A PRIVATE WAR

e06d646b-de7d-4882-8d84-2276bb6d24f8

A PRIVATE WAR :

“Savaş bölgelerinde, ebeveynler, yataklarına sabaha çocuklarını görüp görmeyeceklerini bilmeyerek giriyorlar. Bu benim asla hissedemediğim büyüklükte bir korku. Ama bir savaş haberi yaptığında öldürülebileceğin yerlere gitmen gerekiyor ya da diğerlerinin öldürüldüğü. Ne kadar korkuyor olsan da, adımını atmak zorundasın ve de o acıların kayda alındığından emin olmalısın.” Marie Colvin

“Savaş hükümetler için o kadar da kötü bir şey değil. Onlar sıradan insanlar gibi yaralanmıyor ya da öldürülmüyorlar.” Marie Colvin

-“Şişmanlamamak için diyete başladım ama dünyada bir sürü insanı aç görünce yemeğe başladım. Anne olmak istiyorum kız kardeşim gibi ama iki kere düşük yaptım ve asla olamayacağım gerçeğini kabul etmem gerekiyor. Yaşlanmaktan korkuyorum ama sonrasında genç ölmekten de korkuyorum. En mutlu olduğum an elimde votka martini olduğu an ama ben kafamdaki seslerin midemde votkanın dörtte biri olmadığı sürece susmayacakları gerçeğine de katlanamıyorum. Savaş bölgesinde olmaktan nefret ediyorum. Ama aynı zamanda kendimi mecbur gibi de hissediyorum gidip de kendim görmek için.” Marie
 -“Çünkü bağımlısın.” Paul

“Savaş kapsamında gerçekten de bir farklılık yaratabilir miyiz? Gerçekten zorlayan şey insanlığa karşı inancını korumak. Hikaye onlara ulaştığında yeteri kadar insanın önemseyeceğine güvenebilmek.” Marie

GİRİŞ :

Ben daha geç kaldığımı düşünüp hayıflanadurayım, herkes üzerine her şeyi söylemiş, yazmış ve tüketmişken, yine de azmedip ve en çok da Freddie’nin güzel hatırına Bohemian Rhapsody’i izledikten hemen sonra ve tam da hakkında yazacakken senenin merakla ve şaşkınlıkla beklediğim filmi çıkıverdi karşıma. Şaşkın olmamın pek çok nedeninden biri de, aslında beyazperdede görmeyi en çok istediğim karakterin filminin varlığından haberdar olmakla birlikte, içimdeki o çok kötü olabileceğine dair hissin susmamasından kaynaklanıyordu. Marie kimlerin eline teslim edilmişti? Rosamund Pike doğru bir tercih miydi? Yönetmeni kimdi? Tom Hollander izlediğim her filmde ve bu kez de bu filmde yine yönetici pozisyonunda olmak zorunda mıydı? Ya grinin onca tonunda görmekten bıktığımız Jamie Dornan’ın bu filmde ne işi vardı? Tüm bu soru işaretlerinin yanında, Ortadoğu’da sular henüz durulmazken(ne zaman duruldu ki o sular, acaba durulacak mı o sular!) üstelik söyleyecek pek çok sözü olan ve bunu da layıkiyle söylemeyi başaran bir filmin hem yönetmeni, hem oyuncuları, hem görüntüleri hem de senaryosu ve de akılcı kurgusunun başarısı çarptı beni. En önemlisi de, filmin yönetmeni Matthew Heineman’ın filmografisine baktığımda çektiği belgesellerin konu itibariyle beni kalbimden vurmasına rağmen, bütün o okları çıkartmak için “zamanında” herhangi bir girişimde bulunmamış olmamdan kaynaklı duyduğum vicdan azabı ortaya çıktı. “Cartel Land” Meksika – ABD sınırındaki uyuşturucu ticaretini, “City of Ghosts” yine hayatlarını riske atan ve şehirlerini kuşatan ISIS’e karşı mücadele veren ve kendilerine Raqqa dedirten bir grup gazetecinin her anlamda çektiklerini anlatıyorken, Heineman Sundance Film Festivalince dünyanın yaşayan en yetenekli ve heyecan verici belgesel film yönetmeni olarak ilan edilmiş’miş bile…ben uyurken. Marie rolündeyse bu senenin ve daha pek çok senenin “bence” en önemli şahsiyetlerinden birini canlandırma şerefine erişmiş olan şanslı bir aktrist Rosamund Pike var. Oscar’larda göz ardı edilmesi ise inanılır gibi değil. Oyunculuktan da geçtim, insan Marie Colvin’i nasıl görmezden gelir? Oscar vermeyebilirsin tamam ama bari bir adaylık ver.

afee5ed2-c6fb-4891-a08b-721bf3e32713

Colvin hakkında ufak bir fikrim olduğu ilk andan itibaren, yapmış olduğum ve yapmakta olduğum ve ileride de muhtemelen yapmaya devam edeceğim pek çok şeyin aslında ne kadar aptalca olduğunu hissetmiştim ve de bu filmi izledikten sonra bir kez daha şahit oldum varlığımın anlamsızlığına. Bir filme ve bir karaktere bu kadar çok anlam yüklememin doğru olmadığını düşünenleriniz varsa eğer, öncelikle filmi izlemeli ve her anlamda çırılçıplak kalmış Marie ile tanışmalısınız. Hayatının belli zamanlarında yaşadığı travmaların şiddetine, alkol problemine, çok içmekten ara ara kendiliğinden dökülüveren sapsarı olmuş dişlerine, tüm çektiklerine ve en önemlisi de tüm bunları neden çektiğine şahit olacaksınız şiddetle. Belki ilk kocası gibi düşüneceksiniz, ne gerek vardı bütün bunlara, güzel bir kadınken tek gözlü bir korsana dönüştü diyeceksiniz siz de. Bir insanın, hele ki söz konusu ortam savaş bölgeleri olunca bir kadının nasıl bu kadar cesur hareket edip, ani kararlar verebildiğine inanamayacaksınız. Iron Lady lakabı Thatcher’dan çok Marie için söylenmeliymiş. O kadar yakışıyor ki. 12 Ocak doğumlu, 12 Şubat ölümlü, 56 yıl yaşamış, Yale mezunu başarılı bir kadını savaşın en ağır hasarlar bırakabileceği ön cephelerde, iyinin yanında durmak için gösterdiği gayretkeşliğinin yanında, bunca gözüpekliğinin ancak kaybedecek bir şeyi olmayan bir insanda vücut bulabileceğini, bununsa bir çeşit akıl hastalığı olabileceğini düşünen insanların yanında tıpkı zamanında meslektaşı ve onun gibi saha adamı Robert Fisk’in de söylediği ve filmde de geçtiği üzere, savaş bölgelerinde bulunmanın da nikotin gibi bir tür bağımlılık yarattığını düşündüm durdum film boyunca bir kez daha. Film üzerine, Marie üzerine söylenecek o kadar şey var ki! Yıllar önce hikayesini ilk duyduğumda yaşıyordu ve tek gözünü kaybetmişti. Kaddafi ile röpartaj yapabilmiş ve karşısında eğilmemişti. Tembel tembel oturduğum köşemde bir kadın olarak savaş muhabiri olmanın nasıl bir şey olacağını düşünmüş, savaş mağduru olanların çoğunun kadınlar ve çocuklar olduğunu düşünerek, gerçekten cesur bir kalbin erkeklerden çok daha iyi röportajlar alabileceğini düşünmüştüm. Ya da hiçbir şey düşünmemiştim de, bir kadının bu kadar cesur olabilmesi beni büyülemişti sadece. Sonra ölüm haberi geldi. Benim bildiğim savaş bölgesinde ölen tek kadın gazeteciydi. Halen de öyle bilirim kendisini.

Marie Colvin insana(en azından bana) ne yaptığımı ve neden yapmakta olduğumu, yaşam şeklimi, bu dünyadaki var oluşumun ve gereksiz yer işgaliyetimin nedenini sorgulattı durdu film müddetince. Halen daha düşünmekteyim. Neden? Bilmiyorum neden. Kudüs’e gitmeyi düşünüyorum ve bu düşünce yıllardır benimle gelmekte. Fakat özelliksiz pasaportumla, olmayan basın kartım ve beni beklemeyen akrabalarımı görmeye elimi kolumu sallayarak giremeyeceğim ülkeye ancak tur satın alarak gidebiliyorum(Homs’ta yerde oturmuş Paul’le şakalaştıkları bölümde, bombalanmadan önce tur satın alarak görmeliydim Şam’ı diyerek dalga geçtikleri sahne bana çok koydu, elimde değil). Turla gittiğim takdirde seveyim sevmeyeyim, bir otobüs dolusu insanla turistik yerleri gördükten sonra geceleri içerek teselli bulacağımı da biliyorum. Hayat bazen düşünürken bile çok saçma geliyor insana. Her şey çok anlamsız dedikten sonraki zoraki ilk eylemime kadar kendimi böcek gibi hissedip duruyorum sadece. Kafka’yı da en çok bu zamanlarda anıyorum. Hayatından, rutininden çok çok sıkılan, hatta boğulan biri ancak yazabilirmiş “Dönüşüm”ü. Uzun pardösüsünü çekmiş Lizbon sokaklarında iç sıkıntılarını huzursuzluğa dönüştürerek kitabını yazan Pessoa’nın çektiklerinin bir benzeri sıkıntılarla attı kendini belki Marie de savaşın en kızgın olduğu dönemlerde, en tehlikeli ortamlara. Bir başka kadın hepi topu dört köşe bir yatakta kırıklarından kımıldayamazken başladı resim yapmaya Meksika’nın kalbinde. Bedel ödemeye razı olan tüm yaralı ruhlar, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar cesaretle yürüyorlar sonuna kadar. 

191fe9e3-cc5b-4597-aace-0d5533ef281d

SAVAŞLAR İKİ’YE AYRILIRLAR : KİŞİSEL OLANLAR VE DAHA DA KİŞİSEL OLANLAR

“İnsanların hikayeni bilmesini istiyorum.” Marie Colvin

1986 yılında, henüz daha 30 yaşında olan Marie Irak, Afganistan ve Suriye’deki her çatışma cephesi hattında dış ülke muhabirliği yazarlığı yapmış bulunmakta. Film, onun Suriye’nin Homs şehrinde biten hayatından dönüm noktalarına yapılan sıçramalarla anlatılmakta. Daha ilk saniyelerde duyduğumuz kendisiyle yapılan bir röportajda, ona gazeteci adayı bir gence dış ülke muhabirliği hakkında ne öğüt vereceği sorulduğunda, savaş alanlarını buralara gidecek kadar önemsediğini ve bu sayede başkalarının da umursamasını sağladığını, bunu yaparken de korkuyu kabullenmediğini, yoksa asla gitmek istediği yere ulaşamayacağını söylüyor. Korku bütün bunların hepsi bittiğinde geliyor diye de ekliyor. İşte o anda hiç durmadan bombalanmaktan hayalet bir şehre dönüşmüş Homs şehrine bakıyoruz yukarıdan. Bomba yüzü görmemiş bir bina görmenin imkansızlığıyla bakıyoruz ekrana umutsuzca. Sonra da 2012 senesinden 11 yıl öncesine gidiyoruz ilk sıçrayışta. Kurgusal bir karakter olan Profesör David Irens’ın Colvin’in eski eşi Patrick Bishop’dan etkilenilerek çizilmiş bir kompozisyon olduğu söylenmekte. O tarihte kırk beş yaşında olan Colvin tekrar bebek yapmak istediğinden bahsediyor. David’se artık otuz beş yaşında olmadığını söylüyor ona. İki düşük ve bilmediğimiz sayısız girişimde bulunmuş olma ihtimali olan kadının annelik dürtüsüne yenildiğini görüyoruz. Süngüsü düşüveriyor bir anda. Kendini tehlikenin ortasına atmasının bir nedeni de bu belki de. Çocuksuzluğu. Bir türlü rahminde durmak istemeyen bebekleri. Travma sonrası stres bozukluğundan muzdarip yatırıldığı psikiyatri kliliniğinde onu ziyarete gelen Paul’e de bahsediyor aslında ne kadar çok bir çocuk sahibi olmak istediğinden. Çocukları için kendilerini parçalayan ve harcayan anneleri çok anladığım söylenemez çocuksuz kadınları anladığım kadar. Burada tarafını seçmek mühim. Ben Mariegillerdenim kısaca.

13dd0e3c-26b7-4a80-9391-1c97a0293de9

Aynı tarihlerde Sunday Times onu Filistin’e göndermek isterken, başının dikine giden Marie altı yıldır hiçbir gazetecinin giremediği Sri Lanka’nın yolunu tutuyor. Ülkenin kuzeyinde yer alan Vanni’deki Tamil hakları için savaşan Tamil Kaplanları’nın başındaki isim olan Thamilselvan ile görüşüyor. Bir sürü yaralı ve hasta insan var çadırlarda ve hükümet Birleşik Milletler’in bölgeye girmesine izin vermediğinden ne sağlık ne de yiyecek yardımı alabiliyorlar. Bölgede çıkan bir çatışmada tek gözünden oluyor Marie. Ben gazeteciyim dese de, patlatılan dinamitle savrulan bedeninin yanında tek gözü de akıyor o anda. Yatırıldığı hastaneden evine gönderiliyor helikopterle. Tedavisini tamamladıktan sonra verdiği bir akşam yemeğinde arkadaşları esprilerle hafifletmeye çalışıyorlar tek gözünü kaybedişini. Thom Yorke, Sammy Davis Jr., James Joyce ve Moshe Dayan’ın da tek gözlü olduğunu hatırlıyoruz ya da bilmesek de öğreniyoruz sayelerinde. İşin enteresan tarafıysa burada sayılan tüm isimlerin ve de Marie’nin de hep sol gözünü ya da öncelikli olarak sol gözlerinin görme yetisini kaybetmiş olmaları. Marie’nin bir nevi simgesi olacak olan siyah göz bandı takma fikri bu masada ortaya çıkıyor. İngiliz Basın Birliğince prestijli bir ödüle layık görülüyor aynı sene. Yıl 2001.

2003’de Irak sınırında görev alıyor. Kendini gazetecilere eğitim verilen Amerikan üssünde görüyoruz. Televizyon medyası şu yana, yazılı medya bu yana gibi direktifler veriliyor gazetecilere. O ve onun gibi bir avuç asi insan var sadece kendilerini çoğunluktan uzak tutan. İşte biz bu bir avuç asi insana “gazeteci”, “savaş fotoğrafçısı” filan diyoruz. ‘91 yılında Saddam’ın toprağa gömdürttüğü 600 insanın cesedinin çıkarılacağı Felluce’ye geçiyor. Yol arkadaşlarıysa ilk defa burada tanıştığı Paul Conroy ve öğlene kadar hayatta kalabildiği takdirde günün kalanını mutlu geçiren, hamd eden ve şükran duymasını bilen genç bir Arap şoför. Yollarını kesen askerlere sağlıkçıyız yalanını söylüyorlar. Halbuki yasak olan kazı bölgesine gidiyorlar. Vinçler toprağa gömülmüş ve zamanla kurumuş kalmış bedenlerin parçalarını çıkarırken, toprak altından çıkacak olan yakınlarının cesetleri karşısındaki sessiz bekleyişlerin yerini kara çarşaflar içindeki kadınların ağıtlarına bırakıyor bir anda. Onların tanıklığından rahatsız olan erkeklerin de dikkati başka yöne çekiliyor böylelikle. Marie 2009’da Afganistan’da bulunuyor, 2011’deyse Libya’ya geçiyor. Arap Baharı Orta Doğu ve Afrika’da eserken, Libya ve özellikle de Kaddafi üzerinde duruyorlar. Binlerce Libyalı Muammer Kaddafi’den duyduğu memnuniyetsizliği dile getirmek için sokaklara dökülürken, o binlerce sivil onun askerlerinin silahlarından çıkan kurşunlarla öldürülüyorlar. Kaddafi direnişçilere ceza olsun diye, binden fazla kıza tecavüz edin emrini veriyor. Marie, Kaddafi ile yaptığı röportaj esnasında bir önceki röportajından önce kendisinden kan alındığını sıkıştırıyor araya. Garantici Kaddafi ise Marie’yle birlikte olmanın planlarını yaparken, önce AIDS olup olmadığını öğrenmek istemiş. Marie onu başta kadınlar olmak üzere sivil halkı hedef almakla suçladığında hiç durmadan El Kaide yaptı, ben yapmadım diyor. Çocuk gibi. Ama zalim bir diktatör aslında. Ve de köşeye sıkıştığında yine aynı çocuk dökülüyor ortalığa. Kendisine verilen emirle genç bir kıza tecavüz eden asker, genç kızın direnmediğini, yalnızca “yukarıda Allah var seni izliyor” dediğini, onunsa karşılık olarak “Kaddafi Allah’tır” diye karşılık verdiğini duyunca önce Marie, yıllar sonra da ben susuyoruz. Haremiyle ünlü bir diktatörün sivil halka verebileceği en büyük ceza askerlerini kadınlara tecavüzle ödüllendirmek olacaktır. Bunda şaşılacak bir şey yok. Diğer yandan ya cehaletin önünü kesmek ya da cehaletin olduğu bölgeleri teker teker boşaltmak gerekiyor. Ortadoğu gibi kangrenleşmiş bölgelerde doğum kontrolünün etkinleştirilmesi gerekiyor. Daha da ne yapılabilinir ben düşünerek bulamıyorum. Eğitimle filan bir nesli toparlamak öyle göründüğü kadar kolay değil. Cehalet olduğu sürece sadece bu işten para kazananların ekmeğine reçelli tereyağlar sürersiniz. Ambargolarla geçen süredeyse çocuklar raşitik olur, kadınlar toplu tecavüzlerin mağduru olur, erkekler ya işkencede ya cephede yok olur. Sonuç olarak topla tüfekle bastırılmış gibi duran toplumlardan çıkan öfke dalgası gelir başka bir yerdeki masumları bulur. Toplu göçler olur, insanlar yollarda telef olur, gittikleri yeni ülkelerde uyumsuz olur, vatansız kalır, bir avuç toprağa kurban olur. Hayatta en kötü şey cehalet, fakirlik, adam yerine konmamak ve dışlanmak. Böyle toplumlarda başta rehavet olur, sonra da zaten hiç bitmemiş olan huzursuzluk hiç geçmez durur.

84d4743c-d65a-4dfa-a4cd-f1fa25dc2563

5af981c8-698a-47a9-a4b4-e1a28f07cb43

HOMS, SURİYE :

Filmin sadece ilk dakikalarında gördüğümüz Suriye’nin bir kenti olan Homs’un bombalanmış görüntüsünden sonra Marie’nin kritik savaş bölgelerinde yaşadıklarına şahit oluyoruz. Ara ara da özel hayatında nasıl bir insan olduğunu görüyoruz. Alkol problemi olsa da, çalışırken içmiyor. İçtiği zaman da dünyaları içiyor. Nikotin bağımlılığı da var. Dişleri nikotinden sararıyor, alkolden de teker teker düşüyor. Erkekleri ürkütecek bir tip aslında. Çünkü çok güçlü, kendi kararlarını kendisi veriyor, gözükara, bağımsız ruhlu ve asi. Yapma denilen ne var ne yoksa, hepsini bir bir yapıyor. Buna rağmen pek çok hayranı ve aşığı oluyor. Çünkü kendine has, esprili, dertten anlıyor ve de mesai arkadaşları daha çok erkekler oluyor. Böyle bir etken olur mu diyeceksiniz, olur.

a7c365ac-1af5-4104-972c-da0bf46ccbb9

487b25c1-bc1a-42cd-983e-058cd1a98d13

de01f23e-81d8-4e99-ad0b-5687c78b5f39

Ters kronolojiyle yapılan anlatım bir yandan filme gerçekçi bir belgesel havası katıyor ki, bundaki en önemli etken üç Oscar’lı görüntü yönetmeni Robert Richardson’ın başarılı kadrajlarından kaynaklanıyor. Kıyamet ertesi bir Homs’un ötesinde kendi küçük kıyametine hazırlanan bir Marie var. Tüm savaş bölgelerinde ve Marie ile baş başa kaldığımız her an ortamdaki insanların olası psikolojilerine göre dans ediyoruz kamera eşliğinde. Richardson, yaşayan ve üç defa Oscar ödülü alabilmiş olan üç kişiden biri. Diğerleri Vittorio Storaro ve Emmanuel Lubezki.

Londra: Homs’tan on bir yıl önce. Irak sınırı: Homs’dan dokuz yıl öce. Marjah, Afganistan: Homs’tan üç yıl önce, Misrata, Libya: Homs’dan bir yıl önce ve en nihayet Homs, Suriye 2012 senesinde. Yıkık dökük binaların içine sığınmış halk dakikada düşen füze ya da bombaları sayıyor korku içinde. Pek çok erkeksiz kadın ve çocuk gün yüzü görmeden ambargo yüzünden aç susuz, bombalar yüzünden yiyecek bulmak için sokağa dahi çıkamadan yaşamanın kavgasındalar, eğer buna yaşamak denirse. Hayatta kalmak belki daha doğru olacak. Ve Esad hiç durmadan bombalıyor şehrini ve içindeki insanlarını. Bir günde iki çocuğun cansız bedeniyle karşılaşan Marie canlı yayınla CNN’e bağlanıyor ve ne durumda olduklarını anlatıyor. Batılı televizyoncular arasında orada olan tek onlar var. Askeri hedefleri vurduğunu iddia eden Esad rejiminin sözlerini çürütüyor tarihi tanıklığıyla. Hayatı boyunca pek çok çatışma bölgesinde bulunan Colvin’den, canlı yayın esnasında bir karşılaştırma yapmasını istendiğinde gördüklerim arasında en kötüsü buydu diyor. Çünkü barışçıl bir direniş şiddet ile yok ediliyor diyor. Sonra da Esad’a her zamanki zarif fakat bu sefer daha bir umutsuz tavrıyla söylenecek her şeyi söylüyor: “Esad Şam’daki sarayında panik içinde oturuyor. Babasının onun için inşaa ettiği tüm güvenlik techizatı etrafında yıkılıyor ve o da nasıl cevap vermesi gerektiği öğretilmişse öyle cevap veriyor. O daha küçükken, babasının, muhalifi olan Hama şehrini enkaza çevirerek, 10000 masum sivili öldürerek yok ettiğini gördü. Bizim gibi o da gördü. Bir diktatörün göz göre göre cezasız kaldığını gördük. Herkesin dilinin ucuna gelen sözler: “Neden terk edildik? Neden? Nedenini bilmiyorum.”

-“Gözünü o hale nerede getirdin Marie?
 -Define Adası’nda.”

-“Gösterişli sütyen ne alaka?” Paul
-“ Bu bir sütyen değil. Bu La Perla. Yani eğer biri benim cesedimi hendekten çıkartacaksa etkilenmesini isterim.” Marie

e2164d16-1c5c-489c-b332-fca7edd20526

ec1bc5dc-2855-4899-96fd-a1be831f74d2

9b4ac072-8661-4709-895e-928861c4e425

LAST DAYS IN THE DESERT

images-259

LAST DAYS IN THE DESERT

“İnsan her yerde var olanla yetinebilir.” Hz. İsa

“Mezarlık erkeği sonsuza dek toprağına bağlar.”

“Bundan bin yıl sonraki insanlar umursayacaklar mı seni?”

Manipüle edilmesi çok kolay bir konuyu ve sırtlandığı hikayeyi, duygusallığa batmadan ve objektifliğini yitirmeden, gözyaşlarıyla dolup taşmış duygusallık denizinin derinliklerinde boğulup, beraberinde seyirciyi de sürüklemeden, çok beğendiğim hem yerinde hem de dozunda diyaloglarla anlatmış aynı zamanda filmin hem yönetmeni hem de senaristi olan Rodrigo Garcia. İsa’nın huzur içerisinde düşünüp taşınabileceği ve dua edebileceği, derinlerine indiğindeyse kendini bulabileceği bir yer arayışının, kısaca çarmıha gerilmezden önce Tanrı’yı arayıp bulmak için geldiği çölde geçirdiği 40 gün 40 gece boyunca yaşadıklarının kurgusal bir metne dönüştürülerek anlatımıyla karşı karşıyayız film boyunca. Zamanın-söz konusu milattan çok önce- ve mekanın-söz konusu uçsuz bucaksız ama Kudüs manzaralı bir çöl- ruhunu yansıtmakta ise son derece başarılı bir iş çıkarmış. Olağandışı olarak İsa’nın gördüğü halisünasyonlar haricinde karşısına çıkan bir aile oluyor bu koskoca çölde. Bir de ara ara şeytanıyla başa çıkmak gayretiyle hiç bastıramadığı bu iç ses, tüm iyi niyetine rağmen olaylara bir de şeytani tarafından bakmasını söylüyor ikizi olarak perdeye yansıtılmış haliyle. İsa’nın tüm bunlarla başa çıkması ise hiç bitmeyen ve hiç geçmeyen yorgunluğu oluyor geçirdiği sakin günler boyunca, ve de kısa süren yaşamının bir zaman dilimi boyunca…

images-276

images-137

Ölmekte olan çok hasta bir anne, yaşlıca bir baba ve onların oğulları bahsi geçen aile. Çölde yaşamakta ısrarcı, kendi dünyası dışındaki her şeyin kendisine korkunç geldiği ve huzuru burada, bu çölde bulmuş babanın aksine, genç oğlan Kudüs’e gitmek istiyor. Her erkeğin sırası gelince bir başkası tarafından yazılmış kaderi değil de kendi kaderini yaşamak üzere sırasını devralıp, yoluna gitmesi gerektiğini düşünüyor. İsa’nın dediği gibi Kudüs her ne kadar kirli ve yozlaşmış olsa da, bir o kadar da canlı aslında. Bu yüzden vaktini orada harcamak istemiyor. Hayatı boşa harcamak günah derken; bir erkek, bir birey olarak dünyaya izini bırakmak istiyor. Ölümü bilen, zamanı zamanında doğru kullanmak endişesi taşıyan, yaşama azmi, kendini gerçekleştirebilme ve yaratmak güdüsünün Tanrı’nın izdüşümü olan insanda vücut bulduğunun bilincindeki bireyin yemek, içmek, nefes almak gibi fizyolojik ihtiyaçlarından hemen sonra geldiğini, bu bilincin bazı insanlarda bir nedenden ötürü daha yoğun ve baskın olduğunu görüyoruz. Kitle iletişim araçlarının olmadığı bir çölde, insanlar kendilerini dinleyecek bol bol zamana sahipler. Trafik yok, araç yok, ticaret yapacak insan yok. Çölde gerçekte kim olduğunu görecek kadar çok vaktin var. Çünkü bunu arayıp bulacağın hem dingin, azar azar da tüyler ürpertici bir sessizlik var. “Her şeyin ben, benimse her şey olduğum” hissine kapıldığını söylüyor çocuk. İnsanın içinde barındırdığı bu gizemli ululuk tam manasıyla çocuğun kastettiği. İşte onu bulmak gayretindeki insanoğlunun, çöllere ve sonu kestirilemeyen yollara düşüşünün, ormanın en derinine gitmesinin nedeni bu. Çilehanelere kapanma nedeni. Bazense o yer basit bir evin en kuytu köşesi. Ama muhakkak sessizlik, yalınlık, unutuş, unutuluş ve şu her şeyden çıkan ve insanı boğan yoğun hisler. Zamana teslim olmak, olan biten her şeye ve aynı zamanda her şerre, her kayba, her acıya, bütün yokluğa. Bu film bu soruların kısmi cevaplarını veriyor, anlayana. Bu yüzden de beğendiğimi belirteyim burada, sıkıştırmışım gibi dursa da.

images-176

 

 

Bazı filmleri belleğinizde unutulmaz kılan bir sahne vardır muhakkak. Benim için ve bu film için bu sahne en sonunda geldi. Filmdeki ailenin sorunları göreceli olarak çözüme kavuştuktan, İsa yoluna devam ettikten ve çarmıhta günler ve geceler boyunca kuruduktan binlerce yıl sonra turistik amaçlı gelmiş oldukları her hallerinden belli iki kişi, günümüz kıyafetleri içerisinde bir tanesi arkasına aldığı manzara önünde fotoğraf çektirirken, bir diğeri ise onu fotoğrafladıktan sonra mutlu mesut ayrılıyorlar zerre yara almadan. O topraklar ki bir zamanlar kan ve gözyaşı olmuş yorganları. Güneş yakmış kavurmuş, rüzgar esmiş dağıtmış. İnsanlar bir bir düşmüşler üstüne. Mütevazi gezilerimdeki küçük ve keyifli anlarımı yaşarken bir zamanlar etten kemikten yapılmış bir sürü insanın ne acılardan geçerek yaşamlarını binbir güçlükle sürdürdüklerini hatırlattı bu kısacık an. Bastığın yeri toprak diyerek geçme sözü geliverdi aklıma. Güneşli bir günde, sevdiğinle kol kola, birkaç anı paylaşmak ve gelecekteki olası torunlarına hikayeler biriktirmek üzere geldiğin topraklarda insanın insana ettiğini düşünmeden geçmemek gerekmiş biraz da.

 

Filmde süregiden durağanlık sırf mekanın değil aynı zamanda çağın ruhundan da kaynaklı. Yapılacak işler az ve oyalanacak insanlar da kısıtlı. Dolayısıyla herkes zaman durmuş gibi hareket ediyor. Ağırdan alıyor çoğu zaman. Zamanın tarihi son dolunaydan beriyle tarif edilebiliyor rahatlıkla. Akrep ve yelkovan gökyüzündeki takım yıldızlar oluveriyor bir anda. Ve söz konusu filmin kahramanı İsa’da olsa ayakkabısının içine girip ayağını inciten çakıl taşı yüzünden sıkıntı çekebiliyor uzun uzun, ve biz de bunu daha filmin başında çok önemliymişçesine izliyoruz. Çünkü o an, İsa için önemli bir an. Sonra yürüyor çöllerde kumları savurtarak. Bunu ve benzer günlük rutinlerini de izliyoruz aynı ağırlıkla. İnsansız ve medeniyetsiz vadilere sığınıyor. Bir deliyi, bir mecnunu andırıyor bu haliyle. Bir an gülüp, sonra çığlıklar atıyor. Sığınmakta olduğu çalıların arasında saçlarına karışan kuru otları temizlerken, dikenli tacın bir ön provası sanki tüm bu yaşananlar. Bir de hiç susturamadığı şeytanı var ona yol boyunca eşlik eden. Oğlanla karşılaştıklarında ona çölde vakit harcamaktan geliyorum diyor. Bir mesai harcıyor İsa tüm bunlara. Çok geçmeden karşılaştığı babaysa senin gibilerden çok gelir buralara diyor biraz alaylı bir edayla. Şu başka hiçbir yerde bulamadığı bir şeyi çölde arayanlardan biri onun gözünde. Ailenin karşısına çıkması da İsa’yı sorun çözmeye yöneltiyor. Evet anne hasta ve burada çölde ölecek, fakat kadın aynı zamanda kocasından olmayan oğlunun burada tıkılı kalmasını istemiyor. Kadının yardım çığlığıysa içten içe bu ailenin işlerine karışıp karışmamakta tereddütlü İsa’nın iç sesinden yükseliyor. Tıpkı bazen var mıdır yok mudur diye tereddüt ettiğimiz ve bu anlarda eğer bir parça asi isek eğer, başkaldırmaktan çekinmediğimiz, kah yakarıp, kah çaresizce neden tüm bu yaşananlar diye sorup sorguladığımız Tanrı’yı suçluyor o şeytani iç ses. Sadece kendini seven, küçük tabiat hadiseleriyle meşgul olmaktan ve bir çiy tanesinin şeklinden ve kökleri toprakta ilerlerken çıkardıkları sesleri bile daha çok önemseyen bir Tanrı onun değersizleştirmeye çalıştığı. İnsanın bazen en yakınındakine hınç duymasını anlatıyor ve bu bazen o insanın kendisi olabildiği gibi, sonuçta kendi kendini yiyip, ruhunu tüketmesiyle de sonuçlanabiliyor her şey. Ama onu bulduğun anda da yüzü olmasa da onun huzurunda hem bin parçaya bölünüp hem de değersiz hissedebiliyorsun ve bunlar aynı zamanda bizim günlük kaygılarımız olup böyle hissetmeye devam etmene de neden olabiliyorlar. Saldırı dışarıdan gelebildiği ve insan kaynaklı olabildiği gibi, bazen içeriden bir yerden ta derinlerden de gelebiliyor ansızın.

 

images-284

Söyleyin o zaman bana nedir, kimindir bu sessizlikten yükselen ses? Neden farklı duygularımıza onun adını veriyoruz? Neden hep onu bir yerlerde arıyoruz? Nereden çıkar gelir bu iç ses? Bir çölde tek başınayken bile neden yalnız değiliz? Neden iç sesimizi bastıramıyoruz? Neden insanoğlu acı çekmeye ve acıyı yaratmaya bu kadar eğilimli? Ve neden neden neden… Bu soruların cevabı bu filmde var mı diye soracak olursanız, kısmen var kısmen yok. Bu tam olarak ne aradığınıza bağlı. En çoksa size bağlı. Keşke hayat cevabı beş şıklı bir test sorusu olsaydı. Ve kesin bir cevabı olsaydı. Tek doğru da o olsaydı. Keşke.

Filmde üzerinde durulan bir başka konuysa baba oğul ilişkisi. Bir oğulun erkek olabilmesi için babasının onayına olan ihtiyacı ve her ne pahasına olursa olsun onu geçme arzusu. Tıpkı buradaki aile zincirini devralmış baba oğul gibi. Bencil ve beceride kendi başına ustalaşmış bir başka babanın oğlu olarak şimdi kendisi de bir baba olan adam, oğluna her erkeğin kendi başının çaresine bakabilmesi gerektiğini söylerken güç bela bırakıyor onu kendi kaderini yaratmak üzere. O son hüzünlü bakış geliyor elleri birbirinden kopmadan ve uçurumdan yuvarlanmadan önce. Gönlü kalmaktan yana olan adam, kendini feda ediyor oğlu için, ölmek üzere. Yolundan çekiliyor onun, kendi kanından olsun olmasın. İç ses hayatlarını mahvetmek hususunda ailenin onlara ihtiyacı olmadığını, bunu kendi başlarına da becerebildiklerini söylerken kader çizmenin ve bir kadere girmenin gökten gelmeyebileceğini söylüyor sanki. Kaderin bir başkasının elinde olabiliyor. Müdahil olup olmamak bir mesele sadece. Film çok farklı okumalara açık ve bu yazdıklarım tamamiyle benim çıkarımlarım. Ve dolayısıyla objektif olamıyorum, istesem de. Siz kusuruma bakmayın benim. Okuyun öylece. Bunlar da bir beynin ürünleri diye. Herkes tanrısını arıyor bir yerde. Bir gün bir satır arasında çıkar belki sizinki de. Belli olmaz işler, belli olmaz sonuçlar ve adına gerçek denenler. Bu dünyada netliği bulamayanlarsa çoktan göçtüler, gökyüzü denizinde yıldızları öpüyorlar delirmişçesine.

images-316

images-226

Gabriel Garcia Marquez’in oğlu olan yönetmen Rodrigo Garcia görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki ile çalışmış ilk defa. Hal böyle olunca doğal ışık kullanılmış film boyunca. Unutulmaz kareler var akıllarda yer edecek olan özellikle de meraklısına. İsa’nın ağırsızlaşarak yükseldiği ve tüm çölü, Kudüs’ü ve hatta hatta tüm dünyayı ve insanlığın üzerindeymişçesine durduğu sahne filme bedel kanımca. Bu ve birçok nedenden ötürü kişisel olarak çok beğendiğim filmi tavsiye ederim bir çırpıda. Nitelikli filmler çeken yönetmenlerin filmlerindeki her kare üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken deneyimin ve hayat bilgeliğinin peliküle aktarılması olduğundan Marquez’li ya da Marquez’siz Garcia’nın filmini ve harika müziklerini ve mavi gözlü İsa’sını izleyin derim son bir defa.

images-244

 

 

DÜNYA ÜZERİNDE SONSUZ BİR GAYRETLE YÜRÜYEN İSPANYOL’UN HİKAYESİ VE AKABE/ÜRDÜN:

image

MARCUS:

“Bir varmış bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde. Develer tellal iken, pireler berber iken çok ama çok canı sıkılan insanların yaşadığı diyarlar varmış. Onlar bilmese de bu insanların yaşadığı diyarlar değilmiş can sıkıntılarının nedeni, kendilerinin de bir isim koyamadığı kendilerinden ve kendiliklerinden, derinlerindeki bir yerden, huzursuz ve kopmuş bir parçalarından kaynaklı bir şeymiş can sıkıntılarının gerçek nedeni. Daha çok derinleşip, kendi içinde onca yolu almaya bir ömrün ve bir fani sabrının yetmeyeceğini düşünerek başka başka yollar denemeye karar vermişler farklı diyarlar mensubu bu bireyler kendi kendilerine. Bunlardan biri ve en hakikatlisi olan için bir isim bulmuşlar aciliyetle doktor tavsiyesiyle, iç sıkıntısı giderici hap niyetine, imkanlar doğrultusunda belli sıklıklarla yapılması için de otoritelerce. Bu haptan düzenli olarak kullananlara “seyyah”, fiilin kendisine de “seyahat” adını vermişler. Kısa sürede bağımlılık yaratan bu fiil uğruna yollara düşmüş insanlar, kilometreler akmış durmuş ayaklarının altında. Bir bilinmezin peşinde, yok olmak pahasına, çok olmak adına; yeni yerler, yeni diller ve dinlerin erbaplarını keşfetmek için en uç, en tehlikeli, en alçak adamların, en şanssız kumarbazların, en tehlikeli yobazların arasına girmişler korkusuzca. Az sonra anlatacaklarım benim hikayem değildir. İş benim hikayem olmaktan çıkmıştır çünkü. Bu hikaye Marcus’un hikayesidir. İspanya’nın kuzeyindeki evinden bundan beş buçuk yıl önce çıkmış, henüz daha dönememiş,elli beş ülke gezmiş, önündeki bir buçuk yıl boyunca da bu sayıyı yüz’e çıkarmak gayretindeki Marcus’tur gerçek kahramanınız bundan sonra. Ürdün benim için Marcus’tur. Marcus’sa yeryüzünde ya da gökyüzünde ya da ikisinin orta yerinde hiç var olmamış ufuk çizgisidir yaklaştıkça uzaklaşan ve ele avuca sığmayan.

Hayatı boyunca karşılaştığım ve maalesef çok az zaman geçirebildiğim ve bundan büyük pişmanlık duyup, bunu bir nevi kısmetsizlik addedip kendi kendimi yediğim ama aynı zamanda benim en büyük şanslarımdan biri olduğunu anın tazeliği geçip solduktan ve ben olayları kendi mantık süzgecimden geçirdikten sonra kavrayabiliyorum nihayet. Bizim kendisini bıraktığımız otobüs durağında Amman’a gitmekti amacı Marcus’un. Oradansa Güney’e inecekti yani Afrika’ya, sınırlı imkanları ama sınırsız aklı ve coşkusuyla. Çook eski zamanlara götürdü beni halleri çok sonra ilk karşılaştığımızda hissettiğim korkuyu üzerimden attıktan sonra. Eski zaman ermişleri için şimdi ermiş, evliya diyebiliyoruz. Oysa ki bu insanlarla aynı dönemlerde yaşıyor olsaydım, dönemlerinin çok çok üzerindeki akılları ve gayretleriyle tıpkı Marcus’a karşı ilk anda duyduğum korku ve garipseme dolu hislerin aynısını duyacaktım belki de, kim bilir? Herkes zamanında hiçbir şeydi belki de, kim bilir?

Bazen bir yere tek bir kişi için gelmiş ya da gönderilmiş olduğunuzu hissedersiniz. Bu kişi sizin sevgiliniz filan olmayacaktır. Zaten her biriniz bundan çok çok uzaksınızdır. Birinizin göreceği elli küsur ülke, ötekinin yazmakta olduğu bir roman vardır kafasında her sabah onunla beraber uyanıp, gün boyunca kurgulaya kurgulaya arayış içinde hayattan koptuğu. Ama keşke on beş dakikadan daha uzun bir süre geçirebilseydim Marcus’la. Bazen bir cümle belki de bir kelime kalır akıllarda, o bir cümle hayat kurtarır, sizi yaşama bağlar, boğulduğunuz sığlıklardan bir nefes gibi uzanır ve tutuverir sımsıkı bırakmamacasına. O cümlenin kimden geldiği ise sizin için çok mühimdir. O kişiyi asla unutmazsınız. Yan çadırımda mışıl mırıl yatmakta olan Marcus’u elinde balta, gecenin bir vakti üzerime saldırır mı acaba diye sabaha kadar uykusuz duraksız beklerken ve ondan ölesiye korkmuşken, sabahın ilk ışıklarıyla beraber yola düştükten ve on beş dakika boyunca nefes almadan konuşmasını dinlerken ve o tam arabadan inerken gel bizimle derken bulmama kadar geçen sürede çok çeşitli duyguları, mevsimsel geçişlermişçesine hissediyorum şimdi ince ince. Kış oldu yaz, sonra da sonbahar oldu o gidince. Arkasından bakıyorum uzun uzun. Elinde bastonu aksayarak geçiyor karşıdan karşıya. Gecenin karanlığında Kayzer Şoze aramızda diye düşündüğüm adama bakıyorum ve ayıplıyorum kendimi. Gittiği durakta oturmakta olan iki kız var ve Marcus konuşuyor kendiyle. Kızlarsa ağızları bir karış açık onu dinliyorlar, hayatta böyleleri de varmış dercesine. Ve evet Marcus Kevin Spacey’e benziyordu ve ne benim ne de sizlerin Marcus’la henüz işi bitmedi.

AQABE:

20141119_093729

Aqabe ve genel olarak Ürdün böyle sanıyorum; kadınlar için kolay yaşanacak bir yer değil. Erkekler sürekli yabancı kadın turistlere bakıyorlar sanki altmış yedi ekran televizyonmuşunuzcasına. Onların gözünde önemli bir drama değilsiniz. En fazla kafa yordurtmayan, gelgeç yarışma ya da eğlence programı konumundasınız. Sabit bir televizyonsanız eğer bu durum canınızı sıkabiliyor. Tüm taksiler, arabaların içerisindeki Araplar ıslıklar çalıyor, öpücük atıyor, olmadı gel gel yapıyorlar(Nereye gideceğimi bileyim, hemen geleyim!) Gündüz gündüz. Çok tuhaflar. Marketlerini geziyorsunuz seksenlerdeki taşra bakkallarını andırıyorlar. Bu insanlar kapitalizm kelimesinin anlamını bilmiyorlar. Kapitalizm de onları. Aradaki uçurumun kaynağı para değil. Bir uçurum varsa eğer kadınla erkek arasında var. Saçı açık olan kadınlar da var tek tük. Bunu bana neden tatil için burada olduğumu soruşlarından anlıyorum. Onlara çok yersiz geliyor ve evet haklılar çünkü çok paran olsa İstanbul’da yapabileceklerin sınırsızken, burada Wadi Rum ve Petra’dan başka görülebilecek bir şey maalesef ki pek yok. Bir de Kızıldeniz pırıl pırıl. Gezilebilinecek cazip bir yer şehirde yok. Bir kez daha görüyoruz ki günümüz taş taş üstüne koymadan geçmişin meyvelerinden besleniyor, vermeden almayı seviyor herkes bir kez daha. Bunu da kadınların içlerine hapsoldukları burkalardan anlıyorsunuz. Çok gereksiz bir erkek zulmü var sanki ve aslında hiç olmayadabilir. Çünkü Araplar neşeli ve güleç insanlar. Hemen her şeye gülüyorlar.

Yalnız din değil, tüm dünya, olanaklar ve olanaksızlıklar istismara açık insanlarca. Toplumun her alanında bunu kullanan erkeklerin kalın ve kaz kafaları baskın maalesef bu topraklarda da. Zihniyeti değiştiremezsen, neyi değiştirebilirsin ki? Eline bir sürü para sıkıştırdığın kadın göçebe çadırından çıkar ve bir apartman katına yerleşir. Değişen şey dizlerini bükmeden oturduğu bir alafranga tuvalet olur. Artık bez yıkamaz olur, elinin altında deste deste prima çocuk bezi olur. Soğanlarını geçirdiği bir rondosu, sadece çamaşırlarını asmak için kullandığı da bir leğeni olur. Gene bir adamın dört eşinden biri olur uslu uslu sırasını beklediği. Buna rağmen ne kadar doğru bilemiyorum ama Bedevi eşler iyi anlaşırlarmış kendi aralarında, koca kıskanırmış eşlerini her biri ayrı ayrı çadırda yuvasını kurmuş olan. Koca düzenli olarak ziyaret edermiş eşleri. Adil olmazsa vay haline. Sizce de adil değil mi? Eğer kadınlardan biri aldatırsa kocasını bir kurşunla bitermiş hayatı. Sizce de adil değil mi(Deal is deal)? Burası bir krallık ve evet; “King is a king and a queen is a queen.”

image

Bir kez daha ama son kez değil Atatürk’ü saygıyla anıyorum. Hem kurnaz hem kurmay bir adam(İlber Ortaylı’dan alıntıdır, Tüyap’ta enteresan enteresan konuştu gene), ben henüz hiç mücadelesini vermezken bahşetmiştir bana rüzgarda özgürce savurduğum saçlarımın paha biçilmez değerini. Maya’ları araştırmak için yollara düşen, Yemen’e giden, konu komşu ve kendi ülke coğrafyasına ve insanlarının mizacına hakim bir adam Avrupalılaşmaktan başka çare bulamamış meğer. Yapmış, yapabilmiş, belki de Nebatiler gibi yok olmaya yüz tutmuş bir İmparatorluktan bir Cumhuriyet kurabilmiş. Kadınlar için, çocuk kadınlar için, bilim için, insanlık için, ülkesi için ve evet en çok da kendisi için yapmış, yapabilmiş, başarmış. Tanrı’nın seçilmişleri vardır saklandırıldıkları yerlerde beklerler ve çıkıverirler yerin altından bir gecede. Yırtın, paralan, hiç sevme istersen, ölsün de, yok olsun de, haksız de, ondan hıncını alamayacaksındır ne yaparsan yap. Ne imparatorluklar kuruldu ve yıkıldı, Ürdün’ün görünüşte dünya güzeli bir kraliçesi var ama kadınlar eteklerine basa basa yürüyorlar, serinlemek için denizin içine ayaklarını uzatabiliyorlar sadece erkekler göbeklerini kaşırken. Ve dünyanın neresine gidersen git Cumhuriyet’ten daha iyi bir yönetim şekli yok. Din toplumsal bir araç olmalıydı barış için, yönetim şekli değil. Bizler birer Suudi’ye dönüştürülmeye çalışılıyoruz, bir Kuveyt’liye, bir Fas’lıya belki de. Tanrı’nın sözlerini içeren Kur’an bir yana, bizler -hepimiz- birer Arap değiliz neticesinde ve Araplaştırılmaya çalışılmamız çok manasız bence. Burada sorulması gereken soru şu kim daha mutlu ya da kim daha az yozlaşmış? Ben Cumhuriyet mutluluk getirir demedim ki. Belki de özdeğerlerini bizim kadar kaybeden bir başka millet daha yoktur yeryüzünde, kim bilir?

20141122_141102

Aqabe mi nasıl? Sokaklarında ilgisizce ve rahat rahat gezebileceğim bir şehir olamadı maalesef(bakkala biriyle gidilemeyebilir her zaman). Ama önümdeki halk plajından deniz kenarına indiğimde plaj esnafının tekne ya da kola tekliflerinden bir parça kurtulabilmek için ayaklarını denize uzatmış dört Ürdün’lü kadının yanına oturduğumda tüm ikramları kabul eden Marcus’u anarak sırasıyla Ürdün çekirdeği(ben o ismi taktım), yarım elma, bir ıspanaklı börek ve yarım , narımı yiyip aralarında tek İngilizce bilen kadının sorularını sabırla cevapladım ben de. Evet Turkiya, evet bekarım, evet isterim, evet yerim, vs. Yemeğini paylaşan bir millet bulmak zor artık bu dünyada.

Aqabe Gulf Otel’de kaldım, merkezde. Her yere beş dakikalık yürüyüş mesafesinde ulaşabiliyorsunuz ve booking.com’da bahsedildiğinin tersine oda temizliğinde hiçbir problem yok, personel güleryüzlü ve sıcak.(Noime, Noha, Hisham Al- Abdullah ve Bridgetravel’dan bir kız bir de oğul sahibi Abdurrahman Muhaisen). Noime Filipinlerli. Rovers Return’ün servis elemanları da. Noha ise evlenerek İzmir’e yerleşmiş kızkardeşini ziyaret etmek için hem İstanbul’a hem de İzmir’e gelmiş.Toplu taşımacılık nasıl diye sorduğumda bana burası İstanbul gibi her istediğin zaman, her istediğin yere otobüs bulabileceğin bir şehir değil demişti. Haklı çünkü sadece turist otobüsleri var görünürde ve itiraf etmeliyim ki sokaklarda gezen fazla insan yok. Fas’taki rehberin dediği gibi Araplar kendi içlerine dönük yaşıyorlar ve fazla gezmiyorlar. Gezenlerse genelikle erkek. Kaldığım otelin lobisinde otururken arka masama gelen kalabalık kadın topluluğuna sesleniyorum ve Filistin’den geldiklerini öğreniyorum. Onların arasında da Türkiye’ye gelmiş olanlar var. İngilizce bilen kızları bize tercümanlık yapıyor. Sürekli gülüyorlar. Kendi domuzluğuma bakıyorum ve bir de sürekli bombalar altında yaşamak zorunda kalan bu kadınların neşesine. Onlara baktıkça nedensiz bende gülüyorum. Karşılıklı gülüyoruz. Seviyorum Arap kadınlarını ve meraklı meraklı adımdan önce medeni halimi soruşlarını. “Evet bekarım, hayır çocuğum yok, evet hiç evlenmedim.” Bizim ülkemize de gel diyorlar. Kolay değil diyorum İsrail vizesi almak. Bir yer bir devletin tekelinde olmamalı ama gel de anlat bunu İsrail Konsolosluğuna. Filistinli kadınların arkasından otobüse binişlerini izliyorum. Bir kamyon dolusu alışveriş yapmışlar ve otobüsün bagajı bir anda battaniye, yatak örtüsü ve muhtelif kumaşlarla doluyor.

20141119_144323

20141122_153815

WADI MUSA VE PETRA:

“Ah şu Nebatiler, dünyayı kendilerine hayran edip sonra ise kendilerinden mahrum edip yok olup gittiler.”

20141121_114641

image

image

Bir olağanüstülük görmek isteyen herkesin ve hatta hiç beklentisiz bir sürü insanın aklını başından alabilecek bir güzellik ve ihtişamdı gördüğüm Wadi Musa’da yer alan Petra Antik Kenti. Ticaret yollarının birleşme noktası, Çin’den Roma’ya uzanan coğrafyanın orta yerinde bir durak, bir vaha belki de. Uzuun bir vadinin ortasına Rodin’in kumaşından bir sürü Nebati’nin nakşettiği Hazine karşınıza çıktığı anda ne hissedeceğinizi bilemez oluyorsunuz. Burası bir anıt mezar aslında. Fotoğraflarda gördüğünüzün aynısı ama yakından çok daha ulu. Ezici bir üstünlük karşı karşıya olduğunuz. Ne Efes, ne Keops, ne de Kolezyum. Siq’in içinde kıvrıla kıvrıla yol alırken bir anda karşınıza çıkan at arabaları mı sizi tarih öncesine götüren, bir kilometre boyunca aldığım uzun yol mu acaba beklentilerimi kışkırtan, adrenalinimi arttıran? Yoksa rengini aldığı gül kurusu topraklar mı? Söz konusu olan başka bir şey. Bir cevher karşınızdaki ve sırtını dağlara dayamış siz ona hayran hayran bakarken, o göz ucuyla bile dönüp bakmıyor ve tıpkı sırtını dayadığı kayalar gibi sessiz ve ulaşılamaz ama işçilik değil sizi tek kendisine hayran bıraktıran. Her şey doğru yerde birleşmiş. Saf bir zevk ve kabiliyet, doğru renk, doğru ışık, doğru coğrafya. Tanrı bana gülüyor olabilir mi acaba şu anda hep yaptığı gibi, ben neden neden diye paralanırken? O böyledir ve biz şikayet etmemeliyizdir asla çünkü biliriz ki isyan ettikçe işler iyice sarpa sarar ve onun ayaklarına giden yine biz oluruz defalarca, ama asla son kez değil.

image

En doğru mevsimlerden biri sonbahar Petra’yı gezmek için ama yine de sıcak. Vadide ilerlerken serin serin esmekle beraber, deve ya da eşek ya da sıpa ya da at ya da dört ayaklı fantastik ve otantik bir binek hayvanı tercih etmezseniz eğer diliniz dışarıda tırmanıyorsunuz bir sürü başka güzellikleri görebilmek için. Benim ikincil hayran kaldığım El-Deir’e çıkmak hiç kolay olmamakla beraber, eriştiğinizde iyi ki gelmişim diyorsunuz. Değiyor çünkü. Hazine’nin el işçiliği daha iyi olmakla beraber, benzer The Deir’de Nebatilerin en görkemli çalışmalarından biri. Sürekli başıma peydah olmuş üç küçük eşeğinden birine binmem için bana ısrarlarda bulunan Bedevi çocuktan çok şey öğrenmekle beraber gereksiz ısrarı bir süre sonra canıma tak ettiriyor ve istemiyorum diye kaçarken imdadıma İngiliz çocuklar yetişiyorlar. Aralarında en uzun ve itiraf etmeliyim ki en yakışıklı olan beni kurtarmaya çalışırken ayağı takılıyor ve o tökezlese de sayesinde kurtuluyorum yerli Indiana Jones’dan. Nereli olduğumu soruyor ve Turkey cevabımı asla Turkiya olarak değiştirmeden meraklı arkadaşlarına “Turks” diye iletiyor iyi günler diledikten sonra. Hem kahraman, hem yapışkan değil. Üç gündür karşılaştığım en iyi muamele ve bu beni gülümsetiyor. Mozaikleri ise Fransız bir grupla geziyorum. Kendimi kaybedip onların grubuna dahil olduğumu neden sonra anlıyorum. Silkinip kendime geldiğimde grubun en genç üyesi olduğumu görüyorum. Tanrım grubun en genç üyesi yapmışsın beni ve hepsi o kadar yaşlı ki!  Nazik Fransızlarla nazik nazik ama nefes nefese konuşuyoruz. Ne tarafa doğru gittiklerini soruyorum. Bedevi mağaralarına doğru gidiyorlarmış. Kan ter içinde fakat azimle dağlara doğru ilerleyişlerini izliyorum. Gözüme çok çılgın görünüyorlar. Bedevilerin bir çeşit bahtsızlığı olsa gerek en olmadık zamanlarda bile olsa sürpriz bir şekilde beyaz ırktan, evinde televizyon karşısında uyuklamaktan çook canı sıkılmış beyaz adamları ve onların beyaz kadınlarını ve tüm beyazlıklarını ağırlamak durumunda kalıyor olmak kah mağaralarında, kah çadırlarında. Hey beyaz adam oryantalist yaklaşımların, deve ve dilenci ve bedevi, palmiye ve çöl fotoğrafların boşlukları doldurabilecek mi acaba? Gir bak o Bedevi çadırlarına ve gör bakalım bu insanların senin gibi boşlukları doldurmak telaşları var mıymış üzerlerinde? Bilakis yok, aslında boş vakitleri çok ya da hiç var ama neticesinde doldurmak gayreti içerisinde değiller benzer boşlukları. Boşluğun bir kursu da yok. Şehirlerde boşluğu doldurmanın kursları açılıyor. Lisan kursu, yemek kursu, Kur’an kursu, yoga kursu, tuzluk ve biberlik boyama kursu, bebeğin yaşadığı yerden istemeden de olsa çıkarken evsahibinin doğru üflemesini sağlama kursu, dertsiz çocuğu dert sahibi yapma kursu gibi. Bedevilerinse, boşluk, kursaklarına yemek gitmediğinde oluşan bir açıklık sadece. Tek bir dili konuşuyor, benzer yemekleri pişiriyor, boya olarak gözlerine rastık çekiyor, vakti geldiğinde doğuruyor, çocukları kumun içinde büyütüyorlar. O yüzden hep gülüyor o kadınlar çadırlarına girdiğinizde. Bedevi viskilerini yani otlu ve şekerli çaylarını yudumlarkenki keyifleri sende yok. Hiçbir zaman da olmayabilir. Sevdiğim bir şeyi yerkenki mutluluğumda, hevesimde şükretmem gerektiğini anımsattılar bana bu insanlar.

20141121_114404

image

20141121_140223

20141121_122642

20141121_142459

Kah Petra kah Wadi Rum’u gezerken turistlere(tek ayırt edebildiğim Japonlar olmuştur), nereden geldiklerini sordum devamlı ve kendi çapında bir araştırma şirketi yahut pasaport ve gümrük bilgilerini arşivleyen bir devlet memuru bilinciyle kendi küçük analizini yapan bir ben çıktı benden. Bunu yapmaksa Petra’daki İngiliz çocuğun Turks cevabından sonra oluştu zihnimde. Lawrence of Arabia filmindeki Lawrencesever Osmanlı askeri geldi aklıma. Turks deyince kaç kişi Osmanlı’yı anımsıyor acaba diye düşündüm kendimce. Her neyse Lawrence’ın önemini kavramış oldum bahaneyle. Çünkü bir sürü İngiliz Lawrence vardı kah vadinin ortasında kah Petra’da. İyi eğitim almış, iyi beslenmiş çocuklardı hepsi de. Aynı çocuklar başka da gidilecek yer olmadığından Rovers Return’de biralarını yudumlayıp durdular boş vakitlerinde. Otelimin hemen karşısındaki bir ara sokaktaki kompleks içerisinde bir adet Irish Pub, bir adet Chinese Restaurant, bir adet Mc Donalds ve bir de Rovers Return var. Kırk kez sorduğum otel çalışanlarının da dediği üzere buradan başka gidilecek başka da bir yer yok görünürde. Ve Macarlar var bol miktarda. İngiliz Hasta’nın Macar Kontu Laszlo Almasy’nin bunda etkisi var mıydı bilinmez ama özellikle Wadi Rum’un muhteşemliğini fon olarak kullanan daha başarılı bir film daha görmedim hayatım boyunca, gerçek Almasy’nin hayatının kitaptaki ve filmdekiyle alakası olmamasına rağmen.

Petra mı nasıldı? Bir daha Ürdün’e gelebileceğimi sanmıyorum. Daha doğrusu gördüğüm bir yeri bir kez daha görme lüksüm olabileceğini düşünemiyorum, yeryüzünde daha da yığınla güzellik varken. Ama gördüğüm en muhteşem şeydi Petra ve Ürdün bunu hak etmeli elinden geldiğince(ben kendime bakayım değil mi, haklısın Ürdün, biz birbirimize benziyoruz ondan söylüyorum yani ben tüm bunları gelinime söylüyorum kızım anlasın diye, yoksa bin yıllık zeytin ağaçlarına ettiğimiz zulüm daha dillerde).

20141121_112016

20141121_112631

20141121_112916

WADİ RUM:

20141120_150718

Vaderom şeklindeki telaffuzu en doğru ve anlaşılır olanı. Bünyesinde bir adet piramit barındıran ılık ve pembe kumları ayaklarınızı ısıtan, Bedevi çadırlarıyla medeniyetin sıfırlandığı, gene de tilki tilki eğer bu coğrafyada doğmuş olsaydım tıpkı bu insanlar gibi bir hayatım olacaktı ama nasıl olacaktı ve işte böyle olacaktı diye düşündürten ve bu yüzden yedi kez kederlere düşüp, burnumu her kederden çıkartışımda medeniyet hiç fena değil aslında bunca yokluğun arasında diye düşünmeden edemeyen bir iç ses barındırıyorum kafamın içinde hiç durmadan. İnsanlar alışkın oldukları hayatları sürdürmek, koşullarına geri dönmek için çabalıyorlar nihayetinde. Bu sessizlik, gece çöken karanlık ve başımın üzerinde milyonlarca yıldız bir süre sonra herhangi bir sosyal siteye bulaşıp konum bildirsem mi acaba sorusuyla bile başbaşa bırakabilir sizi. Çünkü Bedeviler bunu yapıyorlar. Sosyal medyada bir hayli faaller ve evet çölün ortasında telefonlarımız ve internetimiz var ve hemen hemen her Bedevi’nin de bir facebook hesabı var.

Evet, çölün ortasındayım. Geldim. Üç buçuk atmış olabilirim ama yaptım işte duygusu var ya… Büyüklerim haklılar maalesef, insanoğlu her şeyi “kendi” için yapmakta önce, sonra “kendi” ailesi, “kendi” çevresi ve kendi için işte hepsini, her şeyi. Bu cümlelerin önceliği sizin için değiller yani aslında, önce bir “kendi” var her insanın içinde hiç susmayan, bas bas bağıran, geceleri yattığı uykulardan uyandıran ve beraber uyuduklarını da uyandıran.

image

20141120_155917

image

image

20141120_142336

Bizi götüren Bedevi bir hayli tombik ve çöle varmadan jeep safari yapmak üzere tekerleklerin havasını indiriyor ve langırdayarak(Tdk’nın teşekkürünü aldım bile langırdamakla) ilerliyoruz kumların ortasında. Tepesi dumanlı piramit çok büyüleyici duruyor, Mısır’dakinden bile güzel. Geriden bakıyor bize bir parça çekingen ve mahzun ve biricikliği onu asil kılan. Turistik bir Wadi Rum jeep safari’sinde görülebilinecek her yeri görüyoruz Lef sayesinde. Kendisi 107 kilo ve ben yorulduğumda kolumdan tutup her çekişinde sanki bir bebeğin orasını burasını çekiştiriyormuş gibi rahat görünüyor. Çok konuşmuyor bizimle gerekmedikçe. Önce düşünüyor, sorularımızın cevabını üç saniye sonra alabiliyoruz ancak. Lef poz verilecek yeri de biliyor. Bizi hiç zahmete sokmuyor kısaca, kendisi de extra efor harcamayı sevmediğinden.

Lef’in tuhaf bir huyu var ve bize burası gezilecek dedikten hemen sonra sırra kadem basıp belirlediği sürede geri dönüyor. Beni de bir meraktır alıyor. En nihayet takip etmeye karar veriyorum. İki erkek çocuğu, konserve kutularından yaptıkları arabalarını bağladıkları tellerle sürüyorlar kumun üzerinde. Babel’deki Kabil ve Habil geliyor aklıma. Onlar huzur ve barış içinde oynarlarken benim aklıma tüm bunlar geliyor(sus dedim susturamadım gene). Babel’de Kabil ne çok pişmanlık gözyaşı dökmüştü kardeşinin ardından. Neyse.

Keçilerin durduğu yerden çadırın içine süzülüyorum ve işte Lef. Bizden neden kaçtığını biliyorum en nihayet. Çöl viskisini yudumluyor bir keyif bir keyif. Tam karşısında ise baba bir anne üvey -dört hanımından birinin kızı- kız kardeşi henüz bir aylık bebeğini emzirmekle meşgul. Bana da çay koyuyorlar. Kızın 63 yaşındaki annesi geliyor. Sonra da emzirilen bebeğin kızlı erkekli bir sürü kız ve erkek kardeşleri geliyorlar çadırın içine. Anne gencecik, kızları ise şimdiden evlilik çağında. Uslu uslu çay içiyorum aralarında. Bedevi kadın beni evlendirmek istiyor, ülkeme uzak diyorum ve Lef tüm tercümelerimi eksiksiz yapıyor. Üstelik zevk alıyor. Evlilik hadisesine gösterilen yakın ilgi her yerde aynı. Herkes birilerini başgöz etmek istiyor feci şekilde. Büyükler için manevi rahatlama, gençler içinse üzerine bir süre, bir sürü kikirdenecek bir konu neticesinde.

20141120_165053

image

Tekrar geldiğimde onlarla kalayım istiyorlar. Bir sürü çadır var diyorlar. Yeterince kalabalıklar ama varlığımın onları sıkacağını sanmıyorum. Bana kolay alışmış görünüyorlar, burada kalırsam bunlar beni hemen evlendirir diye düşünüyorum ama kaçıncı eş olarak alınacağımı kestiremiyorum. Şehirde koca koca diye çırpınan bir sürü kadın tanıdım, Bedevi çadırlarında bu işler nispeten kolay oluyor; kızlar yanlış yerlerde yanlış şeyler aramış durmuşsunuz, kolay koca burada. Bedevi kadın fotoğraf çektirmekten keyif alır görünüyor ve her defasında ciddiyetle kameraya bakarak poz veriyor. Bana olan bakışları ise tanımaya yönelik. Ayrılırken yanlışlıkla çenesini öpüyorum, biraz da dudağını. Nasıl gülüyoruz karşılıklı.

Bedevi çadırında enteresan bir akşam yemeği yiyoruz. Bir koca servis tabağında pilav, parça parça tavuklar, yanında bir koca tabak büyük doğranmış domates-salatalık-biber, yanında bir koca tabak daha daha küçük doğranmış domates-salatalık-biber, onun da yanında bir koca tabak daha daha daha küçük doğranmış ama yoğurt gibi bir şeyle karıştırılmış domates-salatalık-biber ve en nihayet bir koca tabak daha içi sırf yoğurt ve nihayet ekmek, francalalı değil tabi odun ateşinde yapılmış olanından ve üzerine de Bedevi viskisi demlem demlem(Tdk yanıbaşımda, nefesini hissediyorum).

20141120_161309

TEKRAR MARCUS:

Çadıra ilk girdiğimde gördüğüm beyaz adamdı Marcus(Bedevileri Kızılderili saymış oluyorum ve bir nevi öyleler aslında). Yanına oturduğumda nereli olduğunu sormuştum. Kuzey tarafından demişti bana İspanya’nın. Sonra susadım demişti ve bizden istediği bir şişe suyu kana kana içmişti teşekkür ettikten hemen sonra. Sohbet onu sarmayınca yahut biz kendi derdimizden kendisine fazla ehemmiyet göstermediğimizden kendi köşesine çekilip kendi kendiyle konuşmaya başlamıştı. Sabaha kadar acaba bana bir şey yapar mı dediğim bu genç adamı sabah yanımda tırnaklarını yerken buluverince ancak, yan çadırda bir çocukla uyuduğumu anlayacaktım. Gözümde gözlükler, uykusuz ve keyifsizce başladığım sohbete bir süre sonra Marcus’u dinlemekten paralize olmuş bir vaziyette devam etmekteydim. Bana sağ bacağındaki bir kaza sonucu oluşmış yarasını gösterdi. Erken emekliliğinin nişanı olan yarasına baktık beraber uzun uzun. Manzara çok iç açıcı değildi, daha doğrusu Marcus küçük bir kaza değil, büyük ve şiddetli bir şeyler yaşamış zamanında.

Sonrasında yanımda Afganistan’a turist olarak girmiş ve gezebilmiş bir adamdan Afganistan’ı dinledim. Afganistan sınırındaki polisi bile dehşete düşürmüş onun bu çılgınlığı. Çok uzun zamandır bir turist görmeyen sınır polisi Marcus’u dakikalarca lafa tutmuş(Adamın da konuşası varmış. Sınır polisisin ve aylar boyunca tek bir turist geçmiyor yanından ve mesleğini icra edecek bir kişi çıkıyor ve o da Marcus!). Kaldığı bir otelin beş saat sonra bir patlamayla yok olduğunu anlattı telaşlı telaşlı. Afganistan’a varmadan traş olmayı bırakıp sakal bıraktığını söyledi. O halini gözümün önüne getirmeye çalıştıysam da başaramadım. Taliban’da onu görse durumu kavraması çok geç olmayacaktı eminim. Marcus Afganistan’da şehir şehir dolaşırken insanlar onu engellemeye daha doğrusu korumaya çalışmışlar. Taliban ülkenin genelinde karşınıza çıkacak kadar yoğun bir nüfusa sahip olmamakla beraber kendileriyle burun buruna gelmeniz an meselesi olduğundan ve tıpkı benim gibi Marcus’u herkes bir şekilde sevmiş ve sahiplenmiş olduğundan koruyup kollanmış çokça. Nihayetinde Kabil’den apar topar uçağa bindirildiğinde Afgan halkının arkasından derin bir oh çektiğini duyar gibi oluyorum. Gözümün önüne geliyor kolaylıkla Marcus’un içinde bulunduğu yolcu uçağı gökyüzünde hemen üstlerinde süzülürken, binbir dertlerinin arasında Marcus’a va sağlığına kadeh kaldırırcasına el sallayan Afgan halkı ve askerlerini. Irak ve Suriye’ye gitmek istese de annesine verdiği söz yüzünden gidememiş. Neyse ki(Irak ve Suriye halkının başları daha büyük  bir belanın içinde çünkü)

İran’lılar en misafirperver milletti diyor. Sürekli beslemişler Marcus’u gezsin diye. Hangi cami olduğunu anlayamadım ama on bin kişinin aynı anda namaz kıldığını izlediğinde tüylerinin nasıl diken diken olduğundan bahsetti. Hindistan’a da gitmiş. Hemen Varanasi’yi sordum gün batımı mı gün doğuşu mu daha güzel diye. Birinden birini görmüş olabileceğini hayal ettim nedense. Sanıyorum bizim butik turlar yüzünden. Oysa ki o tam gün kalmış Varanasi’de. Ganj’a parmağını soksan İstanbul’da hastalıktan ölürsün dedi. Canım Marcus’çum belki derdime deva olurdu Ganj. Tuhaf şeyler düşündürtüyor Hindistan diyor hemen akabinde. Bombay, Kalküta dahil yani kuzeyini güneyini tüm Hindistan’ı gezmiş. Hiçbir ülkede aynı şeyleri hissetmedim dedi. Sevmeye başladığını düşünüyorsun ama beş saat sonra öyle bir şey görüyor ya da yaşıyorsun ki sevemez oluyorsun diyor. Bu kadar yoğun ve karmaşık hisleri başka yerde duymadım diye de ekliyor. Kudüs’ü sordum nihayet. Jerusalem dedi. Şehrin yolları birbirine çıkar dedi. Çok güzel ve değişik bir şehir dedi. Bu arada Marcus’u devlet politikaları hiç bağlamıyor. Onun tek derdi başına bir bomba düşmeden gezebilmesi; önünde daha bir buçuk yılı var çünkü. Afrika sınavını sağ salim verebilirse eğer gerisi kolay olacaktır sanıyorum. Bu arada İstanbul’a gelmiş ve Galata ve Ayasofya taraflarında kalmış. İran’dan sonra ikinci misafirperver halk dedi. Onlar da çok beslemişler Marcus’u(Ben denk gelse eve alırdım, o derece).

Kapadokya’yı beğenmiş, Efes’e gitmiş. Daha da başka konuşamadık çünkü o indi. Israrla gel dedim bizimle, hedefinden şaşmadı. Bazen dedi bir durakta üç dört saat beklediğim oluyor, ne yapalım bu benim hayatım ve hayalimdi dedi. Bastonu ve çok büyük olmayan sırt çantasıyla uzaklaşmadan alelacele eline tutuşturduğum gofreti minnetle aldı. Bana hiçbir ikramı reddetmemem gerektiğini öğretti Marcus. Kısmetini tepmemeyi, bir lokma ekmeğin önemini. Marcus’un dünyadan yiyeceği kısmeti var. Çok fazla para harcamadan yoluna devam ediyor. Ağırlanıyor, kurtarılıyor, kolay kolay hastalanmıyor ki o zaten bacağıyla diyetini ödemiş çok önceden.

Bir sürü sofralara oturdum davetli davetsiz, yığınla insan tanıdım. Pek azını sevdim, pek azını önemsedim ama Marcus hayatın küçük armağanlarını-bu bir gofret olabilir yahut bir tabak pirinç-mütevazilikle kabul eden, iyi olmasını(başta Afgan halkı olmak üzere benimle hemfikirdir sanıyorum Marcus’u tanımış dünya milletleri) ve iyi kalmasını tüm kalbimle istediğim insanlardan olmuştur. Bazen başkalarının duası tutarmış, kendininkindense. Marcus hep iyi ol. Sen hep ol.

İsterim ve dilerim ki, bir buçuk sene sonra evine ve annene kavuşabil sağ salim. Ölmek bitmek değil ama bitmeden anlatması gereken yığınla hikayesi olan bir adamı dünyanın bilmesi gerek. Ona anılarını kitaplaştırması gerektiğini söylediğimde çok zor olabileceğini söyledi ama düşündü birkaç dakika. İnş’allah yazabilsin. İnş’allah dünya Marcus’u bilsin onun bu tip bir kaygısı olmasa da. İnş’allah İnş’allah İnş’allah.

image

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑