YUNANİSTAN, DÖRDÜNCÜ BÖLÜM : MORA YARIMADASI

20160607_204501

YUNANİSTAN, DÖRDÜNCÜ BÖLÜM : MORA YARIMADASI

Yine sabahın erken bir saatinde bu sefer bir adaya değil de, bir yarımadaya yanaşıyoruz: Mora yani Nafplion’a. Bir yanımız denizken, diğer yandan Atina’ya ve tüm Avrupa’ya bağlıyız. Kısaca bir yarımada üzerindeyim ve ne tam bir şehir ne de ada, tam ortasında bir yerlerdeyim kendi çapımda. Osmanlı etkisini hissedebileceğimiz bir yer olduğu söylenmişti gelmeden önce, neyse o his onu hissetmeye geldim ben de. Gemiden iner inmez bir şehir turu satın alıyorum. Yaptığı şu oluyor üstü açık kırmızı midi otobüsün; sizi alıyor ve Palamidi Kalesine çıkarıyor ve bir saat iki saat artık siz ne kadar isterseniz o kadar süre kalmanıza müsaade edip sonra geri toparlayıp tekrar limana bırakıyor. Biz de şirin kırmızı aracımızla birkaç anıt, bir büyük mezarlık ve çeşitli evler geçtikten sonra kaleye varıyoruz. Çift giriş çıkışlı kalenin diğer giriş çıkışı yüzlerce basamaktan ibaret. Vikipedi’de bu sayının 999 olduğundan bahsediyor ve tarihi 1700’lü yılların başına dayanıyor. Yarımadanın kalbine hakim kale uğruna defalarca Osmanlı ve Yunanlıların mücadelesine evsahipliği yapmış ve yer kavgasına düşmüş esnaf gibi mücadele eden iki ülkenin insafına kalarak habire el ve isim değiştirilmesine müsaade etmiş biçare. Sonunda da son sahiplerinin elinde kalmış. Sekiz euro verip içeri girdikten sonra Argolis Körfezi manzaralı fotoğraflar çekiyorum. Keçilere tutuş kabiliyeti verdiğin takdirde en güzel pozları onların yakalayacağını düşünüyorum saf saf ve evet sıcaktan, güneşle aramdaki mesafeyi azaltmış olmaktan, susuzluktan ve tırmanmaktan bunca saçma şey düşünebiliyorum. Ortada bir keçi bile yokken üstelik.

20160607_185404

20160607_090227

7.06.2016 - 1

20160607_085731

20160607_103039
Palamidi Kalesi

Bazen buraya rahat rahat saçmalamak için yazdığımı düşünüyorum. O zaman sinsi sinsi sağa sola bakıyorum ve bir karışanım olmadığından çok daha rahat saçmalar oluyorum. Burada patron benim ne de olsa. Kişisel gelişim, ruhsal aydınlanma, manevi olarak arş’a yükselme, pozitif düşünme, düşündüğünü sentezlemeyle ilgili makaleler okuyarak ben şimdi nasıl yücelip yükseleceğim diye düşüneceğine bunları oku bir kerede. Beni okuyun. Bir insanı okuyun, hiç yaşanmamış hayat bilgisi derslerini değil. Hiç olmazsa ders vermiyorum size. Hayatınızı da değiştiremem. Mümkün değil. Siz de değiştiremeyeceksiniz zaten. Bir başkası da. Sadece bazı ara cümleler var gibi-gibi diyorum çünkü netlik yok her şeyde olduğu gibi ve en umulmadık kişinin ağzından dökülüverir hep en umulmadık şeyler bir şekilde. İşte o cümleleri takip edersen zaten çizilmiş bir yolun kapıları açılıveriyor önünde ama o cümleler en süssüz püssüzleri olduğundan fark etmesi zaman alıyor ya da ruhun duymuyor engebeli hayatında. Nasıl yön verebilirim hayatınıza? Bunun için birinci sırada yer almam gerekiyor o hayatlarda. Günlük paylaşımlarımız olması gerekiyor uzun uzadıya ve bu mümkün değil, olmayacak da. Benim hayatımda daha çok kişiye yer yok bundan sonra. Bunca satır döktüm sana, değiştirebildin mi hayatını söyle bana. Bak çok yazık oldu onca yazdığıma.

Bir sürü İranlı var bu arada etrafımda. Siz kapanmıyor musunuz ülkenize gidince diyorum. Yook, siyah bitti artık diyorlar. Siyahh noo. Ahmedinejad gitmiş. Humeyni zaten gitmişti. Yenisi rahat bırakıyormuş giyim kuşamda. Kadınlarının süsten püsten ötesini gözleri görmüyor. Kaşları havada, gözleri aynada, dudaklar, yanaklar, gözler boyadan ziyadesiyle nasibini almadan çıkmıyorlar kamaralarından. Gemide aynı asansörü paylaşmak zorunda kaldığımız anlarda aynada akseden görüntülerinden kendilerini alamadıkları gibi, yine kendilerinden fırsat buldukları anlarda ancak bir selamı çok görmüyorlar, o da göz ucuyla. Gündüz bile gece makyajları yerinde. Rujları hiç çıkmıyor sanki. Onca baskıdan sonra aynalara düşmüşler bir de süse püse ya da hep böyleydiler çarşaf engeldi görünüşlerine ama yine de en azından geziyorlar ya, o da yeter bence.

20160607_203408

 

20160607_190724 (1)

20160607_190444

20160607_202114

20160607_194106

Mora’da bahsi geçen Osmanlı etkisi yok ya da kalmamış. Sokak aralarına sıkışmış birkaç eser var sadece. Onların da ne yolu yol, ne de ne oldukları belli. Fransız etkisi var ve kolonyal bir hava hakim adaya pardon yarımadaya. Aynı zamanda Yunanistan’ın ilk başkentiymiş burası bir zamanlar. Çok şirin butiklere ve zevkli vitrinlerine, kibar çalışanlara ve aslında pahalı olmayan fiyatlarıyla alışveriş etmeye davet ediyor sizi nezaketle. Sadece bizim paramız değersiz euro karşısında ve üç buçuk misliyle ödeme yaparken insanın canı sıkılıyor durduk yere.

Arvanitia plajına gitmek üzere yola çıkıyorum. Kafeler, dükkanlar, apartmanlar geçtikten sonra yaya olarak en fazla on on beş dakika süren yolu aşıp, yağan yağmurun altında denize girerken buluyorum kendimi. Deniz pırıl pırılken dalgalansa da, hoş bir his veriyor yağan yağmurun altında dalıp çıkmak. Ege ve Akdeniz’in üzerine yok gerçekten. Üşümeye başlıyorum. Bir kahve içiyorum yüksek taburelerle bezeli kafeteryasında. Biraz insanları dinliyorum. İnternete giriyorum biraz. Bombalar patlamış pek çok. Ölenler olmuş biraz.  Çok garip bir duyguya kapılıyorum. O biraz da insandı diyorum isimlerini bilmediğim. Sonra turizmci arkadaşlarımı arıyorum. Bana son turist beklentilerinin de bu saldırıyla beraber söndüğünü söylüyorlar. En başından bir Avrupa ülkesi olmadığımıza çok üzülüyorum. İnsanlar medeni en başta. Hinlik, şeytanlıksa hep bizden yana. Bizi dinimiz kurtaramamış anlaşılıyor. Aksine daha çok yozlaştırmış, cahilleştirmiş politikacıların da çabasıyla. Yazık olmuş Kur’an gibi bir kutsal kitaba. Yazık olmuş O’nun devrimci peygamberine ve hadislerine. Sonra bir şey kafamı kurcalıyor. Bir markete giriyorum dönüşte. Şemsiye mi istiyorsunuz diyorlar. Adamlar mantıklı olduğundan çözüm odaklı düşünüyorlar. Yok diyorum hiç burada yağmur yağdı mı son günlerde diyorum. Aylardır yağmıyordu diyorlar. Hemen kendime yoruyorum. Ben getirmiş olabilirim diyorum. Neyse ki nereden getirdiğimi sormuyorlar ve kim olduğumu da. Benim ülkemde insanlar turist duasına çıkmışken, ben Mora’da yanına şemsiye almayı akıl edememiş ama yağmurlar getirmeyi bilmiş bir gezgin oluyorum kendimce. Ben bazen saçmalıyorum kendi kendime.

20160607_162948
Arvanitia Plajı

Yağmurluğumu giyiyor ve kapüşonunu geçiriyorum başıma. Sokaklar benimmiş gibi hissediyorum. Yağmuru getiren bendim, dolayısıyla sokaklar da benim. Bu şizoid haller, bu saplantılı hisler ve istilacı mantık atalarımdan bana armağan olsa gerek. Mora benim. Tüm sokaklarıyla. Her yer benim. Sahipsiz her kaldırım taşı benim. Gördüğüm evsizler benim ailem. Tüm sokak köpekleri, bütün ısrarcı kediler. Böyle derken derken ilk önce hırsızlara karşı bir önlem olarak düşündüğüm ve bir apartmanın birinci katında uzaktan korkuluk sandığım yönü saat iki doğrultusunda kalbi gösteren bir kukla ve arkasında buzdolabına yapıştırılmış kiril alfabesiyle A4 kağıda yazılmış yazının fotoğrafını çekerken kıvır kıvır saçları ve pırıl pırıl gözleriyle genç bir kız başını uzatıyor camdan. Komşu diyor bana güzel sanatlar fakültesinde drama okuyan kız ve daha önce hiç duymadığım Yunanlı bir şairle tanışmama vesile olan ve çok zor bir isme sahip kızla bir süre sohbet ediyoruz. Kağıdın üzerindeki şiirin sahibinin adını yazıyor bir başka kağıdın üzerine. Unutmadım. Verdiği kağıdı buldum dönünce. Kendisinden bulabildiğim tek İngilizce çeviriyse şu oluyor nacizane:

The wood was just right :

The wood was just right
for us to make a house or a boat
beautiful cypress wood, aromatic,
we made a boat and we disappeared      Argyris Chionis

Aynı kız bana okuduğu güzel sanatlar fakültesinden bahsediyor. Üç katlı, pek bakımlı olmayan okulununun önünden geçiyorum dönüşte. Alelade bir bina karşıma çıkan. Ama buzdolabının üzerindeki şiirinde, şair, kadın haklarından, toplumun kadına anneliği dayatmasından ve baskılardan bahsediyormuş. Biz o tip kadınlara Türkiye’de “yarım kadın” diyoruz kısaca. Biz demiyoruz da yönetenler öyle söylüyor. Çünkü onlar tam erkek. Biz yarım kadınlarız. Doğurmamışız. Ne yapalım doğmamış ve doğurulmamış olan öyle istemiş. Bunu sakın göz ardı etmeyiniz.

20160607_193210 (1)

20160607_195202

20160607_200838 (1)

20160607_194625
Peloponnese Üniversitesi Sahne Sanatları
20160607_194716
Peloponnisos Üniversitesi’nin Girişi

20160607_190714

20160607_174020

Tatlı kızdan, okulundan uzaklaşıyorum iyice. Her yer grafiti. 21. yüzyılın en önemli, halka en ulaşabilir resim sanatı. Birkaçını fotoğraflıyorum. İyice ara sokaklarına giriyorum Mora’nın. Turistik olmayan, sakinlerinin oturduğu sokaklar buralar. O sokakların bir sakini düşüyor peşime bir süre geçince. Az beslenmiş, hastalıklı, yaşlı bir sakin. Sahipsiz bir sokak köpeği. Olan oluyor peşime takılıyor. Bizdeki gibi her yer Tansaş, Kipa olmadığından bir market bulamıyorum köpek maması alabileceğim. İki yaşlı amca bir kafenin önündeyken yakalanıyorlar bize. Derdimi anlatmaya çalışıyorum. En vahimiyse adamlarla İngilizce, Bitloş’la Türkçe konuşmaya çalışmam oluyor. Yokmuş yemek filan diyorum dönüp dönüp. Adamlar aramızdaki bu tuhaf ilişkiye bakıyorlar uzaktan. O sırada karşıdan karşıya geçmekten ürküyor Bitloş. Çünkü mecmua vs. satan bizim tekel bayisi olarak adlandırdığımız bir ufak büfenin yanındaki kocaman bir köpek öfkeyle hırlıyor benim Bitloşuma doğru. Çok eşek kafalı doğrusu. Yiyecek kokusunu alıyorum derhal Bitloşum için. Bağlı köpeği olanın köpek maması da olur elbet. Öteki havlasın dursun bağlı olduğu yerde. Büfenin içinden çıkan genç çocuk iki adet kuru mamayla geliyor yanımıza. Benim hastalıklı ve bitli sayıp sevmek için bir kez bile okşamadığım perişan tüylerini okşuyor. Bitloş seviniyor. Hoşuna gidiyor dokunulmak. İki kuru mamayı azı dişleriyle katır kutur yemeye çalışıyor. Gözleri kısılıyor bunu yaparken. Sonunda un ufak etmeyi başarıyor. Büfe sahibinin köpeği de yemeğimi başkaları yiyor diyerek kuduruyor olduğu yerde. Çifteler atıyor nerdeyse havalara. En sonunda da sahibinden parpayı yiyip sakinleşiyor. Varlığımızın, yani Bitloş ve benim varlığımızın sokağa hareket kattığını anlıyorum. Çünkü az evvelki iki amcaya ek olarak, balkon demirlerine dirseklerini dayamış bizi izleyen izleyicilerin varlığını hissediyorum ve  göz göze geliyorum başımı havaya diktiğimde. Tıpkı Bitloş gibi. Büfe sahibine teşekkür edip, oradan ayrılıyoruz. Uzun zamandır hiç sevgi, alaka görmemiş Bitloş iyice mutlu oluyor. Ne kadar acı bir şey sevgisizlik. Bir hayvan için bile. Yol boyunca iki yabancı dil bilen Bitloşçuğuma dönüp dönüp seni seviyorum ama gemiye hayvan almıyorlar sanıyorum, hele bunca perişanlığınla seni gördükten sonra beni de almazlar diyorum. Hiç oralı olmuyor. Hayalleri var sanırım. Beraber kırmızı ışıkta durup, yeşil ışıkta hareketleniyoruz. İnsanlar, mağazalar, caddeler aşıyoruz. Birden gözlerim doluyor. Sonra kederli gözlerimle Bitloş’a dönüyorum. Ne yapacağım ben şimdi seninle diyorum. Sonra kafelerin, güzel vitrinli, güzel mağazaların olduğu meydana gelmiş olduğumuzu fark ediyorum. Benim dışımda köpek gezdirenlerin köpeklerinin tasmalı olduğunu ve her tasmalı köpek görüşünde Bitloş’un ürkek ürkek bana sığındığını fark ediyorum. Öyle biçare ki. Kemik hariç eti yok. Yağmurda ıslanmış alaca bulaca olmuş hiç tarak görmemiş tüyleriyle o benim Bitloşum ama. Geniş meydan kısmında oturmuş kahvelerini yudumlayan insanlar bize bakıp gülümsüyorlar. Ben çok patetik bir çift olduğumuzu düşünürken bize gülmeleri kanıma dokunuyor. Ama Bitloş bir an olsun peşimi bırakmıyor. İki defa aniden durduğumda bacaklarımda ıslak dilini ya da burnunu hissediyorum. Bitli ya hoşlanmıyorum bu durumdan. Zavallıcıksa sadece minnetini gösteriyor belki de ya da çarptı sadece. Ayrılırken ne çok dram yaşayacağımız üzerine bir film yazıyorum kafamda. Reji Tanrı, oyuncularsa Bitloş’umla ben. Bol gözyaşlı bir son hayal ediyorum ikimize. Ama hayır öyle olmuyor. Sanki hissetmiş gibi ya da yaşlılıktan ya da şaşkınlıktan ya da hepsinden ötürü Bitloş beni unutuveriyor bir anda hem de Mora’nın en işlek caddesinde, yolun ortasında. Demanstan şüpheleniyorum. Kendime bundan daha yaşlı bir yol arkadaşı seçemezmişim doğrusu, bravo bana. Onu hayran hayran ilk defa geldiği belki de üst sınıftan insanların olduğu yolun ortasında şaşkın şaşkın insanlara bakarken görüyorum uzaktan. Sanki aklı karışmış, ben nereye geldim ve burası benim yaşadığım mahalleden çok çok farklı der gibi bakıyor sağına soluna. İşin enteresanı insanlar da sen de nereden çıktın der gibi bakıyorlar ona. İnsan trafiğini aksatıyor bu tavırlarıyla. Arka sokakların köpeği bile sınıf farkının bilincine varıyor sanki. Burada hiç çöp kutusu yok mesela. Bir daha görmüyorum kendisini. Bitloş apansız girmişti hayatıma. Öyle de çıkıveriyor. Yazdığım dramatik sonla bizim ayrılışımız örtüşmüyor. En azından kısa ve acısız oluyor ve bu tesellim oluyor. Eğer yaşıyorsa hala benim bir şekilde aklına geldiğimi hayal ediyorum bu satırları yazarken. Uykusunda mesela. Etiyopya filmi “Kuzu”yu anlatmıştı bir arkadaşım. Oradaki sürü psikolojisinden bahsetmişti. Sahibine bağlı kuzu kendi gibi kuzuların koyunların peşine düşüyordu onu çok seven sahibini unutarak. Benim Bitloş’la olan ilişkim çok daha kısa sürmesine rağmen ilk onun beni terk etmesini ne de olsa köpekliğine veriyorum. Ama hani sahibine sadıktın sen? Zengin mahallesinde ne çabuk unuttun beni sen?

20160607_200040
Bitloş
20160607_195308
Bitloş

YUNANİSTAN – 2: ATiNA

“Nereyi gezsem Yunanistan yaralar beni,
dağ perdeleri, takımadalar, çıplak granitler…” Yorgo Seferis

“Mayıs ayında solan
Çiçeklere soruyorum
Yanıtlarından anlaşılan
Sevmiyorsun sen beni” Dionisios Solomos

image image

PROLOG:

“Yazmak Üzerine(On Writing)”de Hemingway; “Bence temelde iki kişi için yazarsın. Öncelikle tamamen mükemmelleştirmek amacıyla kendin için, ki durum bu değilse ne ala sonra da okuma yazma bilsin bilmesin, hayatta olsun olmasın sevdiğin kadın için.” Yazar, kitabında aynı zamanda “Düzyazı mimarlıktır, dekorasyon değil.” diye de buyurmuştur. Bana gelirsek eğer, ismim Ernest değil, erkek değilim, savaş muhabirliği yapmadım, denizle, savaşla, silahlarla çok fazla haşır neşir olmadım, denizi yüzmek, savaş’ı kınamak, silahları ise amatörce atışlarda bulunmak(şarjörü yerleştirmem bile hiç kolay olmamıştı) için kullandım. Üçünün de içindeki ne derinliğin, ne de sığlığın çok fazla bilincindeyim. Deniz sonsuz, savaş anlamsız, silahsa ağır metal. Bir parça süsünse kimselere zararı olmadığını düşünenlerdenim. Duvarlarda birkaç Leonardo hiç fena olmayabilirdi, mesela. Mona tek bana baksaydı ya da “Son Yemek” salon masasının hemen solunda olsaydı, mesela. Girişler ücrete tabi olurdu o zaman. Ne derler? Ticaret olsun da..

Ve bir şey var ki; kendileri hemcinsim olmayabilir, aynı yüzyılda, aynı coğrafyada, aynı şartlarda yaşamış  olmayabiliriz; hiç fark etmez. “Hayatta olsun ya da olmasın, aynı şehirde olun ya da olmayın, aynı lisanı konuşun ya da konuşmayın sevdiğin için yazarsın”.

Ben hep öyle yaptım.

ATİNA:

Kalambaka’dan sabah kalkan 05:45 otobüsüyle Trikala’ya geliyorum. Bir başka otobüsle saat yedi’de Atina’ya doğru yola çıkıyoruz. Sekiz’e kadar hava aydınlanmak bilmiyor. Yollar bomboş. Bir kazaya rastlıyoruz. Eski bir kamyonet yoldan çıkmış ve yan yatmış. Şoförü olan yaşlı ve derbeder görünümlü adam şaşkınlıkla polise derdini anlatıyor, bir yandan da zararının ne kadar olduğunu çıkarmaya çalışırcasına gözlerini olası ekmek kapısından alamıyor sanki. Olay yerinden geçerken tutuk davranan şoförümüzse, ilk ışıklardan sonra hızlanıyor tekrar. Hayat devam ediyor kaldığı yerden, bir an için durmuş olsa da.

Yaklaşık altı saat süren bir yolculuk esnasında yeşil alanlardan, boş tarlalardan ve geçtiğimiz bakımsız köylerden başka bir şey yok görünürde. Tek bir fabrika yok yol boyunca. Turizme bel bağlamış bir ülke Yunanistan. Hiç yatırım yapılmamış. Dolayısıyla gençler Avrupa’ya kaçmışlar çaresizlikten ve işsizlikten. Tanışmış olduğum tüm emekliler ya bir başka ülkeden emekli idi ve parasızlıktan şikayetçiydi yahut Yunanistan’dan emekliydi ve parasızlıktan şikayetçiydi. Bunu da açık yüreklilikle dile getirebildiler. Yerli halk ise sürekli fiyatlarla uğraşıyordu. Halbuki Atina Avrupa’nın en cazip fiyatlara sahip başkentlerinden biri. Karşılaştırıldığında otel fiyatları, restoran menüleri ve ulaşım son derece makul düzeydeki fiyatlarla sunuluyor. Fakat insanların alım gücü çok düşük. Ne yaparlarsa yapsınlar düşük maaşlarıyla çarşıyla baş edemiyorlar. Adalar’la karşılaştırınca refah seviyesinin çok düşük olduğunu görüyorsunuz. Çünkü ticaret yapmayan, dükkanı olmayan, turizme yönelik çalışmayan, kurum ve kuruluşlarda da çalışmıyorsa eğer, şehirde hemen hemen hiç şansı yok gibi. Tüm bu olumsuzluklara rağmen, ortalıkta pek fazla polis yok ve asayiş sorunları minimum seviyede. Monastiraki’den, Plaka’ya doğru bir parça yol kat ettiğinizde yani Atina’nın en işlek ve popüler caddelerinin sokaklarında(ara sokaklar, kuytu köşeler değil kastettiğim) evsizler kendi evlerini kurmuşlar bile ve fakat kimselere zararları da yok. Pastanelerden aldıkları kumanyalar, gündüz saatlerinde durumlarının vehametini çoktan kabullenmiş oldukları belli olan vakur edaları ve sessiz tutumlarıyla uzattıkları naylon bardaklarının içlerine bırakılan bozukluklarla yaşamaya çalışıyorlar. Hepsi birer Yunan tragedya karakterlerine benziyor. Ya da evsiz barksız sokaklarda yata kalka böyle bir dönüşüm geçirmişler. Akşam hava kararıp da gecenin çökmesine yakın saatler geldiğinde sokağın nispeten kuytu köşelerinde hazırladıkları yataklarının içine iki kişi yan yatacak şekilde ayaklarındaki ayakkabıları, gözlerindeki gözlükleri çıkarıp giriveriyorlar. Sanki bizler onların yatak odalarına girmiş gibi kendimizi mahçup hissediyoruz(ben şahsen). Bu adamlar belki iyi eğitimler aldılar ve evlerinin kredisini ödeyebildikleri bir de işleri vardı zamanında, kim bilir?

Matt Barrett’a sorduğumda lokasyon, uygun fiyatlar ve güvenilirlik açısından Otel Attalos’u önermişti diğer tüm oteller bir tarafa. Metroya, Merkez’e, çarşıya yürüme mesafesinde altıncı katında minicik bir barı olan ve bir o kadar da minik bir resepsiyona sahip, güleryüzlü personelin ve müzminleşmiş otel sakinlerinin varlığıyla lüksten uzak, temiz bir sunum vaat eden odalarıyla müşterilerine tatillerini zehir etmeden huzur içinde geçirebildikleri bir otel Attalos ve özellikle konumu için şiddetle tavsiye edilir. Dünyanın her yerinden çeşitli ülkelerin sakinlerini de tatlı bir mütevazilikle karşılamaktalar her daim. Kimler yok ki sakinler arasında? Rahipler, rahibeler, gay’ler, öğrenciler, Ruslar, diğer Avrupa Birliği vatandaşları, Amerikalılar, Japonlar, Koreliler, Ben, Ioannis(Yannis diye okunmakta olup kendisinden yazımın ileriki bölümlerinde bahsedeceğim uzun uzun), bekar kızlar, bekar beyler.. Hepimiz altıncı katındaki barında oturduk durduk akşamlar boyunca bir parça tanışıklığın hatrına.

http://www.greektravel.com

image image

image image

image image

image image

Aynı gün gittiğim pardon çıktığım Akropolis’in giriş ücreti 12 euro. Akropolis ve Likavitos Dağı(Mount Lycabettus) en iyi iki Atina manzarası sunan noktalar ve uzaktan uzağa birbirlerine göz kırpmayı ihmal etmiyorlar. Likavitos, Parthenon’a bakıyor. Akropolis’se bu hüzünlü dağdan aldığı kuvvetle bekliyor sanki tüm Atina’yı. Akropol’ün genelinde yapılmakta olan restorasyon ve kazı çalışmalarından nasibini alan fotoğraf karelerinin her birinden çıkmış olan vinç askılarına rağmen vakur görünmekteler. Tevellütleri eski ne de olsa.

Şehrin içinde oradan oraya koşturmaktan yorulduğum bir anda Plaka’da, mis gibi bir güneşin altında tatlı bir kafede oturuyorum biramı yudumlayarak. Aslında susuzluğumu gidermek için içtiğim bira ve açlığımı bastırmak için söylediğim salata garsonun “Enjoy your meal(yemeğinin tadını çıkar!) tavsiyesiyle bir anda önem kazanıyor. Bugün buraya kadarmış diyorum. İkinci Heineken’imi söylerken buluyorum kendimi. Hayat bir an güzel görünür gözünüze, alkollü ya da alkolsüz, yalnız ve kalabalıkların ortasında. Bu o anlardan biri hiç kuşkusuz.

image image

image image

image image

Roma’dakiler kadar güzel olmasa da Monastiraki’den aldığım dondurmayı otel yolum boyunca bitirmeye çabalıyorum. Hepi topu iki top bitmek bilmiyor. Dondurmamla olan sevgi dolu ilişkimin arasına giriyor Ionnis(Yannis). “Arkadaş, ben gavur diyor.” Eskiler çok kullanırdı bu kelimeyi. Ionnis buralı ama Belçika’dan emekli. Ve ’33 doğumlu. Çok çapkın. Babamdan yaşlısınız diyorum. Dilimi tutamıyorum. Kalbini kırmışım. Öyle söylüyor. Ama hemen de unutuyor. Otelde kalan herkesle ve bekar tüm kadınlarla arası çok çok iyi. Kim hangi memlekettense derhal o lisana geçiyor. Benim ve barmen kızın şaşkın bakışları altında beş dakikalığına bizi bırakıp derhal onların yanına gidip tatlı tatlı kur yapıyor. Geri döndüğünde ise benim kırılmış olabileceğimi düşünerek “Benim tipim aslında sensin” gibisinden bir şeyler söylüyor. Ionnis’in enerjisi bende olmadığından oturduğum yerden sakin sakin onun kovalamaya ve yakalamaya çalıştığı hayatının peşinden koşuşturmasını izliyorum. Nazik ve bonkör. “Keşke 20 yaş genç olsaydınız.” diyorum. Hoşuna gidiyor. Kekini yiyor ve Lipton çayını içiyor yanımda. Barın tek ilgi odağı o. Çılgınlar gibi anlatıyor. Anlattıklarını burada yazmam imkansız. Üç gezi, üç de anı yazısı çıkar anlattıklarından. Bekar olmama bir sürü anlam yüklüyor kendince. Midilli Adası’na gittim mi hiç, Ada’nın ismi nereden geliyor biliyor muyum acaba, erkek mi sevmiyorum acaba, gizli bir kocam, bir sürü çocuğum ya da gizli bir sürü kocam ve bir tane çocuğum mu var geride bıraktığım. Bir limanda bir elinde mendil kucağında bir çocukla gözleri yaşlı orta yaşlı ve kasketli bir adam hayal ediyorum ama kendi hayal gücüme bile inandırıcı gelmiyor. Herşeye rağmen Ionnis(Yannis) Türk olsaydı ve biz Türkiye’de olsaydık-Yahya olsaydı ismi mesela; kendisini ellerimle boğabilirdim. Türkiye’de bir hırtlık gelir ya, insanın üzerine hiç(!) sebepsiz, Ionnis’e dayanıyorum ben de bir şekilde. Bar taburesinin hafifliğinden midir yüksek tolerans gösteriyorum kendisine kanımın son damlasına kadar, hiç bilemiyorum.  “Yok değilim, koca yok, ne çocuğu, en çok Patmos’u sevdim, dini içerikli adalar tercihim” gibisinden cevaplar veriyorum(kendime de şaşmıyor değilim). Onun için esrarengiz bir şey oldum kaldım koskoca Atina’da. Ne yaparsın Arkadaş?

BİR SONRAKİ GÜN VE ESMEKTE OLAN TSiPRAS RÜZGARI:

Öncelikle tatlı esen bir rüzgar bu ve batı komşumuz tarafından hafif hafif bize de sirayet etmekte etkileri ister istemez. Az sonra madde madde sıralayacağım gezmiş ve hem hoş görmüş hem de hoş bulmuş olduğum ören yeri ve müze ziyaretlerimi şimdilik bir kenara bırakıp, şehir turunda hoş bir tesadüf olarak karşıma çıkan Tsipras’dan bahsedeceğim bir parça. Söyledikleri kadar varmış ve kendisi Atina’da son derece mütevazi bir bölgede yaşıyor. Hiçbir olağanüstü tarafı yok yaşadığı yerin. Apartmanının önünde bekleşen gazeteciler hareketlenip, koşarak kapısına yığılınca ancak anlayabiliyorum neler olduğunu. Sanıyorum Tsipras seçilmiş. Pırıl pırıl, aydınlık bir yüzü var. Ne kibir, ne politikacı sahtekarlığı, ne maske, ne rol; neyse o. Hala daha aklımda olansa temiz yüzü, aydınlık profili. Birkaç saniye boyunca ama net olarak görerek elde ettiğim izlenimlerdi bunlar. Obama, Erdoğan, Sarkozy hepsi seçilmiş ki en tepede bu adamlar dediğinizi duyar gibi olsam da, yanılmaktasınız bence çok fena. Tsipras’daki çok başka bir şeydi. Korunmuş bir seçilmişlik bahsettiğim ve varolan düzeni korumak ya da beter etmek yahut halkı heder etmek için değil de, halkının makus kaderini değiştirecek umudu taşıyan bir yüzü vardı sanki. Umarım yanılmam. Hiç böyle güzel bir adamı politikacı olarak hele de başbakan olarak hayal edemiyor insan.

Başbakanlık iyi bir kariyer olarak düşünülse de, öyle kolay değil. Former Prime Minister yani tekaüt olmuş emekli bir başbakan olarak başka bir iş bulmak hiç kolay olmayabilir mesela. Durduk yere karşıt görüşte bir sürü öfkeli kalabalığın tek muhatabı  haline gelebiliyorsun. Okyanus aşırı ya da değil havarilerini iyi seçmiş olmalısın. Ekonomi, içtihat, milisler, komşular hep senden sorulacak. Üstüne üstlük herkes çapkınken ve büyük kısmı fiilen bunu gerçekleştirirken çatır çatır, sen yapınca olay/kabahat(bkz. Clinton, bkz. Hollande, bkz. Beyonce) olacak.

image image

Gelelim halkın düşüncelerine. Koyu Ortodoks’lardan benim konuştuklarım, eşcinsel evliliklere olumlu bakmasından pek hoşlanmasa da, ekonomi konusunda çok umutlular kendisinden. Yunan gay’ler eşcinsel evliliğe karşı olmadığı için kendisini desteklemekle beraber, eşcinsel çiftlerin çocuk sahibi olması konusunda olumsuz-kararsız da diyebiliriz- düşündüğü için bir parça da kızgınlar ama ekonomi konusunda onlar da çok umutlular. İki radikal sayılabilecek uçtan örnek vermek istedim. Çünkü bundan sonra İncil’e el basarak yemin etmeyi reddeden ateist ve komünist ve evlenmeden bir birliktelik yaşadığı kadından( yüksek özgüven sahibi Peristas) iki çocuk sahibi olan kırk bir yaşındaki bir parça asi başbakan hususunda farklı kanılar var haliyle. Tsipras mümin ve orta yaş üzeri Ortodoks’ların pek tipi değil ama ekonomileri.. Derler ya ticaret olsun da.. Bir sürü borç yükü altında ezilen, kredi borçlarını ödeyemeyen, sanayisizlikten iş bulma imkanı da olmayan halk, gençleri için her şeye razı aslında. Ateist, komünist, yeter ki kurtarsın bizi diye bakıyorlar olaya. Önce mantık konuşuyor ister istemez Avrupa’da. Etnik sorunlarda da hassasiyet var. İskender’in şimdiki Makedonya sınırları içinde doğmuş olmasına rağmen Yunan asıllı olduğunu söylüyorlar. Eski hükümetin vetolarına rağmen en nihayet Avrupa Birliği üyesi olabilmiş Makedonya ise bayrağıyla, ismiyle hep sorun teşkil etmiş komşusu için. Gizli milliyetçilikleri bir anda ortalığa dökülebiliyor. Dindar kesimden bana “İsa’ya inanıyor, onu seviyor musun?” diye sorduklarında, “Evet” diye karşılık verdim. Sonra Tanrı’ya inanıp inanmadığımı da öğrendiler merakla(ona da evet dedim) Nihayet bütün hislerini dürüstlükle serdiler ortaya. Burada bir parça saflık vardı ve beni rahatsız etmedi tavırları. Allah var mı? Var. İsa var mı? Var. Tamam o zaman, seniniz. Ben Işid’den sonra Müslümanlık’tan(Kur’an’dan bahsetmiyorum) ve Müslüman’lardan soğumuşum zaten. Bizdeyse benzer tohumlar Madımak’la atılmıştı Sivas ellerinde çook önceden.

Merkel’in ikinci Thatcher olduğunu söylüyorlar. Onları tam bir Avrupalı olarak görmüyormuş, Asya’ya daha yakınmışlar. Yani bize. Bizse Ortadoğu’ya. Turizm için gerektiği kadarı haricinde İngilizce öğrenmeye karşılar. İngilizler’i kibirli, Amerika’yı uzak durulması gereken bir oluşum olarak betimliyorlar. Ama New York’la ilgili bir örnek verdiğimde gözlerinde gördüğüm ani pırıltıyla eş zamanlı olarak “Hiç gittin mi?” sorusu taçlandırıyor anımızı. Amerika’da insanların kanını tutuşturan bir şey var sanki. Herkes bir farklılık yaratmak peşinde ve Amerika’da bulunmuş olmak bile ayrıcalık gibi geliyor.

Yunanistan’ın on tane zengini olduğunu, tüm paranın onlarda olduğunu, bunun dışında kalan halkın aşağı yukarı aynı durumda olduğunu-yani parasız-söylüyor birisi. Aşağıdaki link ufak çapta bir fikir verecektir bu kimseler hakkında. Parasızlık ve alım güçlerinin düşük olduğunu dillendirmenin bir marifet yahut meziyet ya da ajitasyon amaçlı olarak kullanmadığını bildiğim Yunan halkını ve sade yaşantılarını birkaç orta üstü mağaza dışında bizim alışık olduğumuz türde on sekiz bin katlı alışveriş merkezine bir kez bile rastlamayışımdan anlıyorum. Çok lüks arabalar da yok. Bizdeki pırnakıl türemiş zenginler hiç yok. Türkiye’de çökmeden, batmadan vaziyeti idare ediyor yahut günü kurtarıyoruz. Borcu borçla, olmadı kredi kartlarıyla, faizleri şimdi şimdi düşen tüketici kredileriyle kapatmaya çalışıyoruz. Bizim durumumuz parlak mıdır? Tartışılır. Sarayın borcu, mebus zamları, eski dost düşman oldu dolar euro uçtu gibi bir takım ek masraflara her gün bir yenisi ekleniyor haliyle. Ama artık kimseler bilmez oldu bizi bu noktalara hangi hatalarımızın getirdiğini ve üzerine konuşmaz olduk dertlerimize yenilerini eklememek için.

http://www.businessinsider.com/the-wealthiest-greeks-2010-5?op=1

ATİNA’DA BİR GÜN DAHA:

Plaka, Gazi, Ernou ve Kolonaki caddelerini iyice içinize sindirmeden, her yolun ya Monastiraki ya da Syntagma Meydanı’na çıktığını idrak etmeden, Flea Market(bit pazarı)’inin içindeki sağlı sollu dükkanlarını, ilerisindeki ikinci el kitapçıları, Hindistan mutfağının da içinde bulunduğu dünya mutfaklarının olduğu restoranları bir kez olsun şenlendirmeden, Akropolis’i ve Müzesi’ni gezmeden, beyaz külotlu çorap ve uçları ponponlu ayakkabılarını giyip her saat başı nöbet değişimi yapan Efsun askerlerinin görev bilinciyle gerçekleştirdikleri ritüellerini görmeden, Zappeton’un içine göz atmadan ve gelmişken yakınındaki Milli Park’ında tertemiz havayı ciğerlerinize çekmeden, Parlamento binasının içindeki kütüphaneye(pasaport yeterli) -Pera’nınki gibi bir asansörü var- çıkmadan(akademik çalışma için yetersiz kaynakları var, çoğu da Yunanca), Yunanistan’ın ilk başkenti Nafplion/Mora’ya küçük bir seyahat organize etmeden, halkıyla, esnafıyla durum değerlendirmesi yapmadan ve konuştuğunuz her insanın ya Ada’lardan yahut İstanbul’dan nostaljik bir anısını dinlemeden dönmemenizi etmekteyim tavsiye, şiddetle.

20150129_174106

image

image

image
Ioannis(Yannis) balığını yemiş olarak geliyor bara ve çayını yudumluyor günlük kekiyle beraber. Vanilyalı iki dilim kek her gün bu saatlerde hiç aksatmadan tükettiği. Yarın gideceğimi söylüyorum. “Ne yapayım, yarın on kadınla gelirim buraya.” diyor gülerek. Beni özleyeceğini düşünüyorum çok fena. “Atina’daki tek dostumsun.” diyorum. Hoşuna gidiyor. Sağdan soldan konuşuyoruz birkaç saat. Sayısız defalar beni çileden çıkartıyor. Bense misilleme olarak sayısız defalar onun kalbini kırıyorum. Böylelikle ödeşiyoruz. Atina’daki tek dostumu özleyeceğim. Başımı çok şişiriyordu, susmak nedir bilmiyordu ama kendimi yanında hep güvende hissettim. Elimde değildi ve hisler insanın elinde olan şeyler değiller. Bir güç onları içinize koyuveriyor bir anda.

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑