İLK HEDEFİMİZ GİRİNTİLİ VE ÇIKINTILI EGE DENİZİ KIYISINDA KONUMLANMIŞ MUĞLA İLİMİZİN SAHİL ŞERİTLİ İLÇELERİNDEN ÖNCE DATÇA, SONRA FETHİYE : İKİNCİ BÖLÜM, DATÇA ve BETÇE

20180807_142608-01

İLK HEDEFİMİZ GİRİNTİLİ VE ÇIKINTILI EGE DENİZİ KIYISINDA KONUMLANMIŞ MUĞLA İLİMİZİN SAHİL ŞERİTLİ İLÇELERİNDEN ÖNCE DATÇA, SONRA FETHİYE : İKİNCİ BÖLÜM, DATÇA VE BETÇE

ÖNCE KNİDOS :

Datça’da görmediğim tek yer olan Knidos’u ziyaret edeceğim bu defasında. Ukte kalmıştı içimde, o yüzden ne yapıp edip gerçekleştireceğim bu ziyaretimi. Palamutbükü üzerinden çok kilometreler süren bir yolculuk olduğunu öngörüyor sorduğum herkes. Razıyım diyorum ben de. Otelde aldığım sakin bir kahvaltının ardından sakin sakin düşüyorum yollara. Öyle de biniyorum araca. Yollar sakin mi, sakin. Şoförümüz çılgın ve bıçkın sadece minibüsün götürdüğü Knidos’a giden şu virajlı Betçe köylerinin engebeli yolları üzerinde(bu cümleyi tek nefeste okuyacak ve durup yanlış aramayacaktınız!). Yerlisi, yazlıkçısı, çalışanı indikten sonra üç kişi kalıyoruz aracın içinde. Üç Knidos heveslisi olarak acıktığımız takdirde ne yiyeceğiz diyoruz şoföre. Dur size tost yaptırayım bizim köyden diyor. Köyüne telefon açıyor, üç tost siparişi veriyor. Benimki karışmasın diyorum, yani karışık olmasın. Yazıköy’e geldiğimizde mola veriyoruz ve tostlarımızı satın alıyoruz. Sonra da kaldığımız yerden yolculuğumuza devam ediyoruz. Knidos’a vardığımızda saat bir’e gelmek üzere ve antik kenti, akabinde de çevreyi gezmek için az bir vaktim olduğunu görüyorum. Antik kent sıcak kavururken iyice antikleşiyor hem gözümde hem beynimde. Yüz metre ötemdeki denizin hayaliyle geziyorum tarihin içinde. Yukarıda deniz feneri, az ötemdeyse güneşin alnında harıl harıl tarih çıkartmaya çalışan görevliler var. Eli işte gözü oynaşta hesabı, bense masmavi suları kesiyorum uzaktan. Sıcakta pişe pişe insan tarihle hamur misali yoğrulamıyor. Önce can diyor, Kültür Bakanlığı’nın hediyelik eşya satan dükkanına atıyorum aynı canımı. Burası bile daha antik şu an benim için, çünkü kliması var. Alıcı olmayan gözlerle serinlemek için dolaşıyorum minicik dükkanın içinde. Sonra da kendimi can havliyle koyun mavi sularına bırakıyorum. Su problemi olduğundan duş alabilecek yer bulamıyorum. Tuzlu tuzlu haşlanmak üzere bir kez daha düşüyorum yollara. Kahve ve çay molası veriyorum. Üst katı restoran, alt katı kafeterya olarak hizmet veren işletmenin serin bir köşesine sığınıyorum. Nokta atışı yapmış olduğumu idrak ediyorum bir süre sonra. Yan masamda bu yerin yerlisi iki adam oturuyor. Yerel ağızla konuşmaları dikkatimi çekiyor. Birer bira içip, köylerinde kim var kim yoksa çekiştiriyorlar. Tam yerine düştüm diyorum. Çaktırmadan dinliyorum ikisini. Çok fenayım biliyorum. Diğer masalarda turist olarak gelmiş aileler var. Onlar çaylarını yudumlayıp gazetelerini okurken, ben burada adını sakınacağım köylerinde kim kimdir, kiminledir, oğlu kızı nicedir nesi var nesi yoktur tek tek öğreniyorum. Birinin telefonu çalıyor, açar açmaz napıyo sen diyor karşı tarafa. Konuşma erken bitiyor da birbirlerine dönüyorlar aceleyle. Rahatsızlık veriyo mu sene diyor beriki, bilmem kimin bilmem ne oğlu için tarlaları sattırıp duru, her şey onda diyor. Karı kız da var mı diyor beriki, olmamı diyor öteki. Soruph dururlar bekar oğlun var mı deye emme babası cevap veremiyor utancından oğlunun yularını tutamaya. İçki diyor içki diye soruyor meraklı olan, bilen tarafa. Yani diyor, karı kız var diyok, illaki olcek diye lafı yapıştırıyor öteki de. Hıııı diyor diğeri, birbirlerine çok da derin anlamlar yüklü olmayan bir bakış atıp sessizleşiyorlar. Emmiye üzülmedikleri aşikar olmakla beraber, ikisinin de en az bir oğlu olduğunu düşünüyorum. Köy dedikoduları bunlar ama yine de temkinlisinden. Kimsenin kızını çekiştirmiyorlar, bilmem ne emminin oğlunun şanı yürüyor sayelerinde. Emmi tek tek tarlaları sata dursun, bıçkın ve yaramaz oğlu çoktan efsane olmuş dillerde.

20180807_141328-01

20180807_124403-01

20180807_123827-01

ŞİMDİ YAZI, SONRA CUMALI :

Kalkar kalkmaz tuvaletin yerini soruyorum. Sonra da restoranın çıkışına geliyorum. Biri yaşlıca, diğeri genç iki kadın çalışan masaya oturmuş öğle yemeklerini yiyorlar. Mutfakta çalışıyorlarmış. Oturup oturamayacağımı soruyorum. Buyur diyorlar, köylerle ilgili sorular soruyorum onlara. Yazıköy’den Cumalı’ya yürüyerek gidebileceğimi, aradaki mesafenin kısa olduğunu söylüyorlar. Yanımda taşıdığım purodan ikram ediyorum. Genç olanın sigarası bitmiş, hayır demiyor. Öksürtür mü diyor, açılırsın diyorum. Sonra da yanlarından ayrılıyorum. 

20180807_153512-01

20180807_145853-01

20180807_151533-01

Yazıköy’de badem kıran dört kadının olduğu yere geliyorum. Rahat rahat yere oturmuşlar. Benimse dizim, kıçım ve bacaklarım ağrıyor onların oturduğu şekilde. Bir sandalye çekiyorum ben de ve geçip oturuyorum başlarına. Badem kırmaktan vazgeçmeden dolayısıyla başlarını işten kaldırmadan ama beni de ihmal etmeden sorularımı cevaplıyorlar. Beni minibüs şoförü yeğenin Mert gönderdi buraya diyorum grubun yaşça en kıdemlisine. Pakize Hala ne istediğimi soruyor. Meseller, hikayeler, şiir, kısaca ne olursa diyorum. Başlıyor ezberinden içinden Atatürk geçen, Yunanın denize döküldüğü tüm şiirleri okumaya. Makineli tüfek gibi okuyor ezberden. Bu arada kendisi de dahil olmak üzere badem ayıklama işini hız kesmeden sürdürüyorlar azimle. Araya girip bir şey sormama fırsat vermediğinden, dinlemekle yetiniyorum. En nihayet duruyor ağzına sağlık, sizden iyi bir avukat olurdu diyorum. Torunu oldu zaten diyorlar. Son kez düğünlerde dümbelek çalarak yüz açan bir hanımdan daha bahsediyorlar. Nerede diye soruyorum, köy mezarlığında diyorlar. Çalışkan bacıları bırakıp tekrar yola koyuluyorum. Yaş ortalamasının yüksekliği karşılaştığım yaşlı yüzlerin sıklığıyla kendini gösteriyor. Cumalı mezarlığından gördüğüm kadarıyla küçük bir mezarlıkları var. 89 yaşındaki Hüseyin Amca’dan sonra yaşı hakkında kesin bir fikri olmayan Hafize Ana ile karşılaşıyorum. Tahmini bir rakam veriyor. Şu kadar bu kadar derken, orta yolu buluyoruz. Doksan kulağa hoş geliyor. Onun da fotoğrafını çekmek istediğimi söylüyorum. Kapımın önünde çek fotoğrafımı diyor. Evinin kapısına kadar yürüyoruz. Bu yaşlarda baston olmazsa olmazları, bir de ağır işiten kulakları. Kaygısızca poz veriyor o da, tıpkı Hüseyin Amca gibi. Çekinecek bir şeyleri yok. Burada doğmuş, burada büyümüş, muhtemelen de burada ölecekler. Cumalı Köyü’ndeki mezara da gömülecekler. Geldikleri yer belli, gidecekleri yer belli. Aradaki süreyi sokaklarını ezberledikleri köylerinde kendilerini güven içinde hissederek geçirmişler besbelli. Kulakları el verse sohbet edeceğim uzun uzun ama ne mümkün.

 

Cumalı Köyü’ne giden bir araca biniyorum. Yazıköy’ünde hususi araba daha çok diyorum. Knidos’a giderken yol üstünde olduğu için diyorlar. Nihayetinde beni iki dakikada Cumalı Köyü kahvesinin önünde bırakıyorlar. Şaşkınlıkla etrafıma bakıyorum. Neden Cumalı olduğunu sonradan öğreniyorum. Çevredeki beş altı köy ahalisi cuma namazını kılmak üzere tek camili köy olan Cumalı’da toplanırlarmış. Tek cami buradaymış çünkü. Kahveden içeriye giriyorum. Çay kahve servisi yapan bir kadın bu arada. Kendisi buranın işletmecisi de. Kimsenin yadırgadığı bir durum da değil üstelik. Gözünü sevdiğimin Ege’si diyorum burada. Bir soluk almak için oturuyorum ve minibüs saatini soruyorum. Ben ağzımı havaya açmışken bir minibüs geçiyor. Önümde bir saat var ve şaşkınlıkla ben şimdi ne yapacağım burada diye soruyorum. Derken Özdemir geliyor. Tek kardeşli ve henüz ilkokula giden Özdemir. Benimle taş oyna diyorum. Tamam diyor. Onu altı sıfır yeniyorum. Üzerine az evvel üç tanesini bir liradan aldığım elmamdan ikram ediyorum ona. Şimdi yiyemem tokum, sonra yiyeceğim deyip beraberinde götürüyor ikram olan elmasını. Anlaştığımız üzere ben kazanırsam ona dondurma ısmarlayacaktım, o ise bana tuvalet bulacaktı. Oyun sonunda kahvedeki tuvalet erkekler tuvaleti, kahvenin hemen dışındaki de kapalı olduğu için beni götürdüğü bir evin tuvaletine giriyorum. Çıktığımdaysa dünya varmış diyorum. Neden sonra Özdemir gidiyor yanımdan hiç fark ettirmeden, belki o da sıkışmıştı kim bilir. Çocuk, güzel çocuk gitmiş bulundun aniden. Bahçe elmalarından biraz daha satın alıyorum. Yediğim tüm şehir kazıklarını düşünüyorum ister istemez. Sonra da yiyeceklerimi düşüne düşüne durağa doğru yürüyorum. Bir kız geliyor bakkaldan aldığı gazozu içerek. Sonra da şapkasız siperliksiz güneşin altına oturuyor. Pişeceksin diyorum. Yok ben dayanırım diyor. Derken bir kızla oğlan gelip geçerken yanacaksın orada diyorlar kıza. Yok ben yanmicam(yanmayacağım) diyor. Gitmekte olan kızla oğlanın arkasından bakıyorum. Kız dar ve kısa bir kot şort giymiş, üzerinde askılı blüz, ayaklarında parmak arası terlikler. Yanındaki oğlanda sigarasını tellendire tellendire yürüyor. Kahveden çıkanlar, oturanlar ama en çok da ben ve güneşin altında oturan kız bakıyoruz arkalarından onlar uzaklaşıp yok olana kadar. Kimse tek laf etmiyor kızın arkasından. Bir Anadolu Kasabasında şöyle de bir şortla geç bakalım attıra attıra kahvenin önünden Kız afet gibiydi bu arada. Görmesen de dinlemen çok zamanını almaz zaten arkandan edilen dedikoduların. Ege’nin köyleri medeni arkadaşım. Hele Bademler’e git bakalım, herkesin kapısının önünü süpürdüğü, bir tane çöpün sokağa atılmadığı, kızlarının mini mini şortlarla sokaklarında dolaşma özgürlüğünün olduğu… Her neyse kahveden çıkan adamın güneşin altında oturmaktan artık vazgeçen kızın babası olduğunu öğreniyorum yanıma gelip kendini tanıtışından. İzmir’de oturuyorlarmış. Emekli olunca bütün bir yazı burada geçirir olmuşlar. Konuşkan, sıcakkanlı insanlar. Kışın İzmirli, yazın Cumalılılar. El sallayarak uzaklaşıyorum. Datça’nın köylerinden şimdilik bu kadar.

20180807_154613-01
Cumalı Köyü, Betçe, Datça

DATÇA, İKİNCİ BÖLÜM : CUMALI KÖYÜ

 

20160905_112822

DATÇA, İKİNCİ BÖLÜM

GİRİŞ :

Eskisi kadar genç değilim. Sabahın erken saatlerinde uyandığım yataktan çıkmam artık öyle kolay olmuyor. Bir saat daha vücudum dinlense ne olacak sanki? Hiç susmayan beynim bu ve benzeri sorular sorarak düşmüş peşime. Ne yaparsam yapayım karşı koyamıyorum, bırakmıyor ki uyuyayım.”Tüm gün senin nasıl olsa, bir saat ne kazandıracak ki sana? Neyi ıskalayacaksın? Kim bilir neleri ıskalamışken?” Yattığım yerden kırk kere kurguluyorum günümü. Günü bırak az sonrayı. Az sonra yataktan kalkacağım ve az sonra ayaklarım terliklerine kavuşacak. Az sonra yüzümü yıkayıp, bikinimi içime giyip, pet şişenin dibinde kalmış az kalan suyla vitaminimi içeceğim. Aynada yüzüme gözüme bakacağım yine az sonra. Biraz rimel sürerim belki yine az sonra. Yaşlıyım artık, belki beni beğenmezler az sonra. Tek rimel kurtarır mı ki beni az sonra? Az sonralarla meşgul zihnim, bir düşmanmışçasına kovalıyor uykumu. Yitik ve yenik uykumsa ant içiyor saklandığı yerden çıkmamaya. Saya söve kalkıyorum ben de  yeni güne, birazcık daha uyusaydım ne olurdu diye. Yine de ağırdan alıyorum. Hava sıcaktır dışarıda ama odam serin, klima açıktı bütün gece. Tutulmayı başaramasam da, bir parça halsizlik var üzerimde. Tutulmayı istemişim demek ki  ve de yataktan hiç çıkmamayı içten içe.

20160905_121550

 

CUMALI KÖYÜ :

Uzun uzun yolları aşıp da varmak varmış Cumalı köyüne. Dağlar ve üzerlerindeki radarlar dikkatimi çekiyor yol boyunca ilk önce. Çok enteresan bir coğrafyası var yarımadanın. Ne çok dağ, ne çok badem ağacı, ne çok yaprakları gümüşi zeytin ağaçları ve yaşanılası Ege köyleri. İşte onlardan biri de mezarlığında amcamın ve halamın yattığı Cumalı köyü. Kendilerinin bir tane davetsiz misafirleri var bugünlük hiç hesapta olmayan. Tabiri caizse yırtık dondan çıkar gibi çıkan.

Şoför beni köyün girişinde bırakıyor. Jandarma misali köye kim girmiş kim çıkmış rahatlıkla görebileceğiniz bir konumdaki köy kahvesinde konumlanmış köyün delikanlılarıyla merhabalaşıyorum. Delikanlıların hepsi ak saçlı birer delikanlı. Mezarlığın yerini soruyorum ilk önce. Aşağıyı gösteriyorlar. Mezarlık kayıtları bulunur mu muhtarda diyorum. Köylerde olmaz diyorlar. Mezar taşı da olmadığından onca sene önce gömüldükleri yerleri bulmak imkansızmış. Altı yaşında ölen Sahir Amcam ve henüz elli sekiz günlük Benal Halam. Belirsizlikler içinde yatıp durmaktalar. İkisi de menenjitten ölmüş ya da sadece amcam menenjitten ölmüş, okula bile gitmeye fırsat bulamamışken. Ama kendinden büyük kardeşleri okuldan gelmezden önce sofraya oturmazmış. Bekletirmiş sofrayı ablamla, abim gelsin diye. Yaşasaydı bencil olmayan bir amcam olacakmış. Hayat işte. Adımlarım ağırlaşıyor. Hiç görmediğimden midir nedir amcamla ilgili her bir anı acıklı gelir bana. En çok şımarıklık ve züppelikle geçirdiğim hayatıma üzülürüm sonra da.

20160905_120949

20160905_111738

1930’ların ortasında burada yaşamış, İstanbul’dan tayini çıkmış da gelmiş, evli ve çocuklu dedemi soruyorum ahaliye. Burada liman yok ki diyorlar. Gümrükçü dede burada ne gezer diyorlar önce şaşkınlıkla. Ama amcamla, elli sekiz günlük halamı buraya gömmüşler diyorum. Nerede oturduğunu soruyorlar. Reşadiye diyorum. Tek kat, iki gözden olma bir ev vermiş devlet otursunlar diye. Kim bilir hangi imkansızlıklar yüzünden ölmüşlerdir sabi sübyanlar çaresizlik içinde? Seksen sene önce babaannem buralara gelmiş ve dedem gümrük memuru olduğundan her çocuğu bir başka yerde doğurmuş, büyütmüş ve de gömmüş. Bir halam Marmaris, öteki Fethiye doğumlu.Babamsa Reşadiye. Gömüldükleri yerse Cumalı’da.Dedem Palamutbükü’ndeki gümrüğe gider gelirmiş ama Reşadiye’deki tek katlı evlerinde oturmuşlar ailecek yıllar yıllar boyunca. Rahmetli dedem yaşasaydı eğer, tam 125 yaşında olacaktı, ah ya. Bize ne diyorsunuzdur senin hayat hikayenden, amcandan, halandan. Haklısınız da bu da benim gerçeğim ve başkaları için yazdığımı düşünsem de aslında ben tek kendim için yazıyorum tüm bunları. Bir bilseniz neler çektiğimi kendimle baş başa kaldığım anlarda! Hiç geçmeyen huzursuzluğum benim kanserim de bu, kemirir durur içimi hiç durmadan.

20160905_111807

20160905_115020

20160905_120406-1

Kahvede oturan kulağı az işiten ve işitme cihazlı eski toprak bir dede hayal meyal hatırlıyor o dönemleri ve dedemi; ama ne bir anısı var ne de konuşmuşluğu. Mutlak bir cevap alamayacağımı anladığım anda ayrılıyorum kahveden, geldiğim gibi tek başına. Hava sıcak. sokaklar boş. Aşçı kıyafetleri içinde kaldırıma oturmuş bir gençle rastlaşıyorum. Bana bakıyor şaşkınlıkla. Ben de ona. Derken sonradan cenazeye gideceklerini öğrendiğim ve bu yüzden hazırlık yapmış kapılarının önüne çıkmış karı kocayla konuşmaya başlıyoruz. Gülseven ve Cezmi Özdemir. Önce yemeğe sonra içeriye davet etseler de fırsatım olmuyor tekliflerini değerlendirmek için. Beraber köyün yaşlısı dedikleri bir teyzenin evine gidiyoruz. Yere uzanmış yatarken buluyoruz onu serin serin. Zor duyuyor bizi. Sonra iki kadın aynı anda konuşuyorlar. Bambaşka şeyler anlatıyorlar bana. Gelin diyor yaşlı nene, Gülseven Teyze’ye, onun gelini olmadığı halde. Bahçe bitişiğinde kızlarının evleri olsa da yaşlılık ve dört duvar arasındaki yalnızlığıyla başı hoş değil nenenin. İnsan sonunda en büyük imtihanlarını yaşlılık ve yalnızlık yahut böyle her ikisiyle birden sınanarak verebiliyor istemese de. Bu iki amansız kaşık düşmanı, virajı geçebilenleri bekliyorlar sinsice saklandıkları yerde. Sonrası iyilik güzellik diyemeyeceğim. Sonrası çok zor çünkü.

Tekrar başladığımız noktadayız Gülseven Teyze ile. Yani kapılarının önünde. Bana içerden bir torba badem getiriyorlar. Ak, nurlu ve sıra badem olmak üzere çeşitlerini sayıyorlar. Bu sene pırnakıl badem vermiş ağaçlar, toplatacak eleman bulamamışlar. Köyün içindeki badem ağaçlarının bile yemişleri üzerlerinde daha. Ondan mı diyorum börülceyi bile bademli yapmışlar diyorum. Börülce bademli mi olurmuş diyor. Olmamıştı zaten. Ben diyorum cenazeye gidesiye kadar mezarlığa gideyim de duamı okuyayım. Tamam diyorlar. Vedalaşıyoruz ve gitmeden bir fotoğrafımız olsun diyorum beraber. Aşçıya sesleniyorum uzaktaki. Ben yapamam anlamında geri çekiyor kendisini. Bereket yan komşuları var. Veriyoruz pozumuzu, gülüyoruz kameraya. Nasıl çekmişim diyor, güzel cevabını veriyorum ve ancak zır güneşin tepemde parlamadığı otel odamda fotoğrafları görüyorum ve kalıyorum acı içinde. Bir parmak var orta yerde ve de alınlarımız yok. Üçümüzün de. Yine kendimin de dahil olabildiği hiç kadar fotoğrafla eve döneceğim anlaşıldı. Halbuki çok hevesliydim bu seferinde.

20160905_123552

Koşa koşa mezarlığa gidiyorum. Eski Cumalı Mezarlığı. İşte burada yatıyorlar. Uzaktan bakıyorum sadece. Bulmam imkansız nerede olduklarını. Ne dede kalmış ne de nine duyup da tarif edecek olan mezarlarının yerini. Seksen yıla yakın olmuş onlar gideli, toprağa karışıp bedeni terk edeli. Başlarında dua etmek oluyor tek tesellim dönmeden geri. Uzaktan selamsız bandosu gibi sanki Çiçek Abbas’ıyla beni alıp götürmeye gelmişmiş gibi kornalarla inletiyor mezarlığı çok sevgili otobüs şoförüm. Sessiz sakin uykusundakiler de kabulleniyorlar sanki geride bıraktıkları bu fani hayatın kendi garip kurallarına göre devam ettiğine. Öyle. Yaşıyoruz. Nefes alıyoruz. Nefesimiz bitene kadar. Kimimiz ayağını yere basabiliyor ve toprağı hissediyor. Kimimiz seviyor, ama kimimiz daha çok seviyor. Ben kolaylıkla seni seviyorum diyebiliyorum ama dediğim kadar kolay sevmiyorum, dediğim kadar bile sevmiyorum. Nefes alıyorum ama kıymetini bildiğimden bile şüpheliyim. Ayağım yere basıyor ama toprağı hissetmiyorum. Ama kulağım iyi işitiyor ve çağrıya kulak veriyorum. Gülümseme gelip yerleşiyor yanaklarıma. Hayata dönüyorum. Otobüse ve içini dolduran insanlarına. Herkes benim oradaki varlık nedenimi biliyor. Kabir ziyareti. Son derece şüpheli görülebilecek varlık nedenimi umursamıyorlar bile. Aşçı içeride yine. Hülyalı hülyalı manzaraya bakıyor. Yanıma oturan Saliha Bacak’la konuşa gülüşe gidiyoruz. Otobüs cenaze için girilmedik köy bırakmazken, Saliha Teyze sayesinde bir sürü şey öğreniyorum eşrafa dair. Ben sormadan o anlatıyor. Ben bilmezken o öğretiyor. Cahilcesine konuşur dünyayı bilir diyor. Vardır her zaman öylesi. Bilenler takımı, onlardır okumadan bilenler takımı. Yerleri ayrıcalıklıdır, kendileri özeldir ve de seçilmiş. Seçilmiş olmak için illa peygamber olmaya gerek yoktur, peygamberlik iddiası taşımaya da gerek yoktur. Bazen saklı seçilmişler de vardır ve hiç ummadığın bir yerde, bir köyde belki de, çıkıverirler karşına olur olmadık zamanda, olur olmadık şehirlerde, ülkelerde…

20160905_121905

20160905_121758

20160905_121745

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑