FOSSE/VERDON

4D220926-7389-41FA-B16C-37A4B5B415AB

FOSSE/VERDON :

“Söyleyecek bir şeyim olduğunu göstermem gerek. Danssız ve müziksiz.” Bob Fosse

“Acı veren bir şeyi alır, büyük bir eğlenceye çeviririz ve şarkı söyler, dans ederiz. Seyirci öyle bir eğlenir ki, o kadar çok gülerler ki, acı çeken bir insana güldüklerini anlamazlar. Kendi derisinden sıyrılmış bir insana. “ Bob Fosse

“Kariyerin benim en büyük iyiliğim sana. Fred Astaire özentisi, başarısız, kel bir dansçıydın. Seni sırtımda taşıdım. Ve beni bu yüzden hiç affetmedin.” Gwen Verdon

“-Daha önce bir kerhanede tercümanlık yapmamıştım.
-Artık listenden kerhaneyi silebilirsin.”

GİRİŞ :

Napim, okumuyorsunuz. Ben de herhangi bir çocuk kadar mızmız, daha doğrusu olabilecek en mızmız çocuk kadar mızmızlanıyorum şimdi burada, şu bir buçuk ayın acısını çıkartmak uğruna. Bazen bir başkasının çektiği bir dizi ya da film için kalem pardon klavye oynatmanın verdiği anlamsızlık da giriyor işin içine. O yazmış, bu çekmiş, şu oynamış, bu kurgulamış; beğendim ama çok, yok beğenmedim hem de hiç. Neden çünkü…kime neydi değil mi? Uğruna nazik kafamı yorduğum her şey için kalan ömrüm çok kısa olabilir ve kırklı yaşları gördüğünüzde ölüm fikri artık hayatınızın bir parçası olduğundan, benim nazik kafam ve içinde yer alan kimyası kıpır kıpır nazik beynim de tek bir tane olduğundan ve o da bana gerek olduğundan fotoğrafın serin sularına daldım ister istemez. Serin miydi peki o sular? Yani ara ara boyumu geçtiği de oldu ama yüzme bildiğimden ve cebimde taşlarla nehre dalmanın daha önce denendiğini ve başarılı olduğunu bildiğimden, üstelik tatlı Virginia’nın tırnağı olamayacağımdan ötürü suyun yüzeyinde kalabildim boğulmadan. Hep fakiri çekiyorsun, biraz da zengini çek dediler sırf bu yüzden. Tehlikeli yerlerde dolaşıyorsun, başına iş gelir dediler. Ne yapacaksın kuru mahalle aralarında, gökdelenler gökleri delecek nerdeyse, gel tezgahı burada kur dediler. Dediler de dediler. Oysa ki hiç bilmediler. Nereden bilsindiler? Tezgahım yok, gönlüm hoş, karnım tok öylesine. Bari bundan böyle beni böyle bilsinler(mesajlarımı sosyal medyadansa buradan yollamak varmış bir de bu vesileyle, yazmak bahanemmiş sadece).

Bir filmden aklımda kalan replik var hiç unutmadığım. Hayatta hiçbir şey fakirlik kadar insanın şevkini kıramaz diyordu bir baba kızına. Bazen rengarenk, bazen siyah beyaz olarak paylaştığım fotoğraflarımla fakirliği romantize ettiğimi görerek kendimden utandım her defasında bu repliği anımsadığımda. Hala da utanıyorum ama ben yine de bildiğimi okuyorum. Çünkü ne çiçeğe kavuşmuş arıları çekmekten zevk alıyorum, ne de kanatlı kanatsız hayvanları fotoğraflamaktan. Doğa duruyor durduğu yerde. Ay ve gökyüzü de aynı, deniz her yerde deniz, güneş desen çareyi kaçıp kurtulmakta buluyor bazen, bazen de yakıp kavurmakta. Dünyanın en muhteşem manzarasının karşısında nefesim kesiliyor sadece. Hepsi bu. İçinde insan dramı olmayan hiçbir şey ilgimi çekmiyor. Kendi elleriyle ördükleri tuğlalardan yaptıkları evlerin balkonu olmadığından akşamın serin saatlerine erişir erişmez kapı önlerine çıkmış mahallenin kadınları, tebeşirle yere çizdikleri numaraların üzerinden maharetle atlayarak seksek oynayan çocuklar, miskin ve bakımsız kediler, bana bir belediye çalışanıymışım gibi gecekondumuz ne zaman yıkılacak, peki bize sonra ne olacak diye soran endişeli amcalar olmasa canım sıkılıyor. Manzara benimle konuşmuyor, belki de ben anlamıyorum onun yalın dilinden. Doğadan, bitkiden, ağaçtan, böcekten. Bir tek annemin bahçesindeki kayısı ağacından anladım ben, o da meyvesini vermişken. Çoğu kez kurtlanmışken.

Napolyon’a hak vermemek mümkün müdür, değilmiş gibi geliyor düşündükçe. Din, fakirler zenginleri öldürmesin diye icat edilmiş olabilir miydi, olabilirdi ve de fakirlik romantize edilecek bir şey miydi, değildi. Fakir ama mutluydu derler, fakir fakirliğinden nasıl mutlu olur demezler. Evine ekmek götürecek kadar bile parası yoktu ama yine de birçok zenginden mutluydularla avuturlar insanı. Bu düşününce kulağa sersemce gelen sosyolojik tespitler genelde halkın dilinde uzar gider. Çaresizliğe avuntuyu kılıf ederler. Dünya, düşmüş bulunduğumuz yeterince zor bir gezegene dönüşmüşken ve de gelir adaletsizliği, parasızlık, açlık işleri iyice içinden çıkılamaz bir hale getirmişken, bu insanlar ne yapsın, ölsünler mi teker teker? Elbette ölmesinler, onlar öleceğine düşmanları ölsün de…dedim ya çok zor yerlerde dolaştım durdum ve ister istemez neyin kader olduğunu, nereye kadar bir senaristin kaleminden çıkma bir kaderin diyaloglarıyla birlikte tesirli olduğunu düşündüm durdum şimdiye dek. Tarlabaşı, Dolapdere, Alibeyköy, Kuruçay, Tenekeli, Kadifekale, Ballıkuyu, Çatalkaya, Gürçeşme, İkiçeşmelik, Basmane-Çatalkaya en iyisiydi bu arada, anlatsam Roman olur, zaten pek çoğunun sakini de Roman’dı. Elinizdeki kağıt parayı anlatılmaz sertlikle alan ve yok olan bir kız çocuğu gördüğünüzde sadece şaşırmıyorsunuz. Aslında önce şaşırıyorsunuz, üzerinden biraz zaman geçer geçmez yaşadıklarınız koymaya başlıyor ve ayağınızdaki beyaz Nike’lardan utanmaya başlıyorsunuz. Bir daha böyle bir yere bu kadar fiyakalı bir ayakkabıyla gitmemeye yemin ediyorsunuz, bir de hortumla yıkanan yerlerde ayağınız çamur olduğundan o pabuca verdiğiniz bir avuç paraya hayıflanıyorsunuz. Ama ona da tam hakkını vererek hayıflanamıyorsunuz, çünkü bu çocukların böyle bir ayakkabıyı ancak rüyalarında görebileceğini pekala biliyorsunuz. Eğer beyaz bir tshirt giymişseniz de, başı bitli, ayakları çıplak, elleri bir liralık dondurmayla kirlenmiş bir çocuğun üzerinizde bırakacağı lekeden rahatsızlık duymayacağınıza kendinizi alıştırmanız gerekiyor. Hayat kimse için kolay değil ve fırsat eşitliği diye bir şey yok. Aralarından çıkan kimi çocukların zeki doğduğunu, mantıklı olduğunu ve muhakeme kabiliyetlerinin yüksek olduğunu da biliyorsunuz ama asla okuyamayacağını da. Özgür ruhundan kaynaklı tezgahtar olamayacağını, sadece dans, müzik kabiliyeti olanlardan ve bir mahalleden çıkan sadece bir çocuğun olağanüstü bir gayret ve biraz da şansın tesiriyle yırtabileceğinden kuşku duymuyorsunuz. Peki ya diğerleri? Peki ben ne yapabilirim? Sadece yazıyorum. Bazen o kadar akıllı ve ne istediğini bilen çocuklar çıkıyor ki karşınıza, ağzınız açık bakakalıyorsunuz. Tarlabaşı’nda rastladığım ve beni şu basamaklarda çek fotoğrafçı diyen bir çocuk vardı, annen kızar dediğimde kızmaz demişti. Çünkü bu benim kararım demişti. Ellerini cebine soktu, dimdik durdu ve basamakların üzerinden kameraya doğru yönelttiği bakışlarındaki kararlılıkla bana poz verdi. Sanıyorum adı Ahmet’ti. Sonra bana teşekkür etti ve gitti. Çocukların dünyası o kadar farklı ki. Benim ona teşekkür edeceğim yerde, o bana teşekkür etti. Adı Ahmet’ti büyük ihtimalle. Küçük ihtimalle de Mehmet’tir, Adnan’dır belki de.

Peki tüm bunların Bob Fosse ve Gwen Verdon’un hayatını anlatan sekiz bölümlük diziyle alakası neydi diyecek olursanız, bilmiyorum diyeceğim tam olarak. Küçük bir ihtimalle, belki, her ikisinin de ailesi ve öncesinde yaşadıkları olabilir mesela. Gwen hiç sevmediği bir adamla yapmak zorunda kalmıştı ilk evliliğini, Fosse ise ailesi tarafından hiçbir zaman onaylanmadığı gibi, ilk cinsel deneyimiyle hayatının içine edilmişti. Zamanında mutsuz geçen çocukluk dönemi, hiç bitmeyen onaylanma isteği, fark yaratma çabası, kirayı zamanında ödemek ve çocuk yaşta kazandığı parayı ona değer vermeyen ailesinin ellerine teslim etmek zorunda kalmak ve benzeri şeyler yaşayan çiftimizin ölüm onları ayırana dek yaşadıkları fırtınalı ilişkilerinde bahsi geçen çocukların geleceğini görmüşümdür belki de. Ya da belki de ben çok abartıyorum mevzuyu, onu ona bunu buna bağlamak da nereden çıkıyor böyle? Biz gelelim dizimize. Ama öncesinde özlenen diyalog kısmı var. Beni unutmayan az sayıdaki okuyucuma hediye: B kişisi Baha olsun, Bulut ya da Bahri. G ise Güniz olsun ya da Güneş ya da fark etmez. Konuşuyorlar hararetli bir şekilde, ne anlatıyorlar kulak verelim kendilerine:

B – Yuh yani! Kadın milleti değil mi? Adama kalp krizi geçirtti.
G – Kim?
B – Gwen Verdon.
G – Sekobarbital, dekstroamfetamin, kokain ve bilimum uyarıcıların katkısı olmasın. Bir de hiç durmadan değişen genç dansçı kızlar var tabii işin içinde. Yetişmek kolay mı öylesine!
B – O başka, o başka.
G – Emin misin?
B – Bilmiyorum o kadarını ama adamın tüm bunların üzerine bir de onca iş yükünü kaldıramayacağı belliydi doğrusu.
G – Ne yaptıysa hırsından yaptı bence.
B – Hepimiz pek çok şeyi kendimizi topluma, çevremize kabul ettirtebilmek için yapıyoruz. Ama daha yeni kontrollü bir hayat yaşaması tembihiyle ve bir nevi tükenmişlik sendromuyla akıl hastanesinden çıkartılan adama bir de müzikal yüklemek olacak iş değildi, Resmen önce baştan çıkardı adamı.
G – O da çıkarılmasaymış. Lüzumsuz adam.
B – Bob Fosse mi lüzumsuz? Cabaret ve All That Jazz’in yaratıcısı!
G – Kadınların sırtlarında taşıdığı adam. Üstelik en muhtaç zamanlarında terk ediliveriyorlar daha yenisi için. Çocuğunu bir otel odasında yetişkin bir erkekle bırakma sorumsuzluğunu gösterdi. Arkadaşı insan çıktı da…
B – Hayvan da olabilirdi yani? Ne kadar önyargılısın. Ne de kolay…
G – Sen farklısın yani?
B – Değilim. Ama senin kadar da değilim.
G – Hiç alttan almayı bilmiyorsun sen de. Fosse’nin tek iyi özelliği oydu. Sende asla olmayan bir karakter özelliği. İlla insanın yüzüne vurursun sen şöylesin böylesin diye. Evet önyargım var karşıcinse karşı.
B – Başından beri biliyordum.
G – …
B – Bu dizi bana da karşı cinse asla güvenilmeyeceğini öğretti. Neydi o eski günlerin hatrına! İkisi de yeni partnerlerini birbiriyle aldatıverdi.
G – Sen taktın bu Gwen’e. Kuzey’in soğuk kraliçesi ilan etmediğin kaldı tek.
B – O kadar da değil yahu. Ben sadece düşündüm de…daha doğrusu tek bir şey düşünebildim. O da umuyorum ki öldüğümüzde özel hayatlarımızı detaylarıyla gözler önüne serecek olan film ya da dizimizin yapılmayacak olması.
G – Aşk olsun! Tabii yapılır, yapılsın da. İki memurun çilekeş hayatından alıntılar izleyicisini bulacaktır, eminim. Yazın annelerinin Davutlar’daki yazlığında Sökeli komşularıyla bohem partiler veren, kışın memur arkadaşlarıyla cebelleşen, ay sonunu kıtı kıtına getirip, dolar euro yükseliyor diye hayıflanmaktan başka sohbet üretemeyecek evliliğimizin merkezinde olduğu bir mini seriyi yine bizler gibi memur olacak günümüz memurlarının müstakbel memur çocukları dışında izleyecek insan bulmakta güçlük çekmeyeceğimizi düşünmekteyim.
B – Geç dalganı. Sökeli komşulara adapte olman çok da zamanını olmuyor hani. Analı kızlı öğle kahvelerini ihmal etmiyorsunuz hiç. Beş çayları cabası. Beğenmediğim Gwen sabah kahvaltısında üzüm, elma yiyordu.
G – Kadın dansçıydı. Benim gibi Kapıkolu değil.
B – …kafam karıştı. Kapıkulu mu diyecektin?
G – Sanırım. Kafam karıştı. Keşke müzik kulağım olsaydı.
B – Keşke ama senin de söylediğin gibi, iki memurun olmazsa olmazlarından da değil.
G – Hayal kurmaya çalıştım sadece.
B – Ben de çok gördüm öyle mi?
G – Hayır da sadece daha güzel bir hayatımız olabileceği gibi, pek çok şey sığdırabilirdik içine. Fosse’nin yaptığı gibi Berlin’de gittiğin bir kerhaneden oyuncular seçebilirdin kendine. Sonra da Alman çevirmen kızla aşk yaşardın. Ben de kendimden küçük bir sevgili bulurdum.
B – Aklını oynatmış olabilir misin?
G – Hayatımdan…hayatımızdan sıkılmış olabilir miyim sence?
B – En azından kızımızın bizden görerek edineceği kötü alışkanlıkların yükünü taşımayacağız.
G – Haklısın. Onun yerine bol bol sıkılacağı önemsiz bir hayatı olacak.
B – Kim demiş?
G – Bizden başka ne çıkar ki? Kırk yılda bir rakı içersin, sonra da sarhoş olur kusarsın. Uyuşturucun yok. Kumar tutkun yok. Hovardalık ettiğini de gören yok. Bana gelelim bırak dansı, düğünlerde parmağımı oynatacak halim yok. Doğumda aldığım yirmi küsur kilo hala benimle. Sıradan şeyler giyiniyor, sıradan şeyler yiyoruz. Yazın Davutlar pazarı, kışın perşembe pazarı. Fakirler gibi karbonhidrat ağırlıklı besleniyoruz. Mantı yapıp buzdolabına atıyorum. Bir kış aralıklarla mantı yiyoruz. Kayserili bile değiliz. Çerez diye leblebi alıp geliyorsun. Çorum’lu muyuz biz? Neden kaju yiyemiyoruz mesela? Bir gün de eve kaju al gel. Yatak da bitti. Yatak odası takımım da eskidi. Evlilik korkunç bir şeymiş. Ha kardeşinle uyumuşsun ha yirmi yıllık kocanla. Kardeşlerimle uyurken hiç olmazsa umudum vardı, bir gün kocamla uyurum diye. O da oldu. Napim yani şimdi ya bir başka kocayla ya da yine kardeşlerimle uyumayı mı hayal edeyim? Paris’i görmedim. Milano Moda Haftası’nı duyarım, Venedik Karnavalı’nı da. Diğer kıtayı boşver daha ülke sınırını geçemedim, ben daha Prens Adaları’nı göremedim. Çok pişmanım ben neden evlendim? Bekarken kız kıza daha güzel gezerdim. Böylelikle hayatımın içine ettim. Allah da beni kahretsin. Bu bayramda evdeyiz. Senin zırzop akrabalarının, benim Kapıkırı memur arkadaşlarımın günlüğü iki yüz liradan gittikleri otellerin havuz başında bira tokuşturdukları, geceleri de otelin verdiği kalitesiz rakıları tokuştururkenki manzaralarına şahit olacağım. Ve hayır pikniğe, mangala gitmeyeceğim. Bir kez olsun garsonlar bana hizmet etsin. Ilık bira, soğuk köfte patates yemek istemiyorum artık. Ben bohem olmak istiyorum.
B – Kapıkulu diyecektin sanırım. Bir de neden bohem olamazsın sana söyleyeyim. Çünkü hiçbir bohem böyle konuşmaz. Bize bu korkunç diyaloğu layık gören kişi de bohem olamaz. Yazar da olamaz. Olsa da sığ bir yazardır. Aksi takdirde diyaloglarımız Rus edebiyatından seçkiler, anlam arayışı, memleket meselesi etrafında dönerdi.
G – Çorum, Kayseri dediğim için bohem olamıyorum öyle mi? Oysa ki Rus votkası desem bohemdim, öyle mi? Kapıkolu’nu doğru telaffuz etseydim ya da! Hükümeti eleştirip, Rus yazarlar üzerine bilgiçlik taslasaydım…bir anlam aradığım gerçeğiyle sen yüzleşemiyorsun. Bir şeyler olsun istiyorum evet. Yeni, taze, değişik…akrabalarla saatlerce mangal yapmamak isteğim de bundandır.
B – Kapıkulu.
G – Lanet olsun. Kapıkulu.

5B830302-0140-444B-9680-6EC8E475EDD7

15CC4BCC-228C-4117-8750-098D8D88A93C

5F830A6F-B6D7-4457-834F-E945581FB708

GEÇMİŞE AÇILAN KAPI :

Dizinin en başında Bob Fosse’nin açtığı kapı bizi tam on dokuz sene öncesine götürüyor. Yani Fosse’nin kalp krizi geçirerek öldüğü günden on dokuz sene öncesine. 1968 yılından itibaren Gwen Verdon’la yaşadığı ve mücadelelerle dolu hem özel hem de iş hayatlarına şahit oluyoruz sekiz bölüm boyunca. Birbirlerini, prodüktörleri, izleyiciyi, eleştirmenleri, arkadaş çevrelerini idare ederek geçirdikleri ortak hayatları boşandıktan sonra kesintiye uğrasa da, birbirlerini sonuna yani sonsuza dek idare ediyorlar. Daha çok idare eden tarafsa Gwen olmakla beraber, Fosse onun kollarında son nefesini veriyor. Tüm bunlar kendisini, işini, kısacası çoğu zaman tüm hayatını emanet ettiği kadına duyduğu sonsuz güven duygusundan kaynaklanıyor. Ne zaman başı sıkışsa ilk aradığı isim Gwen oluyor. Bu ayrıldıktan sonra da değişmiyor. Gwen yapımcılarla arayı iyi tutuyor nasılsa, aldatsam da onu seviyorum affeder nasılsa, bir kocası var ama başım sıkıştığında yanımda olur nasılsa…gibi. Aralarındaki iş ilişkisi, onları, birbirinin olmazsa olmazı olan çiftlerden yapmış zamanla.

Fosse, Sweet Charity’i henüz bitirmiş, vizyona sokmuş fakat eleştirmenlerden iyi eleştiriler almayı başaramamıştır. Sıradaysa talip olduğu Cabaret vardır. Christopher Isherwood’un kaleminden çıkan ve daha önce müzikali Broadway’de sahnelenmiş olan filmin sancılı geçen hazırlık ve çekim aşamasından sonra vizyona girmesi 1972 yılını bulur. Bu esnada Münih’e gider, sette çevirmenlik yapan Alman bir kıza aşık olur,  yapımcıyla anlaşamaz ve Gwen’i çağırır sorun çözücü olarak. Genç kadın sete geldiğinde ilişkinin kokusunu alsa da, bozuntuya vermez. Ne zaman ki aranan fakat Almanya’da bulunamayan goril kostümünü bulmak üzere okyanusu aşar ve geldiğinde Bob’un onun bu fedakarlığına karşılık, geçen zamanı boş değerlendirmediğini görür, ayrılığın er geç baş göstereceği, kırılma noktası baş gösterir. Verdon ve Fosse’nin evliliğini bitiren sebebin aynısı zamanında ikinci evliliğinin içinde olan Fosse’nin yaşadıklarının benzeridir. Bu sefer mağdur hasta bir eştir. Yuvayı yıkan isimse Gwen Verdon olacaktır. Dizinin ikinci bölümünde Gwen’in gözünden geçmişe gideriz. Bob çok seviyordur Gwen’i sevmesine de, aldatmaktan da geri durmaz eline geçen her fırsatta. Bahanesiyse güçsüz karakteridir. Öte yandan bir grup batakhane çalışanı arsız kadın tarafından on dört yaşında baştan çıkartılarak bakirliğini yitiren Fosse, aynı anda yaşadığı zevk, şaşkınlık ve aşağılanma hissi dışında, hayatının geri kalanı boyunca hayatını mahvededursun, aslında hayatına giren tüm kadınlardan intikam almaktadır bir nevi gizliden gizliye.

99137298-E398-41F5-96A6-B54F07A995B2

4E8E2CC8-3580-4B36-BCB2-34775FCDC5FF

F63D0653-D618-418F-85D4-E578D1981C87

B144750F-D3C6-4777-A55A-57D7F8A20EDF

Bu diziyi sevdirmek görevim olmamasına rağmen, müzikal severler için iki kere kıymetli olacağını düşündüğüm dizinin, özellikle Cabaret ve All That Jazz’in yapım aşamasını, Chicago müzikali öncesinde ikilinin neler çektiklerini, sette ve koreografi aşamasında yaşananları göstermesi açısından da çok değerli. Gwen Verdon videolarını izlediğinizde, ne kadar yetenekli bir dansçı olduğunu görüyorsunuz. All That Jazz’de Roy Scheider’ın canlandırdığı yönetmen otobiyografik izler taşırken, filmin çekim aşamasına şahit olan ve filmin içinde yer alan hiçbir karakterin özel hayatlarının deşifre edilmesinden duydukları memnuniyetsizliği görüyorsunuz. Fakat Fosse bildiğini okuyor her zaman olduğu üzere. Ve ortaya benim de çok sevdiğim All That Jazz çıkıyor bu vesileyle. İyi ki de yapmış. Oyunculuklara gelirsek eğer, Confessions of a Dangerous Mind’dan beri bir hayli kabarık filmografisini takip ettiğim, bir Oscar’lı Sam Rockwell’i çok beğendiğimi, birebir yaptığı danslar ve söylediği şarkılarla da Michelle Williams’ın ondan aşağı kalmadığını söyleyerek başlarda kendimi anlattığım, sonra kimi anlattığımı kendimin de bilmediği dizi yorumumu burada nihayetlendirmiş bulunmaktayım. Nihayetinde ben bir eleştirmen değilim. Tek söyleyeceğim üzerine yazmış olduğum tüm bu diziler ve filmler için kalem oynatma nedenim sırf kendi sevdiğimdendir. Fosse/Verdon’un da her bölümünü severek izledim. Müzikal filmlerin unutulmaz yönetmeninin ve bir büyük dansçının kariyerlerini inşa ederkenki özel hayatlarına şahit olduk sayelerinde.

39732B28-7997-4365-8610-DAC5DB9BF931

BA3E29AE-2853-424A-8565-62E1C295B2FB

LA LA LAND

images-2

LA LA LAND :

“Bu hikaye hayal kuran aptallara gelsin
  Her ne kadar çılgın görünseler de
  Bu hikaye kırılan kalplere gelsin
  Bu hikaye çıkardığımız karışıklığa gelsin.”

Ünlü müzikal tiyatro yönetmeni Bob Fosse, Moulin Rouge’u izleyebilseydi eğer, nihayet iyi bir müzikal izledim, artık huzur içinde ölebilirim diyecekti. Ama öldüğünde yıl 1987 idi. Moulin Rouge ise 2001’de çekildi. Aradan geçen yıllar içinde Chicago, Mamma Mia, Les Miserables dışında çok tatminkar işler çıkmadı bu dalda, benim açımdan, belleğimde kalan. Ta ki gencecik bir yönetmen La La Land diyene kadar. Bob Fosse, Azrail’i bir kerecik olsun daha oyalayıp, 2016’yı da görebilseydi eğer, bu son olmak suretiyle huzur içinde başını önce yastığa, sonra da musalla taşına koymak için yeterli nedene sahip olabilirdi-musalla dedim bir kere dönmeyi de düşünmüyorum. Damien Chazelle, Whiplash’ın üzerinden çok da zaman geçmemişken çok zor bir işin altından kalkabilmiş eline yüzüne bulaştırmadan. Deha böyle bir şey anlaşılan, ikide iki başarı hem de bu genç yaşta… Komedi müzikal dalında Altın Küreler’de aldığı en iyi film ödülünün yanında, yedi ödülle ayrılmış kendisi ve ekibi aynı geceden. Öte yandan Oscar yarışında “muazzam” Moonlight ve henüz izleyemediğim Manchester by the Sea olacaktır tahminim en yakın takipçileri ama iyi müzikal de öyle kolay kolay çıkmıyor ki. Dolayısıyla şaşayı seven Akademi açısından bakacak olursak, en iyi film dalında Oscar alacağına kesin gözüyle bakıyorum kendisine, şimdiden-haydi durma şaşırt beni Moonlight!- Moulin Rouge’dan sonra izlediğim en iyi müzikal La La Land. Üstelik bir yeniden yapım değil ve son derece özgün. Türü sevmeyenlerin bile karşı çıkamayacağı bir film var karşımızda. Can sıkmamak çok mu mühim diyenleriniz çıkacaktır aranızda ya da şöyle toplumsal gerçekçi bir müzikal olsun diyenleriniz. Demiyor musunuz? Yerim sizi. Müzikal bir süre sonra bayabilir, bayarsa iç geçirtir, iç geçiren kişi of’lar. Kimse of’layan bir izleyici görmek istemez sinema salonunda, özellikle de çok milyon dolarlık yatırım yapmış büyük büyük yapımcılar. Chazelle tüm bunlara geçit vermeyerek, dehasını çıkarmış ortaya. Ekip bir yere kadar. Yönetmen iyi olmazsa, ekip ne yapsın, şapkadan tavşan mı çıkarsın ara ara? Ciddi bir eleştiri okuyacağını sanarak bu şimdi ne yazmış diyen okuyucuya sözüm şudur benim de: “LALA” LAND, işte bu kadar. Hayal kuran bir aptal, kalbi kırık bir çılgın var karşınızda karışıklık çıkarma meraklısı olan. Ne sanmıştınız ki?

The Revenant’da yönetmen Inarritu’nun uzuun plan sekans sahnesini hatırladıysanız ve üzerine daha da iyisi gelmedi diyorsanız eğer, La La Land başlar başlamaz köprünün üzerinde yaşanan cümbüşlüsünün izahı yok gerçekten. Görüntü yönetmeni İsveç doğumlu Linus Sandgreen’e dikkat! Emmanuel Lubezki kadar başarılı bir iş çıkarmış 72 doğumlu yetenek. Köprünün üzerinde, trafikte, arabalarının içinde sıkışmış kalmış insanların geçmişte kalmış birkaç güzel anını düşünerek hayıflanmasına, hayallerine, hayal kırıklıklarına, yeni güne dair umutlarına ve salıverseler eğer içlerinde koşuşturup duran coşkun atların neler yapabileceğine tanıklık ediyoruz kısacık zaman zarfında. Konuşmaları bölen iphone melodileri, günümüz filmlerine yapılan atıflar ve geçmişle günümüz arasındaki tezatlıklar da olmasa, kendini kaptırmış izleyiciyi kolaylıkla müzikallerin parlak dönemlerinde geçtiğine inandırabilir kendini La La Land. Bu senenin en nostaljik filmidir kendisi. Kış mevsiminde başlayıp, beş yıl sonra yine bir kış mevsiminde biten, Casablanca başta olmak üzere bir çok filme göndermeler yapan, yıllar sonra karşılaştıklarında bir gülücüğü birbirinden esirgemeyen, severek ayrılanların anlatıldığı bir film olmuş aynı zamanda. Bir sürü acımasızlık, kötülük ve felaketler silsilesi dört bir yandan üzerimize yağarken, romantizmden nasibini almayı unutmuş bünyelere tatlı bir şurup gibi gelecektir La La Land ve evet hiçbir filmin adını bunca sıklıkla tekrarlamamıştım. “La La Land” “La La Land” “Lala Land”

rs-la-la-land-3d3a431a-8329-4539-b953-51e2d61a396c

Sebastian rolündeki Ryan Gosling caz müziğine tutkun bir piyanisti canlandırıyor. Değerinden az ve ufak işlere gidiyor para kazanmak uğruna. Restoranlarda yemek müziği çalıyor çatal bıçak sesleri arasında. Aynı zamanda müzmin, çekingen ve yalnız bir bekar ve tutkusu yüzünden kadınları ikinci plana itmiş; ta ki oyuncu olmak için eleme eleme dolaşan, Warner Stüdyoları’nın içindeki kahve dükkanında çalışan, Hollywood partilerinde ona asılan ya da bilgiçlik taslayan erkeklerden yaka silkmiş Mia’yla karşılaşana dek. İkisi de duyarlı kişiliklere sahipler, Sebastian’sa biraz daha fazla duyarlı. Mia oyuncu olmak için gelmiş Los Angeles’a, O.C. ve Tehlikeli Düşünceler’in elemelerine katılmak için burada ve geride yarım bıraktığı hukuk fakültesi var. Pişmanlığını dile getirse de, oyuncu olabilmek için tırmalıyor bir yandan da deyim yerindeyse. Greg, ona bu ve benzer konularda defalarca yol gösteriyor daha sağduyulu olduğundan. Kendi yazmış olduğu oyunda oynamasına vesile oluyor, “yaz” diyor ona ve Mia ondan ve oyunculuk hayalinden tam vazgeçtiğinde devam etmesini sağlıyor peşinden giderek. Son bir kez elemelere katılmasını sağlıyor. Ve ona caz müziğini sevdiriyor, ilk tanıştıklarında Mia nefret ediyorum dese de. Cazın tarihini, içeriğini, nereden geldiğini anlatıyor. New Orleans’da ucuz bir otelde, beş farklı dil konuşan ama birbirleriyle konuşamayan insanların sırf iletişime geçebilmek için keşfettikleri bir yöntem olarak doğmuş bir tarihte. Sebastian dünyanın bu ölmeye yüz tutmuş müziğini sahipleniyor tutkuyla. Ben varken, buna müsaade etmem diyor. Kendi kulübünü kurarak ne isterse çalması en büyük arzusu genç adamın. Fakat hayat laftan anlamıyor ve bu mutlu beraberliğin çatırdamasına neden olacak ve melodrama yol açacak olaylar silsilesinin tohumları hızla ekiliyor, kader ağlarını örüyor. Sebastian şöhreti yakalıyor ve dolayısıyla parayı da. Kayıt yapmak için müzisyeni olduğu caz hariç her şey çalan grupla diyar diyar geziyor deyim yerindeyse. Mia ise tek başına oyun yazıyor; sergileyebilmek için de bir tiyatro salonu kiralıyor. Bir avuç izleyiciye-ki onlar da arkadaşı-karşı oynuyor ilk gece ve bir fiyasko olarak görüyor sahne performansını. Kaç yaşında olursa olsun, dışarıdan gelen ve kendini kabul ettirmeye çalışan bireyin bir yerde tutunabilmesinin, ismini duyurabilmesinin ne kadar güç olduğunu görüyoruz Mia’nın çırpınışlarını izlerken. Sırf bu yüzden içerliyor Sebastian’a. O çabalayıp dururken, Sebastian’ın ayağına geliyor çoğu şey. Son gittiği seçmelerde filmin başında Sebastian’a anlattığı oyuncu olma hevesinin ilham kaynağı olarak gösterdiği halasının hüzünlü hikayesini anlatıyor: “Biraz delilik bir anahtar gibidir, Bize görmek için yeni renkler verir.” Sanat çok akıllı işi değil diyor Mia alınan riskler de göz önüne alındığında ve haklı da.

images-3

Ryan Gosling’in seslendirdiği “City of Stars”, film bittiğinde de dolanacaktır dilinize, tıpkı benimkine dolandığı gibi. La La Land’de ayrıca bizim onu ilk gördüğümüzdeki keşiş hayatına devam eder buluyoruz Sebastian’ı yıllar sonra. Hep hüzünlü, yalnız ve caza tutkusunu kaybetmemiş olarak. Altın Küre ödül töreninde Cecil B. DeMille ödülünü almak üzere sahneye çıkan Meryl Streep’in dediği gibi tüm Kanadalılar kadar kibar olan aktör gösterişten uzak ama içten bir oyunculuk sergiliyor. İçe kapanık bir karakteri süssüz püssüz oynuyor. Emma Stone’a gelince o da hiç tecrübesi olmamasına rağmen seslendirdiği şarkıların hiçbirinin altında ezilmiyor ve duygularını vücut dilini kullanmasına gerek kalmadan, sadece gözleriyle ifade edebiliyor. Yemek masasında Sebastian’la atıştıktan sonraki hayal kırıklığını daha iyi ifade edebilecek bir yol olabileceğini düşünemiyor insan. Ryan Gosling’in performansının, Emma Stone’unkinin yanında ezildiğini düşünenler içinse Hollywood manzarası arkalarında Fred Astaire-Ginger Rogers’a bir saygı duruşu niteliğideki danslarını izlerken birbirlerini ne kadar iyi tamamladıklarını görmek yetiyor. Filmin sonunda Mia’dan Mia Dolan doğarken, Sebastian, Sebastian olarak kalıyor. Bir filmi unutulmaz kılan sahnelerle yaşar filmler ve La La Land’de bunlardan pek çoğu varolmasına rağmen tek kalemde açıklamak gerekirse tamamiyle eksiksiz ve kusursuz bir müzikal olması en büyük artısı. Hayatınızdan çalacak bundan iyi, bundan keyifli bir iki saatiniz daha olmayacaktır inanın. Muhakkak izlenmeli, özellikle de buruk veda sahnesi ve olasılıklar üzerinden dönen dünyanın bir başka seferde nasıl bir hal alabileceğini göstermesi açısından çok çok önemli.

“Louis Armstrong sadece ona verilen parçaları çalabilirdi ama o tarihe geçti.” Sebastian

la_la_land_ryan_gosling

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑