LEAVE NO TRACE : İZ BIRAKMA

527B49E3-FE3B-4625-B55B-CC7BBDEB76EC

LEAVE NO TRACE: İZ BIRAKMA

“İstek mi yoksa ihtiyaç mı?”

“Olmamam gereken bir yerdeymişim ve beni aldılar. Olmam gereken yerde olmalıymışım.” Tom

“Acı henüz ölmediğini gösterir.”

GİRİŞ :

Film, konusu itibariyle gidenleri anlatıyor. Bir ya da pek çok nedenden ötürü gidenleri. Başka türlü bir hayatı seçenleri. Başka türlü bir hayatın da mümkün olabileceğini düşünenleri. Peki ama gidenler nereye ve nasıl giderler? Gittikleri yerde ne yapar ne ederler? Bu gitmelerin bir gelmesi de var mıdır ve eğer var ise, geldikleri yerde bu insanlar için mutluluk söz konusu mudur? Winter’s Bone’dan hatırlayacağınız kadın(neden belirtiyorum, çünkü öyle azlar ki) yönetmen Debra Granik bu sorulara cevap arıyor. Aslında aramıyor. Bir seçimden bahsediyor bize. Ne pahasına olursa olsun seçilen yolda başa gelenler ve gelebilecek olanları gösteriyor. Bunu da kötü bir karakter yaratmaksızın anlatıyor. Bir baba ve kızı var başrollerde, bir de dönem dönem hayatlarına giren yan karakterler evsahipliği yapıyorlar onlara. Kah evlerini açıyorlar, kah destek olmaya çalışıyorlar kendilerince. Baba kız arasında geçen tüm diyaloglar, kaldı ki filmde yer alan tüm diyaloglar az ve öz ve filmin ruhuna son derece uygun olarak yazılmış. Çok gizemli oldum farkındayım, derhal konuyu sizler için açayım:

İZ BIRAKMA’dan hangi yöne gidilir gidilse gidilse? :

Baba kız bir ormanın dolayısıyla yeşilin içinde bir takım yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırlarken açılır film. Yaprak çiğner babası, yakacakları ateş için çıra hazırlarlar el birliğiyle, kız soyduğu yumurtanın kabuklarıyla küçük serasına sınır çizer adeta, babası damıttığı yağmur suyunu fincanına boşaltır. Kaotik bir şehirde yaşayan her şehirlinin hayali organik hayatı yaşamaktadırlar kısaca bir başlarına. Uyku tulumunda uyurlar, televizyon yoktur, radyo bile. Telefon, internet, elektrik; kısaca medeniyete dair pek az şey vardır ellerinde. Peki ama neden? Babanın kabuslarla uyandığı sabahların baş sorumlusu olan savaş anıları fiziksel olarak geride kalmış olsa da, ruhsal olarak derin izler bırakmıştır üzerinde. Neler yaşamışsa yaşamıştır. Neden karısının olmadığını ya da nerede olduğunu bilmeyiz. Ormandan sağlayamadıkları kimi ihtiyaçlarını süpermarketten karşılarlar. Düzenlerini bozan şeyler arasında şerif ve ekibinin çok yakınlarında çalışma yapıyor olmasıdır ve en nihayet tüm kamuflaj alıştırmalarına rağmen bir suçlu gibi yakalanmalarına neden olur ormanda yürüyüş yapan bir adamın Tom’u görmesi. Biz suçlu değiliz, işbirliği yap der babası kızına kıskıvrak yakalanmışken. Ortada bir suçlu yoktur gerçekten de, ağaçları kendilerine siper edinmiş bir baba kız vardır sadece.

9FF6D65B-B0D0-49F0-A57C-40FD690EB27A

35869DE0-77D3-4936-B622-71D6EF2BC99B

Yakayı ilk ele veren baba, kızını da ihbar eder aynı anda. Kızın ormanın içinde tek başına kalmasını güvenli bulmadığını çıkartırız buradan. Burada bulunmak bir tercihtir ve kız babaya yani küçük büyüğe emanet olduğuna göre, tek taraflı bir tercihin söz konusu olduğunu görürüz. Nitekim baba soruşturma geçirirken, Tom geçici olarak yerleştirildiği kız yurdunda derdini anlatmaya çalışmaktadır akranlarına. Babasıyla ormanda yaşıyor olmalarını evsizliğine yorar kızlar. Tom’sa evinin orası yani orman olduğunu düşünmektedir. Babasıysa 435 soruluk tuhaf bir teste tabi tutulur. Polis baba kızı görür görmez seçenekler arasında yer alan cinsel istismarı dahi düşünür. En nihayet uygun koşullarda bir evin anahtarı sunulur kendilerine. Zamanla Tom bisiklete binmeyi öğrenir. Kiliseye giderler. Sosyalleşmeye başlamışlardır bile. Tom yumuşak kulaklı tavşanı olan, yaşamak istediği evi inşa eden ve çiftçi olmak isteyen bir gençle arkadaşlık kurar. Kızın ortama ayak uydurduğunu, işi babasından telefon istemeye kadar götürdüğünü görürüz. Tek endişesi okuldaki çocukların onu geçmiş yaşantısıyla yargılama ihtimalidir. Babaya gelince onların kıyafetlerini giymekten, onların evinde yaşayıp, yemeğini yiyip, işini görmekten son derece muzdariptir. Esasında düzene karşı olan adam komünist düzenden, komün hayatından da farklı bir seçeneğin peşindedir. Bu yüzden konutu filan gözü görmez. Bir gece kızının gönülsüzlüğüne rağmen yola koyulurlar sırt çantalarıyla. Yuva bildikleri yerlerine geri dönerler önce, daha sonra alışveriş yaptıkları diğer orman sakinlerinin yerlerine giderler ki, Tom ve babası yakalanınca ekipler tarafınca iş makineleriyle evlerinin dümdüz edildiğine şahit olurlar. Kuzeye gitme kararı alırlar. Portland’dan Oregon’a gitmek üzere otobüs minibüs(şakaydı), tren vagonu, tır gibi her buldukları aracı kullanırlar yol boyunca. En nihayet tabana kuvvet ormanın içinde ilerlerken buluruz onları soğuk günler ve geceler boyunca. Tom’un ayakları donma noktasına gelir. Sahipsiz buldukları bir kulübeye sığınıp şöminede ateş yakıp ıslanmış ayakkabılarını kuruturlar. Çorba pişirir babası. Kız başlarını sokabilecekleri basit ahşap bir evin peşindeyken, babası ısrarla onun olmayan şeyleri reddetmekten bahsetmektedir. Adam kızını hiç dinlemez ya da kafası bunun için müsait değildir. Sağlıkta sonsuz değildir bu arada. Bir gece Will eve dönmeyince, sabah onu dere kenarında bulur Tom. Başından yaralanmış ve yarı donmuş vaziyettedir. Önüne çıkan insanlardan yardım ister, hastaneye götürülmemeleri için de rica eder. Kulübelerde yaşayan insanlar el birliğiyle yardım ederler bu eksantrik baba kıza. Kız bir kez daha  yerleşik düzene geçmek istediğinin sinyallerini verir babasına. Sırf bu yüzden evin kirasını ödemeye çalışır elinden geldiğince. Ev sahibesiyse parayı kendi aralarında ortadan kaldırmış olduklarından kabul etmez öyle kolay kolay. Aradaki jenerasyon farkı ve yaşanmışlıklardan ötürü baba kızın farklı hayatların peşinde gitmeleri kaçınılmazdır artık. Baba kızını geride bırakmak pahasına, benim meskenim dağlar ormanlardır diyerek sırt çantasını yüklendiği gibi düşer tekrar yollara. Bu defasında gözü arkada değildir. Asfalt yoldan ormana sapışını izleriz uzaktan. Bu bir tercih meselesi olduğundan saygıyla karşılarız kendisini. Filmin en unutulmaz sahnesi de bu noktadan sonra gelir. Bence. O kadarını da izleyin görün. Kesinlikle. Bu kadar anlattım filmi size ama o sahneyi ve o noktaya nasıl gelindiğini bilemeyeceksiniz izlemezseniz eğer.

EAC90A8E-8B88-42DE-B1D7-8196EEE7F707

7122A15A-4C10-402C-9FF4-1ABFCFAF5764

Filmde neler olup bittiğini son saniyesine kadar anlatarak ne heyecan ne de heves bıraktın bizde diyen sevgili okur; haklısın. Ama zorundaydım. Çünkü benim de çok önemsediğim bir mevzu olmuştur teknolojiyi, medeniyeti reddediş ve terk ediş. Üstelik böyle bir yaşam şeklinin zorunluluk dışında olabileceği. Yine yakın tarihli  Into the Forest’ın aksine. Mormonlar bunun canlı örneğiyken, onlar başlarını sokabilecekleri bir ev ve dayanışma içerisinde yarattıkları kendi kasabalarında hayatlarını geçirmektedirler. Burada söz konusu olansa orman hayatıdır. Zorlu, bir başına geçirilen günler ve geceler vardır işin içinde. Hep kendi başının çaresine bakmak durumunda kalmak, doktorsuzluk, hastanesizlik, bilinmezin tehlikesi öte yandan. Fakat bu bir dürtüyken de karşı konulmazlığı, bilinmezin büyüleyiciliği, uyaranlar olmaksızın bir hayatın da mümkün olabileceğini  gösterir bize hikaye anlatıcı. Bu hikayenin asıl anlatıcısı ise filmin uyarlandığı 2009 yılında yayınlanmış kitabın yazarı Peter Rock’tır. Film kitapla aynı adı taşımamaktadır, belirteyim.  Hell or High Water’la yıldızı parlayan aktör Ben Foster’un temiz oyunculuğunun yanında Thomasin McKenzie eşlik ediyor ona aynı sadelikle. Senenin kaçırılmaması gerekenlerinden. Bence. Uymayanlar’ın hikayesi başrolde.

FAD0B749-2AE5-41AC-B9D9-126E4F2E872B

HELL OR HIGH WATER 

hell-or-high-water

HELL OR HIGH WATER :

“Zekanla yeneceğin biri olmadan nasıl hayatta kalırsın?” Alberto

“Yangının beni küle çevirip acizliğimden çıkarmasına izin verebilirsiniz. Yirmi birinci yüzyıldayız. Bense bir sürüyle bir yangını dereye kovalıyorum. Bir de çocuklarımın neden bir bok yapmadıklarını merak ediyorum.” At üzerinde umutsuz ama bilinçli bir Kovboy; Taylor Sheridan

“Başkasını bana inandırmam gerek.” Cilveli Jenny Ann

“Oğullarının hayatında kara bir leke olmak istemiyorsan, aslanlar gibi olmalısın.”  Tanner

“Futbolu Aztekler mi keşfetti? Kurukafa filan tekmeliyorlardır.”  Marcus

“Ne olursa olsun”, “iki eli kanda”, “bütün zorluklara rağmen” gibi anlamları var filme ismini veren deyimin güzel türkçemizdeki karşılığında ve her ne olursa olsun, iki eliniz kanda olursa da olsun, son zamanların en akılcı ve akıcı diyaloglara sahip David Mackenzie filmine en azından başlayın, çünkü gerisi gelecektir; siz farkına varamadansa sona erecektir bir nefeste. Nick Cave ve Warren Ellis ortak çalışması olan başarılı film müzikleri Teksas’tan başlayıp Oklahoma’ya doğru annelerinden kalan çiftliğin üzerindeki haczi kaldırmak için banka soymak üzere yollara düşen iki beyaz kardeşin hazin macerasında kuvvetli bir fon oluşturuyor. Filmin başındaki iki dakikalık plan sekans boyunca duyulan müziğin hüznü, genel olarak filme hakim olan umutsuz atmosferi ve gidişatı da yansıtıyor. Aynı dakikalarda karşımıza çıkan duvar yazısı bu umutsuzluğun sessiz sesi oluyor sanki. “Irak’ta üç tura rağmen bizim gibiler için kurtuluş yok” diyor o ses, o duvar yazısında. Film boyunca kapitalizme, üzerine basa basa ırk ayrımcılığına ağır göndermeler var. Amerikan Anadolusunda sert adamların ayakta kalma savaşını izliyoruz bankaların ve silahların gölgesinde.

images-1

hell-or-high-water-film-clip-blaze-of-glory-15749-large

Köken olarak olmasa da misal vermek gerektiğinde istedikleri yeri yağmalayan Komançi kardeşlere benzetilen Howard kardeşlerden büyüğü olan abi Tanner, otuz dokuz yaşında ve bekar. Hayatının son on yılını babalarını kazara vurmak suçundan hapishanede geçirmiş. Babasına karşı koydukça maruz kaldığı dayağın sertleştiğinden bihaber, ailenin problemli, serseri ruhlu, gözü kara ve yer yer acımasız karakterine dönüşmüş zamanla. Böbürlenmekten,  büyüklenmekten ve yer yer ona kendini iyi hissettirdiğinden adam öldürmekten zevk alıyor. Bu rolüyle Ben Foster’sa harikalar yaratıyor. Annelerinin hastalığında kendisi hapisteyken, diğer kardeş bakımını üstlenmiş yaşlı ve hasta kadının. Tanner her zamanki gibi dışarıdaki içerideyken, Trevor evlerini, çiftliklerini, annelerinin başını beklemiş. Evlenmiş, barklanmış, iki çocuk, bir de mutsuz ettiği bir eş sahibi olmuş. Önceden sabıka kaydı olmamasına rağmen, beraber soygun yapma fikri daha uysal mizaçlı bu kardeşten çıkıyor. Ama beyin eyleme geçmek hususunda o kadar cesur hareket edemeyeceğini bildiğinden tetikçi olarak abisi olmadan bu işi pratikte halledemeyeceğini de biliyor. Tüm hayatı boyunca salgın bir hastalık gibi tanıdığı herkese bulaşarak ilerleyen, jenerasyondan jenerasyona geçen, hem kendisinin hem ailesinin hem de ailesinin ailesinin çektiği fakirliğin bir son bulması için, iki oğlunun bundan muzdarip olmaması için girişiyor tüm bunlara ve; kederli, düşünceli, kararlı aile babası rolünde Chris Pine’da rolü el verdiği ölçüde çok iyi bir oyunculuk veriyor. Vücut dilini ve mimiklerini çok doğru kullanıyor. İki kardeş beraber ve ayrı ayrı boy gösterdikleri her sahnede göz dolduruyorlar.

images

downloadfile-1

images-4

images-5

Sabah sabah birimlerine ulaşan iki soygun haberiyle olay yerine gelen iki korucudan Marcus Hamilton(sanırsın Romalı kumandan) rolünde Jeff Bridges emekiliği için gün sayarken ortağı Katolik Kızılderili Alberto Parker(o da Pi’nin Hayatı’ndaki Bengal kaplanı sanki) ile karşılıklı atışarak, kimi zaman birbirlerinin damarına basarak, en çok da uğradıkları kasabalardaki halkın garipliklerine katlanmaya çalışarak  çözmeye çalışıyorlar soygunların üzerindeki sis perdesini. Yüzlük banknotları almayan soyguncularınsa, gerekli miktara ulaşana dek yeni soygunlar gerçekleştireceğini tahmin ediyorlar. Çok garip kasabalardan geçiyoruz bu sürek avı dahilinde. Miskin sokaklara evsahipliği yapıyor bu kasabalar. Yaşadıkları yerden hiç ayrılmamış olduğu izlenimi yaratıyor içindekilerle. Köhneleşmiş dükkanlarda yıllarca aynı işi yapıp bunca zaman zarfında bedenleri yaşlansa da, aynı zemine yaslanmaktan sabit fikirli kimselere dönüşmüş aynı insanlar. T-Bone adındaki restoranda kırk dört yıl boyunca garsonluk yapmaktan bıkmış ve yaşından beklenmeyecek kadar şirret, nine olmuş garson “Ne istemiyorsunuz?” derken alternatifsizliği sunuyor merkezinde kendisinin olduğu. Hem T-Bone isimli restoranda T-Bone biftek yenir. Yanında da en fazla haşlanmış patates servis edilir. Ama kesinlikle bir alabalık değil. O sipariş bir kez verilmiştir, yıllardan da 1887’dir. Bir daha da aksi gerçekleşmemiştir. Yani, kısaca, yemekte ya mısır ya da yeşil bezelye istemezsiniz. Dolayısıyla da böyle bir kadının çalıştığı bu yer tarihi boyunca kimse tarafından soyulamayacaktır. Aksiyse sabır ve cesaret istemektedir. Alberto’nun dediği gibi çıngıraklı yılan gibi bir garsonu bünyesinde barındıran, kasabanın muhtemelen tek restoranını da gördükten sonra burada insanların yaşamak istemeyeceğini düşünseniz de, 150 bin yıl boyunca mağarada yaşayan insanlar da insandı ve onlar o mağaralarda biz artık çok sıkıldık, usandık bu lanet mağara hayatından demeden yaşadı. Bu topraklar uzun zaman önce Alberto’nun Atalarınındı. Bir gün beyaz adam geldi, soylarını kurutana dek onları öldürdü ve onları kendilerinden biri yaptı. Bunu yapansa bir ordu değildi, karşılarındaki bankaydı diyor Alberto. Diğer yandan kardeşler soygunu gerçekleştirirken yaşlı, beyaz bir adam onlara bunun delilik olduğunu, Meksikalı bile olmadıklarını söylüyor hayretle. Beyaz adam beyaz adamdan çalıyor bu kez de. Olamaz mı yani?

images-6

downloadfile-2

hell-or-high-water-still

v1

Çekirge iki kez sıçrıyor yazık ki. Üçüncü soygun esnasında iki kişi vuruluyor. Trevor’sa yaralanıyor. Silahlanmış kasaba halkı tarafından kovalanıyorlar. Oysa ki karşılarında Lord of the Plains/ Plains’in Lord’u var. Yani Tanner. Tabancasını bırakıp makineliyi alıyor eline ve başlıyor taramaya. Tek başına ilerliyor arabaların ve insanların üzerine doğru. Kimse ona karşı koyamıyor. Ters esen rüzgara karşı dönüyor yüzünü. Onlara karşı tek de olsa, püskürtmeyi başarıyor hepsini. Tıpkı çaldıkları paraları aklamak için gittikleri kumarhanede rulet masasının başına geçtiğinde güneş gözlüğü takmış bir Kızılderiliye durduk yere çatıp, karşısına dikildiği gibi. Aynı kararlılıkla duruyor fiziksel olarak kendisinden güçlü görünen adamın karşısında, korkusuzca. Meydan okuyor hayata. Uzun zamandır sinemalarda karşılaştığım en başarılı anti kahramanlardan biri Tanner. Kardeşi Trevor’ınsa kahramanı. Sonunu bile bile bu işe giriştiği anlaşılıyor. Kardeşi “bir” işten şimdiye kadar paçayı sıyıranı görmedim dediğinde, Trevor o zaman neden bunu yapmayı kabul ettin diye soruyor. “Çünkü sen istedin kardeşim” diyor Tanner. Ölerek, kendini feda ederek, tüm dünyayı karşısına almayı göze alarak ama geride kendisine inanmış tek insan olan kardeşini bırakarak yok oluyor genç adam. Tek adamın kurtarıcısı, ilahı oluyor. Sadece bir kişinin her şeyini borçlu olduğu adam olarak ölüyor. Öldüğünde ayaklarının altında dolaşan bir yılan var. Çocuklarımız için yaptığımız şeyler diyordu Marcus filmin sonunda… Ailemiz için yaptığımız şeyler, kardeşlerimiz, annemiz babamız için yaptığımız şeyler… Aile bütünlüğünü korumak için yaptıklarımız… Çok şey üzerine çok şey anlatan ama amacından şaşmamayı başarabilen filmin en büyük başarısı tüm bu akılcı diyalogları, doğru ana ve yan karakterler üzerinden dillendirmeyi başarabilen aynı zamanda aktör olan ve Sicario’nun da senaristi Taylor Sheridan’sa at üzerinde, yangından sürüsünü kaçırmak için uğraşan, tek başına bırakılmış kovboy rolünde boy gösteriyor tek seferlik. Ana karakterlerin dışında film boyunca bir görünüp bir kaybolan ve bu esnada vurucu cümlelerin efendileri olan oyuncular da harikalar yaratıyorlar rol aldıkları kısacık anlar boyunca.

-Komançi misin? Plains’in Lordu?
-Artık hiçim… Komançi ne demek bilir misin? Sonsuza dek düşman demek.
-Kimle düşman?
-Herkesle.
-Bu beni ne yapar biliyor musun?
-Düşman.
-Hayır. Komançi yapar.

Texas Red Carpet Screening Of

chris-pine-ben-foster-gil-birmingham-and-jeff-bridges-attend-a-of-picture-id588332546                       ”Harika Dörtlü”

 

 

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑