BIRDSONG

image

BIRDSONG:

“Daha ötesi yok: Sevmek ve sevilmek.” Firebrace, Jack

Hayat yavaşça geri geliyor.” Saint- Exupery

Sebastian Faulks’un aynı adlı romanından uyarlanmış iki bölümlük bir mini dizi “Birdsong”. Yazarın eleştirmenlerce en beğenilen romanı aynı zamanda. Hiçbir kitabı Türkçeye çevrilmemiş Faulks’un Birinci Dünya Savaşı merkezli romanına başarılı senarist Abi Morgan aracılığıyla dahil olma şansını yakalıyoruz bizler de bu dizinin sayesinde. Kuzey Fransa’da, 1916 yılında bir cephe gerisi görüntüsüyle açılıyor dizi. Stephen rolündeki Eddie Redmayne başında miğferi, kollarını birleştirmiş, gözyaşları akmak üzereyken bakıyor üzüntü içerisinde bir sürü asker etrafında yaralarını sarmaya çalışırken. Sanki kıyamet kopmuş ve geride kalanlar sadece bu bir avuç genç savaşçılarmış gibi. Bir sonraki sahne ise bizi bu post apokaliptik manzaradan altı yıl öncesine götürüyor. Bir bahar havası var, yemyeşil ağaçlar, pırıl pırıl bir gökyüzü ve müjdeci kuşlar değişecek olan kaderlerin ilk sinyallerini veriyorlar. İngiliz Stephen yanında çalışmaya başladığı kapitalist ve Fransız Rene’nin eşine tutuluyor gencecik yaşında. 1910 senesinde Stephen daha sadece yirmi yaşında ve annesini, babasını o daha çok küçükken yitirmiş tıfıl bir delikanlı. Isabelle’se Rene’nin ilk eşinden olma iki çocuğuna annelik yapabilecek ölçüde olgun-ama bir kadının bir adama aşık olmasına engel olabilecek bir olgunluk yok elbet yeryüzünde-. İlerleyen dakikalarda çiftimizin bu hallerine şahit oluyoruz bizler de. Yasak aşk şişede durduğu gibi durmuyor ve Rene eşinin onu aldattığını öğreniyor. Stephen ve Isabelle’se yeni bir hayata başlıyorlar beraber. Stephen’ın geride bıraktığı hiç kimse yok, Isabel’se hazır bir ailenin arasına girip annelik vazifesini üstlenmiş olsa da, geçmiş yaşamından yeni düzenine beraberinde getirdiği  bir aile olmaya özgü alışkanlıkları var ve alışkanlıklardan kolaylıkla kurtulamayan insanoğlu için yenilikler, tüm heyecanına rağmen bir süre sonra insanın içindeki boşluğu doldurmakta pek de başarılı değiller. Stephen ailenin önemini anlayamıyor. Bir insan hiç sahip olmadığı bir şeyin kıymetini nasıl bilebilir ki? Ve herkes yetim olarak dünyaya gelmiyor ki. O bu dünyaya çocuk getirmeye de inanmıyor onları sürekli olarak korumaya ve hayatta kalmaya söz vermedikçe. Isabel’in bir anda ortadan kaybolma nedeni bu. Yaptığı bir çeşit ghosting. Bir anda, varolduğu ve neredeyse beraber nefes aldığı adamın hayatında görünmez oluyor. Stephen daha bir çocuk çünkü. Yeterli olgunluğu gösteremiyor ortak hayatlarında. Onun doğacak olan çocuğuna babalık edemeyeceğini düşündüğünden eski hayatına dönüyor. Gerçeği en nihayet öğrenmekse yıllarına maloluyor Stephen’ın. Hayat geçiyor üzerinden tüm yıkıcı etkisiyle. Teselliyi beraber geçirdikleri güzel günlerin anılarında buluyor. Kafası burada, kalbiyse sürekli Isabel’de ve onunla geçirdiği günlerde. Anların güzelliğine yaslanıp yaşamaya çalışıyor o da cephedeki tüm diğer askerler gibi.

image

image

image

Stephen’ın orduya yazılmasının, ağır yaralandıktan sonra bile nekahat dönemini atlatır atlatmaz cephe gerisindeki hakkı olan masa başı işini reddederek, savaşa kaldığı yerden devam etmesinin nedeni de bu büyük ölçüde. Büyümek, olgunlaşmak, Isabel’i unutmak, hayatı tanımak, anlamak için burada, bunca acının, tehlikenin ortasında. Riske atabileceği hayatı var tek ve onu önemseyen kimsesi yok görünüşe göre. Hayatı strateji ve taktiğe dayalı askerlerin yanında elinde iskambil kağıtlarıyla gelecekten haberler veren Stephen biraz garip ama son derece gizemli bulunuyor askerlerince. Sırrını sükunetinde ve soğukkanlı tavırlarında gizliyor. Derdini kimseyle paylaşmıyor. Hakkında konuştuğu, mektup yazdığı ya da ona mektup yazan kimsesi yok. Hem bir öksüz hem de bir yetim o. Üstüne üstlük sevdiği kadın da onu terk ediyor ve dolayısıyla cephe gerisindeki Stephen’a hiç mektup gelmiyor. Kızıl Haç’sa çikolata gönderiyor askerlere bir parça avunsunlar diye.

Stephen’ın bir diğer özelliği defalarca ölümden dönebilmesi. Yaralanıyor, öldü sanılıyor ki Firebrace onu bulmasa neredeyse diri diri gömülecek. En ağır çatışmalara giriyor. Alman siperlerinin içinde buluyor kendini yanlışlıkla. Alman askerleriyle şuursuz ve şaşkınca mücadele ediyor ama bir şekilde artık evi haline gelen silah arkadaşlarının yanındaki yerini alıyor, öyle ya da böyle. Bu yüzden bir diğer lakabı “Şanslı Tılsım”. Etrafında kim var kim yoksa bir bir ölürken, annesi, babası, sevdiği kadın, silah arkadaşları da bu listeye dahil, çok sevgili yazarın bahşettiği hiç geçmeyecekmiş gibi görünen faniliğiyle savaşı sonlandırıyor nihayet, tek parça halinde.

image

image

Redmayne’in başarılı oyunculuğunun yanında en az onun kadar başarılı bir başka isim var tünelci Jack Firebrace rolünde: “Joseph Mawle”. Birbirlerinin hayatlarını kurtarıyorlar ya da gayret ediyorlar bu hususta. En azından biri diğerinin bu dünyadan ayrılırken yalnız ölmesine izin vermiyor lanet bir tünelde. Jack dizanteri olan oğlunun haberini alıyor cephedeyken. Ölmeden önce tünelde Stephen ona belki bininci kez soyismiyle hitap ederken, ona kendi ismini söylüyor: “Jack”. John adında güzel bir çocuğun babası olan Jack. Kıymetlisi, gözdesi olan tek oğlunu kaybeden bir babanın oğlunun yanına gitmeden önce bu dünyada varoluşuna bir neden arayıp da bulmasına tanıklık ediyoruz kendi ağzından. “Daha ötesi yok: Sevmek ve sevilmek”. Jack’inse bir nedeni var bundan sonra yaşamak için. Bir kız çocuğu, üstelik sevdiği kadından olma. Tünelden çıktığında, hayatını hatırlatacak ve doğru yere bakmasını sağlayacak, onu bunalımdan kurtaracak bir ve tek gerçek neden.

Redmayne’deki oyunculuk kumaşı satenden sanki. Duygularını mimikleriyle seyirciye aktarışı, sesinin tonlamaları, düz çizgide gitmeyi sevmeyen oyunculuğu, dizinin ruhuyla uyumlu yavaşlatılmış çekimlerdeki ifadeleri oyunculuğun içeriden bir yerlerden geldiğini hatırlatıyor insana ister istemez. Arzu dolu, ürkek bakışlarla bakıyor Isabel’e teknede ayakları birbirine değdiğinde. Karşındakini arzulamak daha başka türlü nasıl ifade edilebilinir ki? Herkes uyurken iki kişinin ruhunun uyumadığını gösteren sahneden geriye sadece Redmayne’in başarılı kompozisyonu kalıyor akıllarda.

image

image

image

Dizinin açılış sahnesi olan post apokaliptik yer çok şiddetli çatışmaların yaşandığı muharebe alanının gerisi. Zafer kazanmak peşindeki Albay Barclay hafif kalpli olmakla suçluyor Stephen’ı, savaş taktiklerinin ve ortamın kendileri için elverişli olmadığını söylediği için. Stephen savaş başlamadan önce Amiens’ta yaşamış olduğundan çatışmanın merkezi olacak olan Somme uzmanı. Nehir boyunca bataklık olduğunu ve yolların bozuk olduğunu söylüyor Stephen. Almanlarsa daha uzun süredir o bölgede olduklarından hakimiyet onlarda ve makinelilerini yere iyi gömmüş durumdalar. Albaysa tünelciler mayınları döşerken, bombardımanla telleri yok edeceklerini ve düşmanı çılgınca bir yenilgiye uğratıp, bir daha toparlanamayacaklarını ve döşenen mayınları patlatmakla Almanları göklere uçuracaklarını hayal ediyor. Taburda bulunan yaklaşık 1700 kişinin önünde, atının üzerinde öngördüğü büyük zaferi kutluyan Albay’dan taarruzdan önceki akşamda ellerine tel kesiciler tutuşturulan askerlere geçiyoruz. Teller kesildiğine göre neden ellerine tel kesiciler verildiğini soran askerlere verecek cevap bulamıyor Stephen. Çünkü teller değil, tellerin ardı bombalanmış stratejik bir hata olarak ve zavallı çocuklar telleri kesmeye çalışırlarken gündüz gözüyle, düşman askerlerinin hedefi oluyorlar.  “Oğullarım, zavallı evlatlarım” diye dövünüyor çatışmayı yukarıdan izleyen yaşlı bir asker. Katılmamak mümkün değil. Yüzbaşı Weir’sa tabur ağaçlıklarda toplanılıp ölen kalan sayımı yapılırken “İngiltere’nin yarısı öldü. Biz ne yaptık?” diye ağlamaya başlıyor. Ölenlerden geriye kalanlarsa, bir gece önce yazdıkları mektupları oluyor. Yüzbaşı, askerlere bir parça konyak verilmesini söylüyor ve çoğunluk son sayılacak mektuplarını sevgi sözcükleriyle dolduruyorlar. Kimisi madalyasını gönderiyor mektubuyla beraber. Kızına ya da oğluna kendisinden bir şey bırakmak tek gayesi. O kadar acı ki korkuların geleceği kaplaması ve geleceğin sisler arasında kaybolup gidecek olması.

2012 yılı BBC yapımı dizi için iki bölümden oluşan, toplamda üç saatlik sürenin kafi gelmediğini düşünüyor insan. Sanki anlatacağı şeyleri bağlamakta zorluklar yaşıyormuş, dolayısıyla bazı şeyler havada kalmış gibi  geliyor. Isabel’in bir anda  kaybolan tavşan gibi bir çırpıda da şapkadan çıkmasını bekliyor insan beraberinde haklı ve geçerli nedenlerle. Eldeki malzeme elverişliyken, kullanmak ve aktarmak için yeterli süre yok. Çözüme ulaşmak seyircinin gayretiyle gerçekleşiyor. Ama buna rağmen cephe gerisini anlatmadaki başarısı yadsınamaz. Önemli bir kısmı siperlerde geçen Birinci Dünya Savaşı’nda, tünelcilerin ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Kendilerine göre sıçan, bana göreyse bir köstebek gibiler indikleri dehlizlerde, yaşamla ölüm arasındaki çizgide gidip gelirlerken. Ve savaş masumların katli demek. Çocuk yaştaki genç erkekler geleceklerini ve umutlarını kazdıkları siperlerde, aslında kimsenin sahibi olmadığı bir savaşın orta yerinde bırakmak zorunda kalıyorlar.

Tılsımlı Redmayne’se içinde bulunduğu her karede pırıl pırıl parlıyor. Ondan rol çalabilen tek karakterse Firebrace rolündeki Joseph Mawle oluyor. İki adamın tünelde bir süreliğine mahsur kaldıklarında aralarında geçen diyalog ve katliam gibi taarruzun ertesinde yaşananlar aklımda kalan, etkileyici sahnelerdi.

image

image

image

image

TESTAMENT OF YOUTH/GENÇLİK AHTİ

TESTAMENT OF YOUTH / GENÇLİK AHTİ:

Acı, bilincin biricik nedenidir.” Dostoyevski     “İnsanlar iki kategoriye ayrılır. Bunu anlamış olanlar ve ötekiler.” Cioran

“Hatıra güneşi asla batmaz.”

image

İnsanlar, yaşamlarında karşılaşacakları önce kendilerini ve çevrelerini, akabinde ise ülkelerini ve aynı zaman diliminde olsun olmasın tüm dünyayı etkileyecek olan önemli dönüm noktalarını geride kalarak ifade edecek insanlara gereksinim duyarlar her zaman. Filmin ve uyarlandığı kitabın yazarı ve başkarakteri olan Vera Brittain’sa bizzat bu önemli dönüm noktasına anılarını bir araya getirerek kaleme almış olduğu otobiyografik romanıyla tanıklık ediyor ve gelecek nesillere aktarılmasını sağlıyor. Yaşanmış olanlarsa çok ama çok acı. Ufukta kısa süreceği öngörülen bir savaş var ve beraberinde getirdiği ölümler ve de kayıplar.. Gencecik bir kızın, hayatının baharında, onca acıya göğüs gerebilmek için saklanmak, kaçmak ya da uzaklaşmak yerine mücadele edişine şahit oluyoruz film boyunca. Bir insan acılarla büyüyüp olgunlaşmak durumunda/mecburiyetinde kalıyor. Bizi mutsuz ediyor Vera ve şahit oldukları. Öngörülen kısa süreli savaş yıllarca sürüyor ve bir girip hemen çıkacağı düşünülen oğullar, kardeşler ve evlatlar çamura saplanıyorlar. Evlerine ve sevdiklerine kavuşmaları ise kimi zaman gazetelerin sayfalar süren ölüm ilanlarındaki bir tek satırı kaplayan isimlerinin okunmasıyla gerçekleşiyor ancak.

image

image

Birinci Dünya Savaşı henüz çıkmamış ama savaş borularının sesi gitgide daha da yakınlardan gelmeye başlamışken, en büyük arzusu Oxford’da eğitim görmek Vera’nın. Fakat içten içe bunu istemeyen babası ve orta sınıf ahlak kurallarıyla çevrili annesinin baskılarıyla bir piyano alınıyor kendisine rızası alınmadan. Bu Oxford ‘da alacağı bir yıllık eğitim masrafına eşdeğer ve Vera şiddetle karşı çıkıyor babasına ve emrivaki piyanosuna. Başının dikine giden, hayalleri, umutları ve hayattan beklentileri olan bir genç ne yazık ki biricik kızları. Babasının kızı hakkındaki endişesi onun entellektüel bir kadına dönüşüp evlenemeyecek olması iken, genç kız asla babasının istediği gibi bir kız olmayacağını ve ne şimdi ne de sonra asla kimseyle evlenmeyeceğini haykırıyor. İlk temennisi tutsa da, ikincisinde işler düşündüğü gibi gitmiyor. Ve kader denen hem mazlum, bir o kadar da bilgenin öngörmesiyle hayatının ilk aşkı da o anda giriyor hayatına ve yaşamlarının ortasına. Erkek kardeşinin arkadaşı Roland Leighton. “Yaz” diyor ona. Vera’ya hayatı boyunca bunu söyleyen ilk insan oluyor. Kızın önünü kesmiyor ve Vera’nın belki de hayatının ilk öğretmeni oluyor sözleriyle üzerinde etki yaratan, o her ne kadar daha birbirlerini pek az tanırken ve bir parça da gençliğin verdiği küstahlıkla, bunun öğretmenden öğrencisine geçen masonik bir sır olduğunu düşündüğünü söylemiş olsa da. Ve film boyunca iki defa yazmasını istiyor ondan Roland. İkincisinde tren garındalar ve ayrılmak üzereler. Ondan kendisine mektup yazmasını istiyor cephedeyken. Sözün uçup, yazının kaldığına şahit oluyoruz bir kez daha. Ölmeden önce pek fazla yaşama hakk bulamamış tüm diğer gençler gibi Roland’da savaşta ölüp, ülkesinden uzakta Fransa’da bir mezara gömüldüğünde, ondan geriye gönderilen eşyalar arasında bir avuç buruşmuş ve mürekkebi solacak olan şiirleri kalıyor sonsuzluğa giden; denizaşırı, uzak ve unutulmuş bir yerden gönderilen menekşelerle birlikte(ben de ağladım bu sahnede).

image

image

Savaş beraberinde yeni koşullar yaratıyor ve vatanseverlik nidalarıyla gönüllü olarak cepheye yazılan bedenler birer hayalete dönüşüyorlar. Şehirde kalan bir sürü insan, çoğunluğu kadın, bir hayalet ordusuyla yaşamak durumunda kalıyor. Vera ise binbir zahmetle girdiği Oxford’daki eğitimini erteliyor, gönüllü hemşire olarak cephe gerisine gitmek üzere. Kimbilir belki de fırtınanın göbeğinde olmak, onun vereceği zararların neler olduğunu bizzat görmek, fırtınayla nasıl mücadele edileceği hususunda kendisine fikir verecek diye.

Filmin başından itibaren hiçbir kalıba sığmıyor genç kız ve her ortamda dışlanıyor. En nihayet aynı ortama kendini kabul ettirtip, uyum sağlamayı başardığındaysa bir başka yerde olması gerekiyor. Anne ve babasının gözünde biraz fazlaca asi tabiatlı, ne evlilik için uygun ne de kibarcık hanımlarla birlikte geçirilecek beş çayları için. Oxford’daki hocalarının nazarında uçarı ve sonradan görme, aynı zamanda göze çarpmaya da fazla hevesli. Kendisini kitaplara gömemeyecek kadar duyarlı olduğundan da, sevdikleri siperlerde vurulmadan hayatta kalmaya çalışırken, o ampute kollar ve bacaklarla haşır neşir olmak üzere gönüllü hemşire oluyor. Oxford’dan gelme nazik elli bir prenses olduğunu düşünen hemşireler tarafından en zor işlere koşuluyor. Ama direniyor her zaman olduğu gibi. Zamana, acımasızlara, savaşa, parçalanmış organlara, özleme, sevdiklerinin kaybına ve genel olarak kendi payına düşen hayatın tamamına.

image

image

“Güven” “Güvende”… Kendi kendine aynı kelimiyi tekrarlayıp duruyor Vera, Roland’ın mektubunu okuyup bitirdikten sonra. Güven. Güvende olmak. Ölmeyecek olmak. Savaşın, kötülüğün, düşmanın, bombaların, kurşunların ve kötü talihin uzaklardaki bir limana doğru yol aldığını hissettirtiyor insana. O kadar uzak ki, bir daha asla dönmeyecekmiş gibi. Ama kader verdiğini almaya kararlı ve düğün arifesi kötü haber geliyor cepheden. Roland ölüyor. Öldüğü yerde yani Fransa’da gömülüyor. Etrafındaki erkeklere göre daha çetin bir ceviz olan Vera, kalanlar için mücadele etmeye devam ettikçe, hepsi inatla birer birer ölüyorlar sanki. Zayıf tabiatlı fakat Vera’ya aşık Victor ölüyor önce. Daha sonra da küçük kardeşi “sevilen” Edward’ın bir kez hayatını kurtarıyor tesadüfen ama acı haberin gelmesi uzun sürmüyor evlerine. Camın ardından izliyor ulağın bisikletle gelişini. Sonra elinde poşet Edward’ı görüyor kapının önünde. Sonra babasının hıçkırıkları ulaşıyor ikinci kata.. Hayat Edward’a ikinci bir şans tanımıyor. Ve sevdiği insanla bu dünyanın dışında bir araya geleceği kesinleşiyor bir gün onun da. İtalya’ya gömülüyor yani savaştığı cephenin olduğu yerdeki mezarlığa. Savaş işte. Öldüğün yerde kalıyorsun. Toprak her yerde topraktır diye.

image

Bunca kaybın üzerine ateşkes ilan ediliyor. Bir gün. İnsanlar şapkalarını fırlatıyorlar havalara. Çığlıklarla kucaklıyorlar birbirlerini. Vera coşkun kalabalığın ortasında kalıveriyor tek başına. Sürükleniyor insan selinin arasında. Sığındığı kilisede kaybettikleri için mum yakan acılı insanların arasında buluyor kendisini. Ne ateşkes ne de barış gidenleri geri getirmeyecek bundan sonra. Kayıplarıyla beraber asla unutmayacağına söz verirken buluyor kendini bir zamanlar beraber neşe içinde girmiş oldukları nehire dalmışken. Gelebildiğin zamana kadar ben her hafta burada olacağım demişti bir defasında cephe hastanesinde çalışırken. Hissetmek buydu belki de gidenin aslında sessizce gelebileceğini de. Bu verilmiş en namuslu söz olmalıydı belki de bu dünyadan diğer bir dünyaya gönderilmiş olan, bir vaat niteliğinde. Aradaysa inceden bir tül sadece giden ve hep özlenecek olan sevdiklerimizle aramızdaki ve gökyüzünde, tam üzerimizde hiç batmayan hatıraların güneşi parlarken.

image

Geride kalıp sevdiklerini kaybedenler için, Almanlar, en büyük düşman daha. Vera ise hastane tecrübelerine dayanarak bunun böyle olmadığını söylüyor. Onların da birer insan olduklarını, bir kalpleri ve geride sevdikleri insanlar olduğunu, onları iyi ederken kardeşinin, nişanlısının yarasını iyi ettiğini düşündüğünü söylüyor insanların önünde konuşurken. Savaşın ve savaşmanın yanlış olduğunu söylüyor.Ve film haricinde bahsi geçtiği üzere Brittain kalan uzun sayılabilecek ömrü boyunca yazıyor, üretiyor, evleniyor, çocuk sahibi oluyor,savaş karşıtı söylemler ve feminizm üzerine çalışmalar yapıyor. Zamana direnmeye çalışıyor kendi tarzında, ta ki ölene dek. Aynı adlı kitabı 1933 yılında yayınlanıyor ve bir klasik olarak geçiyor literatüre. Filmde de yeri geldiğinde üzerinde durulmaya çalışılmış olan Brittain’ın feminist tavırları aslında kitapta sıkça bahsi geçen ve üzerinde durulan, kadının toplum içerisinde bağımsız bir kariyer edinebilme savaşının alabileceği iyi bir eğitimden geçiyor olmasına bağlanıyor. Kitabın başarısı ise göreceli olarak Birinci Dünya Savaşı sonrasında Büyük Britanyalı sivil halkın ve özellikle kadınlarının hayatlarının tasvirinin başarısına dayandırılıyor ülkesinde ve dünyada.

Film hakkında düşüncelerime gelecek olursak eğer, filmin başarısından öte Vera Brittain karakterinin önemini hatırlatması açısından paha biçilemez. Sadece mızmız bir aşk ve klasik bir savaş romanından uyarlanmış bir eser yok karşınızda. İzledikten sonra merakla araştıracağınız gerçek hayat hikayeleriyle karşılaşacaksınız ve fotoğraflar ve şiirler ve üzeri menekşelerle bezeli Plug Street Wood gelecek gözünüzün önüne. Kanımca doğa tasvirleri, oyunculuk yönetiminden çok daha başarılı. Ve yaşasaydı eğer Roland Leighton’ın; ne Brittain’ın ne de annesinin gölgesinde kalmadan yazdığı şiirleri okuyacağınızı düşüneceksiniz içiniz sızlayarak aynı doğaya kitlenerak. Kit Harrington var bu rolde. Her haliyle Richard Gere’in gençliğini anımsatıyor nedense.. Yılın en iyilerinden değil ama iyi bir film “Testament of Youth”. İzlenmeli, bir fırsat yaratmalı da.

“Plug Street Wood’dan menekşeler,
Tatlım seni denizaşırı bir yere gönderdim.
Mavi olmaları, kırmızı kanına bulandıkları halde mavi olmaları tuhaf.
Kafasının etrafında büyüdükleri halde mavi olmaları tuhaf.
Plug Street Wood’daki menekşelerin bana ifade ettiklerini düşünüyorum.
Hayat, umut, aşk ve sen.
Ezilmiş bedenin yattığı yerde büyürken onları görmedin.
Korkuyu günden saklamak en tatlısı, böylesi çok daha iyiydi.
Denizaşırı, uzak ve unutulmuş bir yerden sana menekşeler yolluyorum canım,
Anılarımdan yolladığım bu çiçekleri biliyorum ki anlayacaksın.”  R.A.L.

image

image

image

image

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑