THE HANDMAID’S TALE : DAMIZLIK KIZIN ÖYKÜSÜ

CFB5CD3B-9A3B-4849-AAF2-328C79884E67

THE HANDMAID’S TALE : DAMIZLIK KIZIN ÖYKÜSÜ

“Tanrı uysalları korur.” Aunt Lydia

“Şimdi bir biz olmalı çünkü, şimdi onlar var.” Ofglen

“Artık uyanığım. Daha önce uykudaydım. Bu yüzden izin verdik. Kongreyi katlettiklerinde uyanmadık. Teröristleri suçlayıp, anayasayı değiştirdiklerinde; o zaman da uyanmadık. Geçici olduğunu söylediler. Hiçbir şey aniden değişmez. Sürekli ısınan bir küvette farkına varmadan ölürsünüz.” Offred

“Nolite te bastardes carborundorum.= Piçlerin seni ezmesine izin verme.”

“Her zaman bir başkası vardır. Hiç kimse yokken bile.” Offglen

İkinci sezonu iyice yaklaşmışken ve fakat ben hakkında bir şeyler karalamak için bunca gecikmişken, bir parça suçluluk duygusunun da etkisiyle yazmak için niyetleniyorum bir kez daha Margaret Atwood harikası kırmızı pelerinli Damızlık Kızlar hakkında. İşim vardı, gücüm vardı, dünyanın derdi vardı yoksa da yaratabilme kapasitem vardı. Bu yüzden yaklaşık bir sene sonra, bir kez daha, en başından koyuldum yola on bölümü izledim başındaaan sonuna. Üç, dört ve dokuzuncu bölümler en beğendiklerimdi belirteyim şimdi tam da burada. Dizi Amerika’da geçmekte. Değişik türde bir askeri darbe gerçekleştiriliyor. Diktatörü belli olmayan teokratik bir düzenle kurulan cumhuriyetin adıysa “Gilead”. Geleneksel değerlerin her şeyin üzerinde olduğu bu yeni düzense Orwell’ın 1984’ünü çağrıştırıyor çok fena. Karakterlerin ütopyası ise Kanada. Nasıl olmasın ama? Kanada’nın bu en kalabalık ve ikinci en büyük eyaleti olan Ontario’ya varabilen karakterleri onuncu bölümün sonunda bekleyen bir sürpriz var; o da mülteci kimlik kartı, bir miktar para, bir telefon ve de konuşma paketi hem de bir sene boyunca. Mültecisini böyle bir takım hizmetlerle karşılayan, anlayışlı sınır yetkilisi sahibi olan ülke bilenler bizlere de iletsinler, hem de hemen.

Dizinin ilk bölümünün ilk dakikaları Children of Men’in başındaki gibi bir takip sahnesiyle açılıyor. Buzlu yollarda takip edilen aracımızın içindeki karakterler bir aileden ibaret. Silahlı adamlarca aile darmadağın ediliyor bir anda. Anne kız birbirinden ayrılıyor, baba ise geride kalıyor. Genç kadın gözlerini açtığında geçmiş hayatından eser kalmadığını görüyoruz. Pek çok şeyin yasak olduğu, geleneksel bir hayatın içine düşüveriyor bir anda. Kitap, gazete, dergi okumanın yasak olduğu, televizyonun olmadığı, radyodan gelen müzik sesinin bile duyulmadığı türde bir hayat bu. Damızlıkların tek başlarına dışarıya çıkmaları yasak mesela, sözde güvenlikleri açısından. Asıl amaçsa kızları birbirine izletmek, gözetletmek, yanlışını gördüğünde de gammazlatmak halbuki. Birbirleriyle ve yolda karşılaştıkları yabancılarla konuşmaları gerektiğinde, kullanacakları kelimeler bile sınırlı.  Tanrı bizi izliyor, Tanrı seninle olsun, Tanrı yolumuzu açsın, Tanrı güzel hava bahşetti, Tanrı tohumları kutsasın, Tanrı savaşı iyi götürüyor olduğu yerden çok şükür gibi ipe sapa gelmez cümleler sarf etmek zorundalar karşılıklı olarak. Kırmızı Başlıklı Kız’ların başlıkları dışında giydikleri tek parçalı kırmızı entarileri ve yine kırmızı kapüşonlu pelerinleri var. Yürüyüşe çıktıklarında, hakeza yanlış bir şey olmaya görsün yakınlarında, hemen başlarını önlerine eğmek zorunda bırakılıyorlar. Gökyüzünü görmelerini engelleyen gece lambalarını andıran siperlikli bembeyaz şapkalarıyla burunlarının ucu dışında bir şey görmeleri de pek mümkün görünmüyor zaten. Seçilmiş kızların verildikleri ailelerdeki konumları farklı türde bir çeşit kölelik ya da hizmetçilik. Hizmetkar konumundaki kızların temizlik, yemek gibi sorumlulukları yok. Onların tek ve en mühim marifetleri bunca kısır bir dünyada doğurabiliyor olmaları. Dolayısıyla etinden sütünden yararlanılmak üzere yani yeni ev sahiplerine birer bebek vermeleri için belli ritüellerle kadınların denetiminde eşlerine sunuluyorlar. Son derece duygusuz bir şekilde gerçekleştirilmesi gereken bu eylemler esnasında amaç karşı tarafı hamile bırakmak. Kız doğurduktan ve belli bir emzirme dönemini atlattıktan sonra ev ve aynı zamanda damızlık sahibi tarafından ivedilikle evden def edilmeye çalışılıyor. Böylelikle bir kez rüştünü ispatlayan damızlık bir başka eve transfer oluyor ve aynı prosedür tekrar tekrar gerçekleştiriliyor yeni ev sahiplerinin nezaretinde. Duygular mı? Onlar da işin içine giriyor bu zaman zarfında. Ama zamanla. Dikkat çekici olansa zamanla iyice sevgisizleşmiş ve düzene ayak uydurmuş, daha doğrusu bu düzenin mimarı ve destekleyicisi olan güçlü ve dindar, yeri geldi mi de kindar ve zalim olan çiftler arasındaki sevgisizlik.

Gerçek adı June Osborne, damızlık ismi Offred olan esas kahramanımız ve aynı zamanda damızlık kızımızın önceki hayatında ne kadar özgür olduğunu flashback’ler sayesinde gördükten sonra, iç sesinin bazen sağduyulu bazen de son derece gerçekçi bir şekilde haykırdığı cümleler sayesinde şimdiki hayatında neler hissettiğini anlıyoruz. Portakala değil çığlık atmaya ve bir makineli tüfeğe ihtiyacım var diyor içinden. Bu isyanını sözlü olarak dile getirdiği takdirde alacağı derslerin ve cezaların da sonuna kadar farkında Offred. Red Center’dalarken yakın arkadaşı Moira’nın kaçışına göz yumduğu için yatırıldığı falakadan sonra baygın vaziyette getirilip bırakılıyor yatağına. Aunt Lydia’nın elektrikli cop tutkusu var. Nehir kıyısından yürüyerek eve dönmeyi tercih ettiklerinde karşılarına çıkan idam edilmiş insanların  üzerlerine asılan yazılarda bir rahip, bir doktor, bir gay adam diye belirtilmiş olması, o kişilerin meslekleriyle ve “eş”cinsel tercihleriyle bir kabahat işlediklerinin kanıtı olarak sergileniyor olmalarının birer kanıtı adeta. Bir çeşit ibret tablosu yani duvar. Totaliter bir devlet rejimi altında isimleriyle anılmıyor bu insanlar ve sınıf farkı tüm acımasızlığıyla ortaya konulurken, kendisinden olmayanın posasını çıkartıyor bir güzel.

 

Kısırlığın Tanrı’nın yaratmış olduğu bir çeşit veba, seçilmiş damızlık kızların da ilahi bir amaç uğruna saf bırakılmış bir tür oldukları görüşü hakim yeni düznde, Bu uğurda damızlıklar iyi Hristiyanlar’ın iyi eşlerine iyi hizmetler sunmakla değerlendiriliyorlar. Kalanlarsa ya kirli kadınlar ya da sürtükler. Kutsal metinlerden yapılan alıntılarla alıştırılıyor kızlar yeni yaşantılarına. Rahel, Yakup ve Bila arasındaki üçlü ilişki normalize ediliyor bu sayede, adı üzerinde “kutsal” metinler kutsal diye. Aunt Lydia bu sürünün dişi çobanı aynı zamanda. Kızlara en ağır dersleri verdiği gibi, yeri geldiğinde insafa da gelebiliyor. Çünkü insani ilişkiler giriyor bir süre sonra devreye. Guguk Kuşu’ndaki Hemşire Ratched’la Yaprak Dökümü’ndeki ara ara duygusala bağlayan anne arasında gidip geliyor Aunt Lydia bu rolüyle. Yine de bence dizinin en Orwellyen karakteri de kendisi oluyor.

858BF8E0-00FD-458F-81B9-6639CFA42B4D

Hannah’nın annesi, Luke’un karısı olan June kitap editörüymüş önceki hayatında. Şimdiyse evlerinde kaldığı komutanla yalnız görüşmesi bile yasak. Çünkü bir cariye olarak bile görülmüyor ne yazık ki iki ayaklı rahimler. Biri bana damızlık dese, tarafımdan gözlerinin oyulması için yeterli nedene sahip olsa da, burada içlerinden ilk doğumu gerçekleştiren disiplinsizliği ve karşı gelişleri yüzünden tek gözü oyulan Janine oluyor. İyi ve sağlıklı bir bebek dünyaya getiriyor bu özünde son derece saf olan kız. Üstelik sadece emzirdiği sürece bu evde kalabilecek ve kızını kucağına alabilecek. Elindeki tek kozu sonuna kadar oynuyor Janine de. Sahibi olan Bayan Putnam’ı ısırıyor. Komutan Putnam’ınsa onu sevdiğini söylüyor. Birlikte kaçıp gerçek bir aile olacaklarını sanıyor. Aslında damızlıklarıyla karılarının korkusundan güya hissiz bir şekilde birlikte olan tüm komutanlar bir süre sonra aynı havayı solumanın, aynı metrekareyi paylaşmanın verdiği ve en önemlisi durumun tuhaflığından oluşan halden ötürü, özel bir ilgi göstermeye başlıyorlar kendi damızlıklarına ve alışıyor insan söyleye söyleye damızlık lafına da, her şeye olduğu kadar.

The Other Side

 

Dizinin en anlamlı sahnesinin mimarlarından bir başka damızlık olan Ofglen’se önceki hayatında üniversite profesörü imiş. Gerçek ismiyse Emily. Martha’lardan biriyle yaşadığı ilişki ortaya çıktığında, cinsiyete ihanet suçu işlemiş olduğuna karar veriliyor bir lezbiyen olarak. Lezbiyen kelimesiyse yasaklı kelimelerden. Ağızları Hannibal gibi sımsıkı kapatılmış, elleri bağlı vaziyette yargılandıktan sonra bindirildikleri kamyonetten indirilen kız arkadaşı oluyor ve kadın Emily’nin gözleri önünde asılarak idam ediliyor. Bizler de tıpkı Ofglen gibi oturduğumuz yerden çaresizlikle bakıyoruz bu manzaraya. Sonra da işlerin bu noktaya gelmeden önce nasıl da masum başlayan bir sokak direnişinin, kana bulandığını hatırlamak için gidiyoruz geçmişe. İşlerinden ilk atılanlar kadınlardı malum. Banka hesapları ve işleri aynı anda alınmıştı ellerinden. Bir kafeteryada bile herkesin içinde aşağılanmayla karşılaşabilen kadınlar sırf kadın oldukları ve dinci radikallerin gözünde potansiyel birer sürtük oldukları için bu muameleye tabi tutulmaktaydılar. Tüm bunlar gelecekte yaşanacakların birer habercisi olmakla beraber, bu örgütlü ilerleyiş karşısında çaresiz kalan halk canını kurtarmak, ailesini korumak adına sindikçe siniyor iyice. Kendisine clitoridectomy uygulanan Emily’se bembeyaz bir odada uyanıyor çaresizlik, şaşkınlık ve korku içinde.

38339159-6349-4BF1-9041-D0B01EA6076D

Dış ülke temsilcilerinin ülkeleri hakkındaki ilk intibası ülkenin ileri gelenleri için son derece mühim olduğundan, Meksika’dan gelecek olan ticaret heyeti için duvarlardaki kanları yıkatıyorlar damızlık kızlara. Offred’e etmediğini bırakmayan, sonradan püriten Serena Joy Waterford’un isyana teşvikten tutuklandığını, bir kitap yazdığını öğreniyoruz heyetteki yetkililer tarafından. İnkar etmese de, unutturmaya çalışıyor geçmişini. Kocası ise karşılıklı ticareti geliştirmedikleri takdirde paralarının dibe vuracağının derdinde. Ticaretin metasıysa kırmızı önlükler içindeki damızlıklar. Misafirlere de damızlıkların önceki marifetleri olan Gilead’ın çocukları takdim ediliyor. Bu manzara karşısında Meksika heyeti yetkililerinin neden büyülendiğini öğreniyoruz. Çünkü onların ülkelerinde de kısırlık var ve son altı yıldır tek bir tane sağlıklı çocuk dünyaya gelmemiş.

Peki bunca yasağa rağmen hiç mi yasaklar delinmiyor? Elbette deliniyor. Ama yalnızca memurların, rütbeli askerlerin ve yabancı misafirlerin görebileceği şekilde. Gayri resmi bir batakhaneye götürüyor Komutan Offred’i. Burada çalışan ve yeni toplum düzenine uyum sağlayamamış kadınlarlarla birlikte olma şansı sadece onların çünkü. Zamanında sosyoloji profesörlüğü yapmış, CEO ya da avukat olan kadınlar var aralarında. Aynı zamanda toplumdaki ikiyüzlülüğe şahit oluyoruz bu yerin varlığı sayesinde. Zina yapmak, eşcinsel olmak, bırak onu sohbet etmek bile yasakken, bir sürü dini zırvalıkların unutulduğu bir yerin varlığına göz yumulduğunu görüyoruz. İçeride herkes her şeyi yapar halde. Çünkü onlar muktedir. Dinse fakirin ekmeği haline getirilmiş zaman içinde. İnancı hiç karıştırma, o sadece senin meselen yaşadığın müddetçe.

Dizi boyunca ahlanacak pek çok şey varken, ileride-kaldı ki bu çok ileri bir tarih olmayabilir, aslında bu dizide yaşanan her şeyin bir gün bizim ve de tüm dünyanın başına gelmeyeceğinin garantisini vermek mümkün değil. Bir sebepten ya da pek çok birikmiş sebepten ötürü kısırlığın, ülkelerin popülasyonu ciddi şekilde etkileyecek boyutlara gelme ihtimalini düşünüyor insan en fazla ve ailelerin daha doğrusu bir çocukla ancak kendilerini tam bir aile hisseden fertlerin bu uğurda nelere katlanabileceğini görmüş oluyoruz bir kez daha. Son zamanlarda benzer bir konuya eğilen(ama tam manasıyla değil) Kanada orijinli bir kadın yönetmen benzer bir konuyu ele alan bir diziyle çıkagelmişti ekranlara. İlk sezonuna hayran olduğum, başrolünde yine Elisabeth Moss’un yer aldığı dizinin “Top of the Lake, China Girl” isimli ikinci sezonunda taşıyıcı anneler yüzüstü bırakıyorlardı aileleri ve ilk uçakla ülkeden kaçıyorlardı. Karınlarının içindeki bebekleri de beraberlerinde götürüyorlardı. Serinin ilk sezonundaki oyunculuğu ve Damızlık Kızın Öyküsü’ndeki rolleriyle iki defa Golden Globe en iyi kadın oyuncu ödülünü alan Elisabeth Moss, Jodie Foster’a olan kah fiziksel kah rol benzerlikleriyle kalıyor hatrımda. Kendisi aynı zamanda Damızlık Kızın Öyküsü’nün yapımcılarından bu arada. Margaret Atwood’a gelince önceden hiçbir romanını okumamış olabilirsiniz ama ilk tanışacak olanlarınız için fena halde feminist, bir o kadar hümanist ve de gerçekçi bir kalemle karşılaşacaksınız benden söylemesi. İnsanı afallatan bir tarzı olmuştur her zaman. Kırmızı pelerinlerle böylesi bir dünya yaratmak çok kolay değil. Bu ay sonunda yayınlanacak olan ikinci sezonunuysa merakla beklemekteyim. Trailer’ı yayınlandı yakın bir tarihte.

D7F66E2A-0048-44F2-824F-038B6F831E75
Bunlar geleceğin damızlık oğlanları
1AF684DF-0A58-4349-A2A6-53E2260CD264
Bunlar da işin gurur kaynakları

FARGO 2014

“Kaygısızlar felaketi küçümser,
Ayağı kayanı umursamaz.” Eyüp 12.5:Kutsal Kitap’tan

“Kalabalıktan çok korktuğum,
Boyların aşağılamasından yıldığım,
Susup dışarı çıkmadığım için
Suçumu bağrımda gizleyip
Adem gibi isyanımı örttümse”… Eyüp 31.33-34:Kutsal Kitap’tan

image

DİZİNİN BAŞKARAKTERLER ÜZERİNDEN YORUMLANMASI:

Lester Nygaard:

Dizinin ilk bölümlerinde korkak, pısırık, ezik, acınası ve şaşkın, ilerleyen bölümlerinde korkak, acınası ve şaşkın, sonlara doğru ise yine bir parça şaşkın ve korkak olmakla beraber işini bilen, nispeten soğukkanlı, karizmatik, karşı cinsin idolleştirdiği(karısından ayrılana değil, karısı ölene var varacaksan diyen çeşitli kategorilere ayrılmış ve kalem kalem kritize edilmiş Anadolu, aydın, kırsal, kentli, okumuş, az okumuş, off o da çok okumuş kadınlarımızın ortak feryadı, Amerika’nın Minnesota eyaletine kadar ulaşmış olsa gerek) bir karaktere dönüşür yavaş yavaş. Lester’in erkeklik gururu denen şeyi tekrar kazanmasına yönelik geçirdiği değişim ve örtbas edilen onca suç ve cinayet vahşi kapitalizmin modern dünya insanının beş duyusundan sızım sızım sızmasının mübah sayıldığı zamanlarda bile insanın içini huzursuz ediyor bir parça da olsa, değer miydi tüm bunlara diye. Değer miydi Lester? Ve ne yazık ki ince buzun kırılganlığından Lester cevap veremiyor bize. Herkesin kendi küçük cehennemini kolaylıkla yaratabildiği dünyamızda, Lester’da bir küçük kara delikte yutulup gidiyor nihayet. Kendi küçük kara deliğinde. Ama gitmeden tuhaf izler bırakıyor insanların yaşamları üzerinde. Hess’ten karısının yardımıyla, erkek kardeşinden kendi işlediği suçu üzerine atıp hapishanede çürümesine sebebiyet vererek, eşinden de kafasına vurduğu çekiç darbeleri sayesinde intikam alıyor, onca zaman içinde biriktirmiş olduğu öfkesini çıkartarak. Satış primleri düşük, başarısız bir eş  ve çalışandan, hayatının ikinci baharında kazandığı özgüven ve saklandığı yerden çıkan şeytani zekası sayesinde maşayı tutan ele dönüşüyor. Sorun şu ki önceki Lester mı, sonraki Lester mı daha iyi diye kendi kendinize sorduğunuzda, ikisinden de pek hoşnut olamıyorsunuz. Ne dönüşümü, ne baştaki pasif ve sürekli aşağılanan, hor görülen halleri içinize sinmiyor bir türlü. Erkek kardeşinin de dediği gibi Lester’ın doğasında bir terslik, bir gariplik var ve bunu sevmeniz mümkün olmuyor. Lester sevimsiz bir dönüşüm geçiriyor. Henüz karakteri oturmamış bir ergenden, bir mitomana dönüşüyor.

image

Lorne Malvo:

İsmine dizinin ilerleyen bölümlerinde vakıf olacağımız, sosyopat, psikopat, her renge bürünüp de rengini belli etmeyen, her mesleğin erbabı(papaz, dişçi, ortopedist, imaj maker, kiralık katil, keyfi katil), kutsal kitap üzerinden entrika çeviren, aklı bir başka çalışan, hikayeler anlatmayı seven, cennetten kovulmuş olduğunu kendi ağzıyla itiraf eden, insanların kaderlerine, hayatın hal ve gidişine, toplu ölümlere sebep olmayı tüm bunları yaparken de Tanrı’nın eli değil, kendi kitabına göre kaderlerle oynayıp Tanrı’nın kendisi olmayı seçecek kadar özgüveni yüksek bir karakter. Aslında tam bir zırdeli olmakla beraber, süreç boyunca öğrenme şansını yakalayamadığımız bir geçmişsizlikten ötürü içindeki kötülüğün esasını ve temellerinin nasıl ve ne şekilde atıldığını da asla bilemiyoruz ama sinsi tahminlerimiz de yok değil hani kendimize sakladığımız. “Hayatımız kızıl bir gelgittir.” derken duruşuyla asla dışına yansıtmadığı kendi içindeki ateşten, anlamlandırılamayan insan doğasının ve genel olarak tüm tabiatın dengesizliğinden bahsediyordur belki de. Romalıların kurtlardan geldiği efsanesini hatırlattığı bir anekdotta ise “Hayvanların dünyasında azizlere yer yoktur” derken dünyanın birkaç peygamber tarafından iyileştirilemeyeceğini işaret eder inceden Stavros’a. Stavros’sa Tanrı var mıydı yok muydu diye olan biteni sorgular dururken hayatının dizginlerini kaybeder yavaş yavaş ve kendi felaketini kendi hazırlar. Malvo için ağzından çıkan ilk kelime kanundur ve başkalarının fikirlerine değer vermez. Gevezeleri, yaşam dilencilerini sevmez. Tek bir kişiye iş teklifinde bulunur beraber çalışmaları içn, o da kiralık katil olarak tutulan ikiliden Molly’nin vurduğu sağırdır, yani Mr. Wrench. Molly, orjinal filmdeki Marge’ın az konuşan ve cinayet işlerken enselediği Peter Stormare’le yaptığı konuşmanın benzerini, hastane odasında Sağır’la yapar.  Billy Bob Thornton, Steve Buscemi’ye dönüşür bir nevi, partner arayışındaki. Herkesi, her şeyi birbirine kattıktan sonra uzaktan izlemekten tuhaf bir zevk alır gibidir. En büyük zaafı hor görülen insanların yeni bir başlangıç yapabilmelerini sağlamak için önlerindeki engelleri kaldırmaktır. Ezenlerle, ezilenleri yüzleştirir. Cinayet işlemeye giderken asla maske takmaz, korkusuzdur. Tek bir karakter hariç hepsiyle yüzyüze gelmişliği, konuşmuşluğu vardır. Molly hariç. Tipi fırtınası esnasında bir an bir düşmüşçesine karşı karşıya gelirler sadece. Molly bir şekilde Malvo’yla asla karşı karşıya getirilmez. Malvo’yu yakalamak da Molly’e kısmet olmaz.

image

Molly Solverson:

Meslek erbaplarına bakış açımı değiştiren baba kızdan, kız olanı Molly. Ve tabii polis. Kendi vermiş olduğu bir karar olmamasına rağmen vicdan azabının kaynağı olan mesai arkadaşının kendisinin yerine gittiği Lester’ın evinde vurulması ve geride hamile bir eş ve boyası tamamlanmamış bir bebek odası bırakması aklını kurcaladıkça onu hırslandırmakla beraber, dizinin ilk bölümünde gördüğümüz şaşkın ve mesai arkadaşının bilgi ve tecrübesine yaslanmış Molly’den(kaputu açmak aklına gelmiyor cinayet mahallindeki), yine öldürülen arkadaşının önsezileri doğrultusunda şefliğe doğru ilerleyen bir kadına geçiş yapıyor adım adım korkusuzca. Etrafını çevreleyen ve hep bir şeylerden kaçan ödlekler ordusu erkeklerden daha cesurca ve daha soğukkanlı davranabiliyor her zaman. Nitekim kendisini sislerin içinde yanlışlıkla ama salakça vuran müstakbel kocası polislikten postacılığa terfi ediyor. Lester’ı her daim sorguya çekmekten kaçınan şefi evinin önündeki karları küreyen insanların yokluğundan şikayetlenip istifa etmek istediğini söylüyor  ve Lester’ın hep bir şekilde yırtmasına sebebiyet veriyor, Molly sorguya çekmek için paralansa da. Lester’sa tüm fiziki yetersizliklerine, ilk merhum eşinin söylediği üzere içi boş bir tabancayla kendini vuran ilk kişi sen olursun benzetmesini haklı çıkarırcasına tek fiske yemeden her defasında kendini yaralamayı başarıyor. Hatta son sürek avında da kaderin bir cilvesi olarak kendi küçük kara deliğine saplanıyor, polis tarafından vurulmadan. Kısacası erkekler kaçıyor, yan çiziyor, korkuyor, yalan söylüyor, iş işten geçtikten sonra olaylara el koyup, her şeyi yüzlerine gözlerine bulaştırırken, göz göze bile gelemiyorlar karşı tarafla ama Molly hep duruyor.

image

Lou Solverson:

Dizinin en karizmatik erkeği Keith Carradine tarafından canlandırılıyor. Korumacı, aklı başında, dolayısıyla doğru kararlar verebilen, aksaklığı bir mesaisinden yadigar kalmış, aynı zamanda iyi şarap ve iyi adam olmanın benzer kriterlerine haiz bir baba karşımızdaki tek çocuğunu bir başına yetiştirmiş olan. Dizideki erkek karakterlerin arasından sıyrılıyor bu ayrıksı, uzun adam(bizde de var bir uzun, karışmasın lütfen). Billy Bob ineze görünümlü sevimsiz bir cani, Lester pısırık olabilecek kadar küçük ya da küçük olabilecek kadar pısırık, Molly’nin kocası baş edemeyeceğini düşündüğü her tehlike sinyalinin karşısında bir atom bombası varmış gibi titreyip, bir an önce bertaraf etmek için vurarak kurtuluyor korku nesnesinden, polisler ebleh ve durgun akıllı ve aslında sanki kasabanın kalan tüm erkekleri tuhaf bir çılgınlığa kapılmışçasına aptallar ve kar, tipi ve sonsuz beyazlık onların ruhlarını ve akıllarını da dondurmuş her anlamda. Birkaç cingöz dışında hiç açıkgöz yok. Şark kurnazları da yok. Zaten Minnesota Kanada sınırında olduğundan kuzeye kaçıyor, bu da bize her yerin kuzeyinin daha bir soğuk olduğunu gösteriyor. Satıcılar alabildiğine saftirik. Kimse taksiye binmiyor. Kimse büyük tipinin yaşandığı gün hariç dışarı çıkmamazlık etmiyor kar diz boyu oldu diye. Küçük sapmalar, büyük kışkırtmalar olmazsa insanlar kaderlerine razı geliyorlar. Büyük kötülükler hep dışarıdan geliyor. Karsa son bir iyilik yapıp hepsini örtüyor kuş tüyünden bir yorgan gibi.

image

Stavros Milos:

Dizinin en trajik hikayesinin baş aktörü kendisi. Adından da anlaşılacağı üzere bir Yunan Ortodoksu. Ve hikayesinin başlangıcı Yunanistan’dan göç ettikleri güne rastlıyor. Karısının sızlanmaları(tüm kadınlar değil, bazıları hep sızlanır, bende sızlanırım her fırsatta, fırsat buldukça), arka koltuktaki bebek arabasındaki küçük oğluyla cebindeki son beş dolarla almış olduğu benzin suyunu çekip, onları beyazın ortasında bıraktığında ve bir tır tüm çabalarına rağmen durmayıp onu yolun ortasına savurduğunda, çenesi kara bulanmış halde Tanrı’ya yalvarırken bir mucize gerçekleşiveriyor ve bir çanta dolusu dolar buluyor kimin olduğunu bilmediği ve Tanrı’yla olan anlaşması bu şekilde başlamış oluyor yıllar yıllar önce. Lester’ın ve boşamaya çalıştığı halen daha sızlanmayı seven karısının Türk hamamı açma hayalleri içindeki fitness hocasının şantajları ve oyunları sonunda kendini Kutsal Kitap’taki kehanetleri savmaya çalışır halde buluyor. Kutsal Kitap’a göre Firavun, İbrani halkını azat edip ülkeyi terk etmeye izin vermediği için Mısır’ın başına 10 felaket gelmişti. Bunlar: 1) Nil nehrinin kana dönüşmesi=Stavros’un kan banyosu; 2) Kurbağa istilası; 3) Sivrisinek istilası; 4) Atsineği istilası; 5) Hayvan ölümleri=Köpek King’in odunla katli; 6) Çıban belası; 7) Dolu belası; 8) Çekirge belası=Süpermarketteki çekirge istilası; 9) Karanlık Belası; 10) İlk doğan çocukların ölümü’dür.=Stavros’un önlemeyi başaramadığı ilk ve tek evladının kaybı. Zavallı Stavros!

image

Gus Grimly:

Şaşkın damat, önce polis sonra postacı, müstakbel karısını dalağından vurdu ama öldüremedi, Lorne Malvo’yu da defalarca vurmak kendisine kısmet oldu hortlayıp da kendisini vurmasın diye. Onun dışında iyi kızı kaptı, dalağını aldı ama spermlerini bıraktı, huzuru ve mutluluğu buldu, apartman dairesinden ev düzenine geçti. Kanımca hep artıya geçti durdu. Zaten kıza göz koymuştu. Arada safların da şanslarının yaver gittiğinin bir örneği oldu. On bölümün en etkileyici hikayesi ise Gus elinden kaçırdığı Malvo yüzünden beşinci bölümde çaresizlik içindeyken Yahudi komşusu tarafından anlatılan ve mezartaşının üzerine de “Her şeyini veren adam” diye yazılan dünyadaki acıyla baş edemeyip malını, mülkünü, tek böbreğini akabinde de tüm organlarını bağışlamak için bileklerini usturayla kesen adamın hikayesi olmuştur. Elbette aynı hikayeyi paylaştığı Molly’nin bulduğu çıkış yolu daha akılcı olmuştur.

image

Ve  dizi boyunca bir takım işaretler ya da evrenin nazik hatırlatmaları olarak adlandırabileceğimiz bir takım göndermeler bir sebepten karakterlerin karşısına çıkıyor ve onları bir başka kadere doğru sürüklüyor ister istemez. Kör karanlıkta ortaya çıkıveren bir geyik bir arabanın yoldan çıkmasına ve Lester’la, Lorne Malvo’nun yollarının kesişmesine neden olabildiği gibi(Gel de kadere inanma!), bir kurt hikayenin sonunda Malvo’nun evini deşifre edebiliyor. Tıpkı orjinal filminde olduğu gibi çok kuvvetli bir müzikle açılan açılış sahnesinden sonra, karların ortasında bagajdan don paça fırlayan bir muhasebeci, sıradan orta sınıf hayatlar ve rutine dair sıkıcı konuşmalar şahit olduğumuz. Sıradan insanların hayatları bir süre sonra çığrından çıkabiliyor. İlk bölümde Lester’a sigorta poliçesini hamile eşini ve cinsiyetini henüz bilmedikleri çocuklarını da kapsaması için getiren karı kocadan araba satıcısı olan yeni evli genç adam, son bölümde Lorne Malvo’nun kurbanı olmadan önce küçük bir kızım var diye yalvarıyor hayatını bahşetmesi için ve çocuğunun cinsiyetini öğrenmiş bulunuyoruz bizde giderayak. Kanserden, ülserden ölen insana rastlamak imkansız bu kasabada. Herkes kiralık katiller, pısırık olmaktan gözü dönmüş kocalar tarafından hakkın rahmetine kavuşturuluyor ve tirbuşonun büyüğü ve elektriklisi olarak tarif edilebilinecek bir makineyle açılan delikten buzlu sulara atılan insanlarsa arkalarında boş mezarlar bırakıyorlar. On bölümün en etkileyicisi ise altıncı bölüm oluyor. Stavros’un acı dolu hikayesi, Malvo’nun yem olarak kullandığı fitness hocası ve polisin Litany eşliğinde karşı karşıya gelmesi, evin ve biçare adamın taranması, biri sağır ve dilsiz, diğeri erken gelen ölümü tadan iki kiralık katilin Malvo’yu sıkıştırmaları ve tipi altında göz gözü görmeksizin yapılan çatışma hep bu seçilmiş bölüme denk getirilmiş sanki.

Netice itibariyle birçok filmin başarısının yanından bile geçemeyeceği ve aynı adlı orjinal filmin ardından neredeyse yirmi yıl sonra; fakat bu sefer yapımcı koltuğunda oturan Coen Kardeşler’in belki de öngörüsüyle risk alınarak ortaya çıkmış, yaslandığı Kutsal Kitap’tan alınan referanslarla Tanrı’yı, kaderi, peygamberleri, aklın sınırları özgür kaldığında elinde kullanma kılavuzu bulunmayan insanlarca ne çeşit sonuçlara ulaşılabilineceğini gösteren, erdemli olmayı, cesur olmayı anlatan ama ne şekilde olursa olsun hiç kimsenin kendi küçük hikayesinin sonunu bilmediği(en başta Malvo), her şeyin yerli yerine oturduğu, izlediğim en iyi senaryoya sahip bir dizi film olmuş FARGO. En iyi senaryo.

image

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑