SÜRPRİZ ROTA, İKİNCİ DURAK : BİTLİS

20180414_151539-01

SÜRPRİZ ROTA, İKİNCİ DURAK : BİTLİS

GİRİŞ :

İlk durağım olan Van’dan ayrılacağım gün geldi çattı. O kadar memnun kaldım ki bir gün daha uzatabilirim diye geçiriyorum içimden burada kalacağım gün sayısını. Fakat daha sırada çok il var görmek istediğim. Sırf bu yüzden bir parça hüzünle ve yine yağışlı bir günde terk ediyorum Van’ı. Bitlis’in ilçesi Tatvan’a gitmek üzere yola çıkıyorum. Otogara vardığımda halk arasında basiret bağlanması denen şey gelip beni buluyor ve hangi otobüs firması olduğuna bakmaksızın atlıyorum ilk kalkan otobüse. Tekrar geçiyorum aynı yolları bugün de. Sağım Van Gölü, solum Gevaş yolu. Yaklaşık iki, iki buçuk saatlik bir mesafe Van Gölü manzarası ile geçecek diye seviniyorum. Ve an itibariyle de yolu yarılamış bulunuyoruz. Telefonum çalıyor o arada. Arayan arkadaşımla aramdaki diyalog şu şekilde gelişiyor. Sonrasında da şunlar şunlar oluyor :
-Nörüyon?
-Nörim? Yoldayım.
-Yolculuk nereye?
-Bitlis’e.
-Bitlis?
-Evet. Bitlis.
-Şarkiyatçı mı oldun başımıza.
-O neden?
-Doğu’dan çıkmaz oldun. Ege’nin suyu mu çıktı? Trakya’ya çıksana.
-Gittim ben Trakya’ya.
-Kaç defa?
-Bir defa.
-Az.
-Az mı?
-Az.
-Sen kaç defa “çıktın” Trakya’ya?
-Hiç, ama ben iddialı ve ihtiraslı değilim bu ve benzeri konularda.
-Ben iddialı ve ihtiraslı oluyorum, öyle mi?
-Öyle.
-Öyle olsun.
-Başka yer mi yoktu gidecek? Ne var yani Bitlis’te? Beş minarenin mi peşine düştün, anlamadım ki!
-Anlamaman hakkımda hayırlı olabilir.
-Benim de senin bu gitmekte olduğun tehlikeli ve anlamsız destinasyonlardan haberim olması senin hayrına olabilir.
-Ne gibi?
-Başına bir iş gelse ne yapacaksın? Araba çapsa, başın sıkışsa, PKK inse?
-Farkındaysan mevzu ya hep çıkmak, ya da inmek.
-Ben böyleyim. Issız yerlerde dolanma fazla.
-Peki.
-Silah mı taşısan acaba?
-Çıldırdın galiba?
-Hayır, nefsi müdafaa. Şu küçük spreylerden alalım sana.
-Gezen mi daha paranoyaktır, oturan mı’nın canlı örneğisin. Şüpheli insanların yüzüne gözüne sprey mi sıkayım yani?
-Olabilir. Gerekirse sık. Onlar çökmeden sen çök.
-Nereye çökeyim?
-Düşmana.
-… Piyasadaki iyi ilaçlarla tedavin mümkün olabilir aslında.
-… Öyle mi diyorsun?
-Bilmiyorum mola verdik. Benim kapatmam gerek artık.
-Öyle mi diyorsun? Tedavisi var mı gerçek benim?

CENDERME :

Telefonumu kapatıyorum ve kimlik kontrolü başlıyor. Herkes kimliğini hazır ederken, ileride başımıza iş açacak olan ve üzerinde Arapça yazılar olan birkaç kimlik çekiyor dikkatimi. Jandarmalar her noktayı arıyorlar. Otobüsün içi köstebek yuvasına dönüyor. Halılar kalkıyor, gizli bölmeler eldivenle yoklanıyor. O sırada köylü bir kadın can havliyle iniyor otobüsün ön kapısından. Bağırıyor jandarmaya “cenderme cenderme, çuvalın içindeki yumurtalarımı kırma”. Kırk beş dakikalık yolum kaldığından dünya umrumda değilmiş gibi davransam da, çevirinin uzamasından kıllanmaya başlıyorum. Lanet tuvaletim geliyor. Zaten hep garip zamanlarda gelir. Dakikalar yarım saate, o da bir saate bağlandığında ve şoför de, muavin de ortada olmayınca aşağıya iniyorum diğer yolcular gibi. Bu molaya tek sevinen kişi bakkal oluyor. Herkes bir şeyler alıyor ondan. Atıştırmak zamanı hafifletiyor. Bense hala gideceğimden umutluyum. Bu arada zaman uzuyor ve tuvaletin baskısına dayanamayıp jandarmanın yanına gidiyorum. Daha çok var mı diyorum. Bazen ağzımdan çıkanı kulağım duymuyor gerçekten. Otobüsteki yerime dönüyorum tekrar. Fakat şoför hala yok, diğer şoför ve muavin de. Ortada ellerinde bakkaldan bulduklarını yemeye çalışan şaşkın yolcular var. Bir yarım saat daha geçtiğinde jandarmaya tuvalet soruyorum. Portatif tuvaletimiz var diyor. Geçici demek istemiş olabilir. Acaba nasıl ki diye düşünürken, kapısını tıklattığında dolu olduğunu görüyoruz. Üstelik giren çıkmak bilmiyor. Jandarma artık girmesen daha iyi olur gibisinden bana bakıyor. Sessizce onaylıyor ve yolun karşı tarafına geçiyorum. Caminin tuvaleti var diyor dükkan sahipleri ve kahvenin içindeki adamlar. En nihayet buluyorum tuvaleti. Belki aylar öncesinde temizlenmiş, belki de yıllardır ne su ne klorak görmemiş çarpıcı yüzüyle karşılaşıyorum. Hayatım boyunca gördüğüm en pis ilk on tuvalet arasına zirveden giriş yapabilir. Ya da ilk üç. Tuvaletin her santimi pis olabilir mi? Kolera, sıtma, dizanteri olmak maksadıyla girilebilir ancak böyle bir tuvalete. Şu anki soğukkanlılığımla o anla dalga geçiyor görünebilirim. Oysa ki manzarayı ilk gördüğümde soğukkanlı filan değildim. Bağıra bağıra kahveye girip, köpek bağlasan durmaz burda dediğimi hatırlıyorum. Adamlar hak verdiler gerçi. Bir tanesi bakım yok dedi. Kapı bile yok dedim. O da mı yok, su yoktu hani dedi biri diğerine dönerek. Nerede ne yaptıklarını, nerede ne olduğunu bilmeyen adamların arasına düşmüşüm.

Birden sevinç kaplıyor içimi. Otobüsümüz hareket etmiş, bana doğru sesleniyor muavin. Bir saatlik yol, ha var ha yok artık önümde, tutarım bende benimkini içimde bundan böyle diye düşünerek bindiğim otobüste öğreniyorum ki Tatvan’a değil, Yoldöndü Köyü’ne gidiyormuşuz jandarma karakolunun olduğu yere. Elbette cenderme eşliğinde. Neden ki diyorum. Bir kız hastane randevum kaçtı diye hayıflanıyor. Öteki babasını arıyor ve sesinde kabullenmişlikle karışık acı var. Kısık sesle otobüsü kilitleyecekler galiba diyor. Benim pişmanlığım köye varıp da otobüsten indiğimde iki katı artıyor. Hangi turizm firmasının arabasına bindiğimi görüyorum. Sabah sabah can havliyle bindiğim firmanın adına bile bakmadan atladığımı, kimsenin benden kimlik istemediğini hatırlıyorum acıyla. Sonra da araçta Afgan ve Suriyeli ya da birinden birine mensup dört kaçağın olduğunu öğreniyoruz. Ama altıma yapacağım nerdeyse. Benzeri pişmanlığı taşıyan yolcularla dertleşiyoruz. Meraktan ya da başka sebeplerden yanımıza gelen köy halkına tuvalet bulun bana diyorum. Aşağıda resmini paylaştığım evin tuvaletini kullanmak için gidiyorum koşa koşa. Kız girin diyor. Artık o kadar yılmışım ki, her şeye razıyım diyorum. Yeni gelinin evine düşmüşüm. İlk defa şans yüzüme gülüyor. Tuvalet mis. Bu da hayatım boyunca gördüğüm top ten tuvaletlerden en temizi olarak zirveye oturuyor. Sürprizli çünkü. Musluklar kireç bağlamamış. Mis gibi sabun, çamaşır suyu kokuyor her yer. Pırıl pırıl. Gözlerim kamaşıyor. Sonra da şu sevindiğin şeye bak zavallı şey diyorum aynadaki bana. Daha da enteresanı evsahibini evde bulamıyorum çıktığımda. Beni tuvalette bırakmış gitmiş. Evde yalnızım. Merakla mutfağa bakıyorum. Mis gibi, sandalyeler düzen içinde dizilmiş. Tek bir kırıntı yok yerde. Kendi kendime evin kapısını açıp çıkıyorum. Allah razı olsun diyeceğim yine yok evsahibi. Sırıta sırıta otobüsün yanına geliyorum. İki saat de burada bekliyoruz. İki şoför ve muavin geliyorlar aynı anda. O kadar çok ceza yemişler ki, yol boyunca Kürtçe öfke içinde patrona bağırıyor daha çok ceza yiyen. Yolcular olarak bu asabiyete saygı gösteriyor, çıtımızı çıkarmıyoruz. Muavine soruyorum ne oldu o dört kaçak diye. Onlar kaldı diyor muavin. Daha da yorum yapmıyoruz. Bir saatlik yolu uçarak yarım saatte alıyoruz. İkinci kaptan gergin gergin direksiyon başına geçiyor. Ben Tatvan’da iniyorum. İstanbul arabasına bindiğimi bile yeni kavrıyorum. Bunca sinir bozukluğuyla nasıl gidilir onca yol, Allah bilir. Bir şeyler atlatıyorum ama ne atlattığımı ben de anlamaz haldeyim ve saat üç buçuk, dört itibariyle Tatvan’a varmış bulunuyorum.

20180413_120312-01

BİTLİS :

Tatvan Bitlis arasının yirmi dakika sürdüğünü öğrenir öğrenmez akşamımı değerlendirmek üzere yola çıkıyorum. Bitlis merkezde iniyorum. Yağmur diniyor nihayet. Çarşısı erkekten geçilmiyor. Tatvan’ın Bitlis’in modern yüzü olduğunu anlıyorum. Çok taşra kentleri gezdim, ilçelerini ve köylerini de. İlk defa burada hayalkırıklığı yaşıyorum. Turizmin önemini bir kez daha anlıyorum. Yabancıya kapalı bir toplum burası. Birkaç kadın görüyorum çarşıya inmiş olan. Çalışan paydos etmediğinden ortada yok. Çalışmayan kadın evini bekliyor. Turist hiç yok. Adam adama oturan Bitlislilerle ne yapacağımı bilemiyorum. Fotoğraf çekmek istiyorum, dik dik bakıyorlar. Acıkıyorum bari yemek yiyeyim diyorum. Esnafa soruyorum, bana gösterdikleri lokantaya giriyorum. Yemeğin yanında getirdikleri salatayı elleriyle koyuyorlar. Bol nar ekşisiyle boyuyorlar sonra da. Zeytinyağı hiç yok bu taraflarda. Hesap ödemeye iniyorum, beni uzun uzun inceliyorlar. Kendimi Bitlis’e tayini çıkmış gelmiş bir öğretmen olarak hayal etmeye çalışıyorum. Yok olmuyor. Kendim kendimin gözünün önüne gelmiyor bir türlü. Beş minarede yok nasılsa diyor, ayrılıyorum buradan. Yemen için, bir arkadaşım, hiç olmayacak kadar geri, çarşısındaki bakışlardan huzursuz olup, orada olmamayı diliyorsun kısa bir zaman sonra demişti. Aynı duyguları hissettiğim yer oldu burası benim için de.

 

AHLAT :

Dünüm mahvoldu, bari bugünümü iyi değerlendireyim istiyorum. Üzerimde bir terslik var, anlam veremiyorum. Genel olarak şehirle doku uyuşmazlığı yaşıyorum. Adımımı attığım her yerde sorun çıkıyor. Geri dönsem ne gerek şimdi diyorum, öte yandan bugün cumartesi ve Mardin’de yer bulmak mümkün değil. Telefonumdaki tüm numaralar silindiğinden, özel olarak kimselere ulaşmam da söz konusu olmuyor. Sırf bu yüzden bir cumartesimi Tatvan’da geçirmek zorundayım. Yolda Ahlat’a nasıl gidilir diye sorduğumda ne işin var cumartesi cumartesi Ahlat’ta diyor birisi. Herkes buraya geliyormuş. Yanlış yolda olduğumu bile bile kaderimi kabulleniyorum. Yapabileceklerimi soruyorum geldiğimde. Sınırlı şeyler bunlar. Birden bir darbe aldığımı hissediyorum sırtımdan. Her şey bir anda oluyor. Neler olduğunu anlayamıyorum bile. Sırtım dönük ve dönmeye fırsat bulamadan ikinci darbe geliyor yine sırtımdan. Vurulduğumu sanıyorum can havliyle ama delip geçen bir şey de yok. Aynı arabanın üst üste iki defa bana çarptığını idrak ediyorum. Durduğum yerde. Beni ne sanıyor bilmiyorum ama şu geniş ve boş yolda bir değil tam iki kez vurması olacak iş değil. Sonra mı? Şoför yanındaki kapıyı açıyorum hiddetle. İki pişkin surat bana sırıtarak bakıyorlar. İnsan aynı insana üt üste iki kez çarpar mı diyorum. Görmedim diyor. Bomboş yolda beni nasıl görmezsin seni polise vereceğim sonra da cendermeye vereceğim diyorum. Ya bilinçaltı böyle bir şey işte. Cenderme diyorum, sonra da heceliyorum cen-der-me diye. Adam sırtıma çarptı, beynime değil ama ben asıl darbeyi başımdan almışım gibi hissediyorum. Annenin adı neydi diye soruyorum kendi kendime. Hatırlamıyorum. Jandarma demem gerek aklıma gelmiyor. O şokla esnafa soruyorum cenderme var mı diye. Polis olmaz mı diyorlar. Olur diyorum. Gidiyorum polise. Durumu anlatıyorum. Arabanın plakasını çekmiştim. Onu da gösteriyorum. 53 plaka diyor polis. Neresi diyorum? Buralı değil diyor. Dışarıdan almıştır diyorum. Uzun süre oradan mı aldı, buradan mı getirdi diye tartışıyoruz aramızda. Şikayetçi olacak mısınız diye soruyor; sırtım ne halde bilmiyorum diyorum. Kadın polis de yokmuş görevli olan. Hastaneyi soruyorum, on dakikalık mesafede diyor. Gideyim orada karar veririm diyorum. Burada ne yapıyordunuz diyor polis. Gezmeye gelmiştim diyorum. Ahlat’a mı diyor. Bir dahakine New York’a gitmeye karar veriyorum. Gerçekten. Yetti bu kadar saçmalık. Polisin tarif ettiği yolun “araba ile” on dakikalık mesafede olduğunu kan ter içinde vardığım acil girişinde anlamış bulunuyorum. Hastane sakin. İki erkek sekreterden bana yakın olanına gidiyorum. Şikayetiniz neydi diyorlar. Bana araba çarptı diyorum. Adli kayıt açalım mı diyorlar. Bilmiyorum her şey sırtıma bağlı diyorum. Doktorun yanına giriyorum. Şikayetiniz neydi diyor, bana araba çarptı diyorum bir klasik söz öbeği olarak. Kız başını kaldırıyor ekrandan ve yürüyerek mi geldiniz diyor hayretle. Getirmeyi teklif etmediler ki diyorum. Nerede çarptı diyor, deniz kıyısındaydım diyorum. Göl mü diyor, evet diyorum. Allah’tan cenderme demiyorum. Sırtınız kırmızı diyor, beş röntgen veriyor, bel, sırt, kalça, vs. Halbuki tek ihtiyacım kafa tomografisi. Sonuç kırık çıkık yok, sakinleştirici iğneyi uygun görüyor. Tamam diyorum ne gerekiyorsa yapıla. Yeter ki ben sakinleşe.

 

Yenilen pehlivan güreşe doymaz lafını duymuşluğunuz var ise eğer, işte ben de kendi hikayemin pehlivanıyım. Nasılsa kas gevşetici iğnemi oldum. Ağrım olsa dahi hissetmeyeceğimi düşünerek, Selçuklu mezarlığına gidiyorum bu sefer de. Tek tük gelen ziyaretçileri görünce kendime güvenim geliyor derhal. Birkaç fotoğraf çekmek üzere aksi istikamete doğru yol alıyorum. Üzerimdeki lanet geçmemiş olacak ki, hırsla bana doğru koşan köpeği gecinden fark ediyorum. Dünyadaki en büyük düşmanı olarak beni gören hayvanla uğraşamayacak haldeyim. Arkamdan git burdan der gibi havlıyor. Tamam diyorum, sen kazandın. Bir daha da havlamaz oluyor.

 

Ahlat benim için bitiyor. Ama Bitlis’in bir başka ilçesi daha var gidip görmek istediğim. Adilcevaz’a gitmek istiyorum diyorum şimdi de ofisteki görevliye. Sizden başka kimse yok gitmek isteyen diyor. Bana araba çarptı iki kez diyorum. Çarptı durdu, durdu çarptı diyorum. Siz eve gidin o zaman diyor. Benim evim yok ki diyorum. İçimden. Bana bir günde aralıksız iki defa araba çarpsa ben eve gider uzanırım derhal diyor adam. İşte diyorum ben bunu kabul edemiyorum işte. Neyi diyor? Adam Bitlis’in Ahlat ilçesinde sakin geçen hayatının en tuhaf konuşmasını benimle yapıyor olabilir o an. Bense hayatı reddediyorum aslında. Bana sunduklarını, benden kıstıklarını, hepsini, herşeyi, üstü kalmasın üzerimde, şair gibi kabullenmiyorum işte. Bunların hiçbirini söylemiyorum elbette kendisine. Tekini bile. Ben gideyim evime uzanayım en doğrusu diyorum sadece.

20180414_151158-02

TATVAN :

Uçarcasına Tatvan’a geliyorum. Ben de inanamıyorum. Giderken iki saat olarak algıladığım ve geçmek bilmeyen yol, yarım saat sürdü bu sefer de. Giderken rampa vardır diye avutuyorum kendimi. Şaşkın şaşkın dolaşıyorum merkez caddede. Tatvan, Bitlis’in modern yüzü imiş gerçekten de. Ara sokakların birinde top oynayan çocuklar görüyorum. İleride göl kıyısı var. Oraya doğru gideyim istiyorum. Suyun iyi geleceğini düşünüyorum. Bir çocuk az evvel marketten aldığım elmayı görüyor elimdeki şeffaf poşetin içinden. Elmayı istiyor, veriyorum ben de. Yıkamadan yeme çok pis demeye kalmadan ısırıyor elmayı. Elmanın suları süzülüyor ağzının kenarlarından. Çocuğun üstü başı da kirli. İleride bir erkek var yaşını çıkartamadığım. Bakışları o kadar kötü ki, arkamdan göl kıyısına doğru hızlı adımlarla geliyor. Yönümü değiştirip, rotamı evime kırıyorum. Bugün benim sokaklarda olmamam gerekiyor. Bu son uyarı artık.

53 plaka hangi ilindi diye bakıyorum internetten. Rize imiş. Sonra Bitlis’in plakasına bakıyorum, 13 imiş. Bir de cenderme değil; cen-der-me imiş. Yumurtalarım kırılmasın diye can havliyle otobüsten atlayan o kadını hiç unutmayacağım. Alın size Memleketimden İnsan Manzaraları. Bana gelince saat beş filandı sanırım. Bir bira içip yatakta iki büklüm kaldım uzunca bir süre kıpırdanmaya korkarak. Sırtım ağrıdı durdu ama yarın geçer diye avutmaktayım kendimi. Çünkü yarın Mardin’de olacağım. Mardin bana iyi gelir. Hep öyle olmuştur.

20180414_151336-01

SÜRPRİZ ROTA, İLK DURAK : VAN

20180412_114844-01

SÜRPRİZ ROTA, İLK DURAK : VAN

“Göl, göl değil; okyanus sanki.”

GİRİŞ:

12 Nisan 2018: Tarihe not düşüle. En nihayet Van’ı görmek üzere, birkaç gün kala yüksek fiyata biletini alabildiğim uçuşumun olduğu havalimanına geliyorum. Bavulumu teslim ettikten sonraki bir saatimi, uçakta ücretsiz hiçbir ikram olmadığından, keyfiyle ve de fincanda üstelik karada içeceğim bir Türk kahvesi ile değerlendiriyorum. Karton bardakta kahve mi olurmuş, falı bile çıkmıyor. Pek çok mağazanın arasından birkaçına gire çıka değerlendiriyorum boş vaktimi kendimce, sonra da tıpış tıpış uçuşumun olduğu kapıya gidiyorum. Şöyle bir baktığımda tek turist benmişim gibi geliyor. Yöre halkı, öğrenciler ve işadamları ile çevriliyim. Servis geliyor bizi uçağa götürmek üzere olan. Bir derken ikincisi de doluyor. İki dakikalık yolu olaysız gidiyoruz. Sıra kapının açılmasına ve uçağa binmemize geliyor. Fakat kapı açılmıyor bir türlü. Bu açılmamak hadisesi dakikalarca sürüyor. Ayakta kıpırdanacak yer yok ve birbirimizin sabah nefeslerini solumak zorunda kalıyoruz. Şoför kapıları kapatmış gitmiş. Dakikalar geçmek bilmiyor. Nazilerin havasız kompartımanlarda günlerce gitmek zorunda bıraktığı Yahudilerin neler çektiğini anlamış oluyoruz sayelerinde. Hasidik miyiz biz? Tardi’nin çizimleriyle babasının Stalag 2B Kampı anıları geliyor aklıma öte yandan. Bizdeyse homurdanmalar homurdanma olarak kalıyor. Önümüzde uçak, kapılarını açmış bizi beklemekte iken, camlı kafeslerin ardındaki baygın maymunları oynuyoruz. Ben bağırıyorum, birkaç kişi camlara vurarak kendini göstermeye çalışıyor çıkarın bizi der gibi. Bir adam Van yolcularına ikidir aynı muamele diyor. Benim ilkim olduğundan öncesizim bu tecrübede. Nedenini anlamak mümkün değil yaptıklarının. Ortam iyice havasızlaştığında kapılar açılıyor. Söylenerek özgürlüğe adım atıyoruz. Şikayet etmek için ilerlediğim adamlar biz yetkili değiliz diyorlar. Yaklaşık iki saat sürecek olan yolculuğa öfkeyle başlıyorum. Elimde değil.

Pencere kenarında oturmuş bulutları izlerken öfkem dağılıyor. Van’da yağmurlu bir havayla karşılanacağımı biliyorum.  Nisan yağmuru faydalı derler, yaşayıp göreceğiz Van’da nasıl karşılanıp, neler yaşayacağımı. Yan koltuğumdaki bey ve onun yanındaki diğer bey tatlı bir uykuya dalıyorlar yol boyunca. Sanki sözleşmişçesine uçakta uyumak için bir araya gelen ikilinin yüzündeki mutlu ifadeye paha biçemiyorum. Bense Van’dan başlayan belirsiz rotamda nerelere gidebileceğimi hayal ediyorum. Bir yandan da Fakir Baykurt’un Eşekli Kütüphaneci’sini okuyorum. Ürgüp’ten bahsediyor. Hiç bilmediğim Van’dansa tanıdığım bildiğim topraklarda, Anadolu’da olmak daha cazip geliyor bir an. Pencereden aşağıya baktığımda gördüğüm manzara beni bu fikrimden uzaklaştırıyor. Van Gölü’ne Van Gölü demek az gerçekten. Deniz gibi, okyanus sanki. Uçsuz bucaksız. Tuz Gölü’nün kıyısından geçmişliğim vardı. Bafa Gölü ve bu seyahatimde göreceğim Hazar Gölü sürprizi de cabası ama bir an Ege’ye kıyısı olan bir sahil şehrine inmekte olduğumu düşündürtüyor bu manzara bana. Neyse ki benim ya da hostesin dürtmesine gerek kalmadan, beyler de uyanıyorlar tatlı uykularından teker teker. Şöyle bir silkinip geriniyorlar dar alanda. Bavullarımız taşınırken, yavaş yavaş terk ediyoruz uçağımızı. Zor binebilmiştik, unutarak iniyoruz sanki başka bir boyuta geçmişçesine. Ülkeyi bir uçtan bir uca geçtik iki saat içinde. Nerdeyse iki bin kilometre var arada, İran sınırı artık çok yakında. Yağmur yağıyor, hava serin gerçekten de. Montumun içinde büzülüyorum ama süzülmüyorum, sadece insanları süzüyorum. Nasıl bir yere geldiğimi anlamaya çalışıyorum göz gözü gördüğünce. Yaşlılar Kürtçe konuşuyorlar çevremde. Huzursuzluk hissetmiyorum, aslında ne hissettiğimi bilmiyorum. Van’a geldim ya bir şekilde.

 

DÜNYADA VAN, AHİRETTE İMAN :

2017 sonu verilerine göre 1.106.891 kişiyi gösteren nüfusu ile Doğu Anadolu Bölgesi’nin en kalabalık, Türkiye’ninse dokuzuncu en kalabalık şehri imiş Wan yani Van. Yollar telaşlı insan kalabalığıyla dolu. Benimse şaşkınlıktan bir karış açık kalan ağzımı kapatarak plan yapmam gerekiyor bir an evvel. Bavulumu odada bıraktığımda saat bir hayli ilerlemiş olduğundan, iyisi mi diyorum şu meşhur Van kalesini görüp, yarın geçeyim Akdamar’a. Kaleye geldiğimde beni reklamdaki gibi karşılayıp canla başla Van Kalası diye anlatmaya başlayacak olan ve bu uğurda eteğime dolaşan çocuklar bulmayı hayal ediyorum. Her zaman, her yerde ve hayatımın her evresinde olduğu gibi yanılıyorum. Çocuklar var ama kendi çaplarında oyun oynuyorlar. Kaleyi de çevresini de kendi kendime dolaşıyorum. Etrafındaki park ve içerisinde yer alan mesire yerinde tahta banklarda yiyen içen, semaverinde çay demleyen, çekirdeğini çitleyen insanlarla karşılaşıyorum. Yukarıda, kaleden gelmekte olan sesleri dinliyorum. Bense daha çok kalenin uçsuz bucaksız çevresinde dolaşıyorum. Heryer bakir kalabilmiş sanayi bu yönde olmayınca. İleride bir cami var, birkaç yerleşim yeri ve bir de Erek Dağı. Bir zamanlar Urartu Devleti’ne başkentlik yapan kale tüm heybetiyle dünya gözüyle karşımdayken çok az yaptığım bir şeyi yapıyorum: Şükretmek geliyor içimden. Napim, ben de şükrediyorum içimden.

Çıkışta çevreyi tanımak için yürüyorum ağır aksak. En çok iki ya da üç katlı binalar var civarda. Son büyük depremden sonra böyle olduğunu düşünüyorum. 644 insanımızı kaybetmişiz 2011 depreminde, öncesinde de 1976 yılında 7,5 büyüklüğündeki depremle 3840 kardeşimizi kaybetmişiz yok yere. Nurlar içinde yatsın hepsi, ışıklar değil.

20180411_164335-01

İlerideki sürüyü görüyorum. Sahibi Hakkari’li imiş aslen. Yarı Türkçe, yarı Kürtçe konuştuğundan söylediklerini anlamakta güçlük çekiyorum. Bak diyor çevredeki evleri göstererek; şu ev 500 Lira mesela diyor. Kıymetli buralar diyor. Gösterdiği evi bir şeye benzetmeye çalışıyorum, başaramıyorum. Bilmem anlatabiliyor muyum? İki katlı bir ev yapmış adamlar, her yerden merdiven çıkmışlar, bir de çimen yeşili rengine boyamışlar. Yeğeninin oğluyla kızını izliyorum uzaktan. Birkaç fotoğrafını çekebilir miyim diyorum çocuğun babasına keçiylen koyunlan. Babası derhal poz veriyor, oğlu utanıp kaçıyor. Keçileri, koyunları kovalıyor çimenlerin üzerinde gönlünce. Ama ara ara da poz vermeyi ihmal etmiyor doğrusu. Bense ilk akşam üzerimi değerlendirmek üzere yanlarından ayrılıp, çok da geç olmadan Van sokaklarını keşfe çıkıyorum. Sanat sokakları varmış. Kahvaltısıyla meşhur Van’da hiç kahvaltı edecek fırsat bulamasam da, lokantalarında lezzetli etlerden yapılma yemek menülerinin olduğunu keşfediyorum. Pek çok yöresel lezzet var Van’ı tanımlayacak olan. Mesela artık büyükşehirlerde de karşımıza çıkan ve uşgun otundan yapılan kavurmalı uşgun ekşilisi, ayran aşı, keledoş, Kürt köftesi, perde pilavı, vs. Bana gelirsek bir telaş gittiğim Melen Caddesi üzerindeki Aşiyan ev yemekleri lokantası haricinde yöresel bir şey yemeye vakit de bulamadım, fırsat da yaratamadım her zamanki gibi. Keledoş’un önünden yarım ayran aşı içtim, kuru dolmalarını da ikram olarak getirdiler. Hepsini beğendim. Aslında içimde bir yerlere sıkışmış bir Milor bir Yaşin var ama…ama’sı var işte. Bir de bu kadar peynirciyi hiç bir arada görmemiştim. Pek çok peynirci var çarşısında, peynirciler sokağı haricinde. Bol bol da kaçak sigara yoldaki tezgahlarda.

20180412_112819-01-02

GEVAŞ ve AKDAMAR ADASI:

Ertesi sabah erkenden kalkıp düşüyorum yollara. Akdamar için heyecan dorukta. Şehir merkezinden kalkan minibüse biniyorum. Vardığımda saat o kadar erken ki, insanlar çaylarını yudumlayarak kendilerine gelmeye çalışıyorlar. Minibüs hemen kalkmıyor, adamların peynir ekmek yiyişlerini izliyorum. Sade bir sofraları var. Bir sehpanın üzerine serdikleri gazete kağıdının üzerinde bir torbadan elleriyle aldıkları peyniri ekmeklerine katık ediyorlar. Her geleni de buyur ediyorlar. Kimse yemiyor. Benim gibi oturanlar izliyorlar bu tabloyu. Kahvaltısı biter bitmez şoförümüz haydi diyor. Haydi diyoruz biz de. Geçiyoruz beyaz minibüsümüze. Benim yolum bir saatten az sürüyor. Hiç bitmeyen Van Gölü’nü geçiyoruz. Siteler yapılmış burada göl manzaralı. Şoför ısrarla benden ücret almayı reddediyor. Nedenini anlayamıyorum. Derdimi de anlatamıyorum. Karşıya geçen ve az sonra kalkacak olan teknelerden birine binmeden önce tuvalete gidiyorum. Çıkarken ücretini ödemek için görevlinin yanına gittiğimde tuvaleti nasıl bulduğumu soruyor. Bir an ne cevap vereceğimi bilemiyorum. Suskun ve mahsun bir ifade çöküyor üzerime. Güzeldi ama diyorum. O zaman teknedeki insanlara söyleyin, onlar da buyursunlar diyor. Dalga geçiyor sanıyorum ama ciddi ciddi konuşuyor benimle. Söylerim diyorum ve hızla olay yerinden uzaklaşıyorum. Bu aydınlatıcı konuşmamızdan kimselere bahsetmediğim gibi, tuvalet çağrısında da bulunmuyorum elaleme.

20180412_114617-01

20180412_121039-01

Serin estiğinden bir süre teknenin içindeki Bodrum’dan gelen Türk aileyle sosyalleşiyoruz karşılıklı. Bana fındık fıstık ikram ediyorlar habire. Yaklaşık 20 kişi kadarız içeride. Mevsim itibariyle oldukça iyi bir rakam bu. Ermeni bir çocuk ve Fransız kız arkadaşı da var aramızda. Bu bizi çok uluslu yapıyor kısa bir süreliğine. Dışarı çıkıyorum, yaklaştıkça bir klik, bir klik derken varıyoruz adaya nihayet. Denizi pardon gölü aşarkenki rüzgar dağılıyor. Ada’ya bahar gelmiş bile, insanın içine huzur getiren bir bahar bu üstelik. İyi ki gelmişim, iyi ki buradayım dediğim nadide yerlerden birinde olduğumu hissediyorum. Kelimeler yetmez bu küçücük adayı anlatmaya. Bir kilise ve bir çay bahçesinden ibaret halbuki. Çay bahçesini işletenler öyle dürüst davranıyorlar ki, sizden fazla para aldık diyorlar sattıkları magnetler için. Çook şaşkınım çook. Sakın bu şaşkınlığımın tomurcuklanmış ağaçların güzelliğini görmemi engellediğini sanmayın. Bulutlar kar gibi uzanıyor gökyüzünde adeta. Bir başka güzel buradan bakınca Athos Dağı, Bir de kilisenin içine girdiğimde hissettiğim ürpertiyi öyle kolay kolay ifade etmem mümkün değil. Yaslı halkımın acısı “ilimperver” Ermeni çocuklarıyla dinecek diyordu Katolikos Rışdunikli Der Khaçadur. Bizim de ülke olarak olmamız gereken tek şey bu: “ilimperver olmak, topyekün”. Sene 1884 imiş Khaçadur bu sözü ettiğinde, padişah İkinci Abdülhamit iken. Bu sessiz ve sakin adanın koruyucu ruhları olduğuna inanmamı sağlayan bir hisle doluyor içim o anda. Bir de dilek kuyusu vardı sağ tarafta. İnanarak atılan birkaç kuruşum var benim de o kuyunun dibinde. Belki bir gün yine gelirim bu taraflara, kısmetse. İşte ben de böyle demode, böyle sıkıcı, böyle sıradan düşünceler barındıran alelade bir insanım işte. Akdamar adının günümüze ulaşmasının altında yatan efsaneyi ise internette her yerden okuyabileceğinizden-ben öyle yaptım mesela, burada bahsetmiyorum hakkında uzun uzun. Kavuşamayanların hikayesi yatıyor altında Ahhh Tamara’nın.

20180412_153849-01

20180412_144919-01

20180412_150357-01

20180412_151137-01

20180412_151458-01

GEVAŞ :

Bundan sonrası tam sürpriz. Bir kez Akdamar Adası Gevaş’a bağlı olmakla birlikte, ilçe merkezi denizden pardon göl kenarından kilometrelerce içeride kurulmuş. Oklar dağları göstermekte kısaca Gevaş’a gitmek istediğinizde. İlçeye geldiğimdeyse vaktimin azlığından bir taksi tutmak mecburiyetinde kalıyorum. Belediye Binası’na giriyorum can havliyle çünkü vakit nakit benim için tüm seyahatlerimde. Başkanın yanına çıkın diyorlar. Çıkıyorum ve kısaca derdimi anlatıyorum. Başkan bu işlere bakan arkadaş geldi dediğinde arkamı dönüyorum.  Aradığım kalem ayağıma gelmiş oluyor. Ona da çok daha hızlı ve seri bir şekilde özetliyorum durumumu ve tuvaletin yerini soruyorum hemen akabinde. Burada memnuniyetimi soran çıkmasa da temizdi diyebilirim. Her neyse ne yapacağız diyorum yetkiliye. Güvenilir bir taksi olması şart diyor. Taksi gelesiye çok az bir zamanımız var konuşacak. Aslında Arap kökenliyim ben diyor. Kürtçe konuşuyorsunuz diyorum. Yozlaştık çünkü diyor. Güldüm. O da gülüyor çünkü. Sonra çağırdığı taksiye benim gideceğim köyün yerlisi olan ve belediyede staj yapan Kadir’i de veriyor. Lise talebesi terbiyeli ve değişken mizaçlı Kadir’le beraber taksinin arka koltuğunda Altınsaç köyünde bulunan St. Thomas Manastırı’nı görmek üzere yola çıkıyoruz. Yolun uzak oluşunun dışında köyün içinden geçip manastıra ulaşmak da öyle göründüğü kadar kolay olmuyor. Taksinin çıkacağı yol sınırlı olduğu kadar yolu da yol değil. Pancar toplamak için gelen köylülerin yanında bıraktığımız şoför ve arabası biz tepeye ulaştığımızda minicik görünüyor adeta. Yukarıdan inen gençler de biz de soluk soluğayız. Derken bir korna sesi duyuyoruz. Bir bakıyoruz pancar peşine düşmüş köylüleri bırakmış gelmiş bizim şoförümüz. Yine üçümüzüz. Devam ediyoruz tırmanmaya kaldığımız yerden. En azından inişimiz kolaylaşacak diye geçiriyorum içimden. Hakkında hiçbir şey bilmeden gelip tırmandığım manastır yolunda durup arkama baktığımda gördüğüm manzara karşısında nefesim kesiliyor. İçi bakımsız, ulaşımı böyle ulaşılmaz olan bir yere emek harcamaktan ötürü memnuniyet duyuyorum. Van Gölü bir başka güzel görünüyor buradan bakınca. Hızlı hızlı fotoğraf çekiyorum. Kadir’i de fotoğraflıyorum bir kır masalının ortasında. Sonrasında ineklerin arasından seke seke ilerliyoruz gerisin geriye arabanın yanına. Her çıkışın bir inişi vardır sözünü hatırlatıyor bu halimiz. Üstelik deli gibi de açız. Pancara gelmiş köylülerin yanındaki ekmeği adamın elinden kapıyorum adeta. Kahvaltı edememiştim, öğle yemeği yiyememiştim, dünyanın yolunu teptim, bir an önce Yuva Köyü’ne gidelim diyorum. Çocukları görüyoruz yolda. Fotoğraflarını çekeyim diyorum. Bana poz vermekte kararsız görüyorum hepsini. Burada sizlerle paylaşacağım beş kişilik çeteden oluşan karenin görüntüsü ise kısaca şöyle gerçekleşti. Önce bir tane çocuk vardı, sonra ikincisi geldi, üç, dört derken beş tane oldular ve tüm bu tatlılık saniyeler içinde gerçekleşti. Müteşekkirim.

20180412_155557-01

20180412_155620-01

Gelelim Yuvaköyü’ne. İşte bu köy Kadir’in köyü. Bizi muhtarın evinde bıraktıktan saniyeler sonrasında kayboldu çocuk. Ya da açlıktan bayıldı bir köşede. Beni getirdikleri evin sahibi olan muhtar ve oğlu tam sofraya oturmuşken gelen misafirlerini ayrı ayrı misafir etmek zorunda kalıyorlar. Erkekler dışarıda yerken, muhtarın gelini bana içeride ayrıca bir sofra kuruyor. Pancarcıların verdiği kuru ekmekle bastırdığım açlığım sayesinde kurulan sofraya saldırmıyorum. Sonradan muhtarın oğlunun söylediği üzere taksi şoförünün delicesine acıktığını öğreniyorum. Tevekkeli adamcağız manastırdan indikten sonra arabaya biner binmez hiç durmadan Van’a özgü yöresel yiyeceklerini anlattı durdu. Bu arada dört çocuklu gelinle akran olduğumuzu öğreniyorum. Benden bir yaş büyükmüş ve kendisi sadece üç kız bir oğul sahibi. Nasıl geziyorsun bu şekilde başına bir iş gelmeden diye soruyor hayretle. Çantamdaki Kur’an’ı ve kurşunumu, bir de de Patmos Adası’ndaki rahibin verdiği Meryem Ana’nın resmi ve daha da bir sürü batıl şeylerimi gösterecektim kendisine ama tek kurşunla yetiniyorum. Bana bir şey olmaz, ben korunuyorum diyorum. Artık evlen diyor kayınvalidesi Kürtçe. Gelini çeviriyor Türkçe’ye. Çocuklar hiç durmadan gülüşüyorlar ve onlara verecek hiçbir şey yoktu yanımda. Varlığımla bile eğlendiler. Hayrünnisa uslu uslu oturdu, en küçükleri Ayşegül hiç durmadan muzırlık yaptı. Kıkırdadı durdu karşımda. Fakat Yuvaköy’de hızlandırılmış bir Van kahvaltısı etmiş oldum sayelerinde.

Sonra mı? Eve döndük beraber. Yani Gevaş’ın içine. Teşekkür etmek için belediyeye gittim. Belediyenin Ak Partili olduğunu ancak döndüğümde idrak edebildim.  O an için o kadar önemsizdi ki. Aklıma bile gelmedi hangi partinin ayağına geldiğimi sormak. Bazen ben de sadece günü, dolayısıyla kendimi kurtarmaya çalışıyor gibiyim. Hayat böyle. İçgüdülerinle, bir hayvan gibi hayatta kalmaya bakıyorsun kimi zaman.

20180411_185619-01

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑