin elindeyse hortum bana bakıyor önce, sonra da üstünü başını yıkıyor hortumla çekingen tavırlarla. Arkamdan bir ses şampuan da ister misin deyince, iyice şaşkına dönüyorlar. Bir güncük tuzlu suyla kalacak üstleri başları. Benim yüzünden. Balıkçısı, balıksızı, esnafı o kadar kendi hallerindeler ki fotoğraflarının çekilmesi onları hayrete düşürüyor. Halat atılıyor, az sonra benden kurtulacakları için rahat bir nefes alıyorlar. Bundan sonra sabun şampuanla nerede yıkanırlar bilemem. Ama beni de çok eğlendiriyorlar doğrusu bu yorgun yüzlü balıkçılar.

20161102_153520

20161102_153726

Buradan Bartınlı köylü kadınların bahçelerinde yetiştirdikleri sebze ve meyveleri sattıkları pazara geliyorum. Pazarın adı olan Galla “karılar” kelimesinden geliyormuş. Tam 200 yıllık bir gelenekle karşı karşıyayım. Salı ve cuma günleri kurulan pazarın evsahipleriyse “karılar”. Manda sütünden yapılan manda yoğurdu, keçi peyniri, dağ çileği ve kuruttukları otlar revaçta. Buraya bir kez daha gelirsem pazarın kurulduğu günlere denk getirmeye çalışacağım diyerek ayrılıyorum. Arka sokaklara saptıkça kediler ve köpekler oluyor yoldaşlarım. Her zamanki gibi bir tanesine daha çok kaynıyor kanım. Bakışlarıyla konuşuyor benimle. Köpekler insanlar gibi kin beslemezlermiş sokağa atılsalar da, terk edilseler de. Endişe eder, sık sık kaygılanırlarmış sahipleri için iyi midir acaba şimdi diye. Bu bir bilim adamının çalışmasıymış. Kaynak belirtemiyorum yazık ki. Ama aşağıdaki anlamlı bakışları görünce hak vermek geliyor içimden. Ahh bir konuşabilseler ya da bizler bir havlayabilsek…

20161102_163240

20161102_174516
Ahşap Bartın evleri Amasra’da da var. Ara sokaklar türlü zenginliklere gebe. Hiç ummadığınız anda bir sürü eski püskülüğün ortasında bir zerafetle karşılanıyorsunuz. Yoğurt kabının içinde bitiveren bir çiçek umut veriyor beklemediğiniz bir anda. Ya da eskiliğinden kadife kumaşı yırtılmış Nuh Nebi’den kalma bir sandalye alıp götürüyor sizi kendi çok uzak olmayan tarihinizdeki bir anınıza. Niketas’ın “Dünyanın Gözü”, Diyojen’in “Bir Denge”, Plinius’un ” Zarif ve Güzel” yakıştırmalarına katılmamak elde değil. Amasra zerafetler şehriymiş, gelerek ancak ve nihayet görmüş olduğum. Ama iyi ki de gelmişim. Karadeniz’in saklı cennetini ıskalayacakmışım bilmeyerek. Suçum kabahatimden büyük olacakmış kendi kişisel tarihimde.

20161102_161859-220161102_161842-1

20161102_150435
Çekiciler Çarşısı

Çekiciler Çarşısı’nı geziyorum boydan boya. Çin işgali yaşansa da ağaç oymacılığı sanatı hala taze. Tarihi Kemere Köprüsü ve 250 yıllık “ağlayan ağaç”ı görmek üzere düşüyorum yollara…yollara… Ardıç ağacıymış. Senenin üç ayı boyunca ağlarmış. Kasımda ağlamazmış mesela. Manzarayı izlemek için oturuyorum gölgesindeki kafeteryada. Tavşan Adası manzaram tam karşımda. Kafeteryanın işletmecisi söylediğinde ise ancak anakaraya bir köprüyle bağlı olduğumuzu idrak edebiliyorum. Boztepe’de bulunmaktayım şu an. Yukarıda bir adet deniz feneri ve turistler için olmazsa olmaz bir patikadan tırmanarak çok daha nefes kesici bir  Amasra manzarasıyla karşı karşıya kalıyorsunuz. Ama ağaç ağlamıyor. Ya da mevsimsiz gelmişim ben buralara. Bunu da en çok bomboş balıkçılarından, telaşlı adımlarla sokakları arşınlayan yerlisinin akşam çöktükçe adımlarını daha da hızlandırışlarından anlıyorum. Kimsecikler karanlık çökünce sokaklarda olmak istemiyor. Herkes sıcak evinde, huzurlu huzursuz kollarda olmak istiyor. Gündüz konuştuğum balıkçı İsmet’i görüyorum. O beni görmüyor. Ellerinde poşetler evinin yolunu tutmuş o da. Başsız kalmış yavru kediyi oynamaktan sıkılıyorum. Bir market buluyorum ve soruyorum: “Malt var mı?”

 

20161102_165420
Ağlayan Ardıç Ağacı, Boztepe

Güzel ve güneşli havalarda geldiğimdeyse yapacaklarımı sıralıyorum kendi kendime:

 

1-Küre Dağları’nı keşfedeceğim
2-Güzelcehisar Lav Sütunlarını göreceğim
3-Ulukaya Şelalesinde mola vereceğim
4-Kuşkaya Yol Anıtı’nı fotoğraflayacağım
5-Bartın Irmağı’nda tekne turu yapacağım.

En çok Kuşkaya Yol Anıtı’nı göremediğime hayıflanıyorum. Umarım bir dahaki sefere.

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑